- 697 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Allah neden tek olmak zorunda?
"Yaptığın işi yapacak ikinci bir kişi yoksa, söylediğinde ’estağfirullah’ değil ’eyvallah’ diyeceksin." Kurtlar Vadisi’nden.
Herşey ’hiçlikte’ eşittir. Yokluktan varlığa çıkarılacak olduktan sonra ’zerre’ ile ’kainat’ arasında hiçbir fark yoktur. Çünkü onların yaratılışı için gereken ilim-irade-kudret miktarının tayini ’sonralıklarına’ değil ’önceliklerine’ bakılarak ölçülür. Biz, birşeyi, başka birşeye dönüştürürken onun için gereken ilme-iradeye-kuvvete bir miktar tayin ederiz. Evet. Beşerî işlerimizde bunu yaparız. Fakat burada hesap yapmamızı kolaylaştıran bir ’taban’ vardır. Yani o şey vardır. (Daha önce de vardır.) Varlığının bir miktarı vardır. Ve o varlık miktarının sabiteliği üzerinden daha sonraki varlık miktarının sabitliğine bir hesap yapmak imkanı doğar.
Peki ya hiçlikte? Hiçlikte bu hesabı nasıl yapacağız? Öyle ya. Hiçlik, tavanı anlamsızlaştıracak bir tabansızlığa sahip. Başlangıç denilebilecek bir nokta/miktar yok. Grafiğin tepe noktasının geldiği yer hiç önemli değil artık. Çünkü hiçbirinin dibi yok!
Ezelin aynı zamanda ebedi gerektirmesi yine bu pencereden bir miktar anlaşılır. Eğer, birşey ’öncesizlik’ diyebileceğimiz bir ölçüde zamanın dışına çıkmışsa, bu kesinlikle ’sonrasızlık’ ölçüsünde de zamanın dışına çıkmasını netice verir. Çünkü başta alınan durum ’zaman üstü’lüktür. Ve birşey bir kere ’zaman üstü’ olmuşsa artık her kere zaman üstü olur. Yani: Allah eğer zamanı yaratansa, ki öyledir, o halde zamanın üstündeki varlığı sınırlanamaz. Bir girip bir çıkamaz.
Hiçbir ismi, sıfatı, şe’ni, tabir-i caizse ’parçası’ (onu bilmenin parçaları bağlamında yoksa o parçalı olmaktan münezzehtir) tekrar zamanın sınırları içine giremez. Biz, zamanı, Allah’ın yarattığı olarak kabul ettiğimiz anda kadere iman etmiş oluyoruz böylece. Çünkü kudretiyle bir kere dışarı çıkardığımız Allah’ı artık ilmiyle (bilişiyle) ve iradesiyle (takdiriyle) de dışarıda tutmak gerektiğini biliyoruz.
Ancak tam bu noktada bir ihtar: Bu ’dışarılık’ veya ’içerilik’ tabirleri mekansal/zamansal tanımların ötesini kasteder. Yani kastettiğimiz Allah’ın varlığının bizim bildiğimiz varoluş şekillerinden aşkınlığıdır. Yoksa (hâşâ) ona sınır tayin etmek değildir.
Buradan şuraya geleceğim. Mürşidimin, metinlerinde sıklıkla ’tevhid ile kainatın varlığını açıklama’nın kolaylığı, ’şirk ile yaratılışı açıklama’nın güçlüğü üzerine yaptığı vurguda şöyle bir incelik var:
Sonsuzluk tanımı gereği ‘tek’ olmak zorunda. Ötesinin yokluğudur nihayetinde sonsuzluk. ’Sonsuzluk’ deyince biz bunu anlıyoruz. Sınır koyamadığımıza ’sonsuz’ diyoruz. Bu yüzden ’ehl-i şirk’ ile ’tevhid ehli’ arasındaki kavga, sadece fiiler dairesine değil, daha öncesinde ‘ilah’ kavramının tanımına bakar. ’İlah’ sonsuz mudur değil midir? Şirk der ki: Sonludur. Sınırlıdır. Çünkü ortağı/yardımcısı da vardır. Ortağı/yardımcı olan belli ki sınırlıdır. Çünkü ötesi vardır.
Ortağına/yardımcısına açılmış, diğerinin müdahil olamadığı, bir alan vardır. Bu yüzden şirkin tüm versiyonlarında ilahlar sınırlı/sonlu ilahlardır. Şirk en başta bunu iddia eder. Birden ister ikiye, ister üçe, ister bine, ister sonsuza çıksın, en nihayetinde ’tanımı gereği bir olmaya mecbur olan’ sonsuzu bölmektedir. İlahlık alanını paylaştırmaktadır. İşte yaratılışı açıklamakta çektikleri güçlükler de bu sınırların güçlükleridir. Bediüzzaman, özellikle 7. Şua’da, Vacibü’l-Vücud ile Vahdet kavramlarını yanyana/sıklıkla anar. Bu peşpeşelik aynı zamanda aralarındaki ’gereklilik’ ilişkisidir. Yani Allah hem ’olmazsa olmaz’ hem de ’tek’tir. Varolduğu kabul edildiği an tekliği de kabul edilmelidir. Çünkü ilahî sonsuzluk teklikle mümkündür.
Mürdişim bu sadedde der ki: "Eğer eşya ayrı ayrı ellere ve esbaba ve tabiat gibi şeylere havale edilse, o halde, bütün ehl-i aklın ittifakıyla, hiçbir sebep, hiçbir cihetten, hiçten, ademden icad edemez. Çünkü o sebebin muhit bir ilmi, müstevlî bir kudreti olmadığından, o adem ise, yalnız zahirî ve haricî bir adem olmaz. Belki adem-i mutlak olur. Adem-i mutlak ise, hiçbir cihetle menşe-i vücud olamaz."
Evet. Eğer bir kez ’ilah/yaratıcı’ kavramını sonsuzluktan çıkarırsanız, bu çıkarış ne şekilde olursa olsun, artık hiçten yaratacak birisine sahip olamazsınız. Sözlüğünüzden bunu atmak zorundasınız. Çünkü, başta da belirttiğimiz gibi, varlık hiçlikte eşittir. Ve bu hiçlik, yaratış için ’adem-i mutlak olanı varlığa çıkarmak gerektiği’ anlamına geldiğinden ’sınırlı bir kuvvetle dipsizliğin yenilmesi’ gerekir.
Fakat sınırlı bir kuvvetle sınırsız bir dipsizlik yenilemez. Sınırlı olanla sonsuzluk yenilemez. Dipsizlik ancak sonsuzlukla yenilir. İşte, müslümanlar bu yüzden ’sonsuz’ ve bu ’sonsuzluğun gereği olarak da tek’ bir Allah’a iman ederler. Çünkü ilahlar ’çoklandığında’ sonsuzluk bir daha hiç geri dönememecesine ortadan kalkar. Sonsuzluğun ortadan kalktığı şartlarda ise yaratılış asla ’yoktan yaratılış’ olamaz.
Herşeye bir ömür tayin edebildiğimiz halde maddenin ezeliyetini savunmaya devam eden zümrenin şu taassubu işte bu zaruretten doğuyor. Şirkte yoktan yaratılışı açıklayamıyorlar. Sonsuzu sınırlıyla yenemiyorlar. O halde yokluğun yokluğunu iddia edecekler. Edecekler ki bu çözümsüzlük ortada kalmasın. Hey akıllım! Hey ahmak! Hey beyinsiz! Parçalarının ölümlü olduğu belli bir düzen nasıl bütünde ölümsüz olabilir? Sen çarkları kırılmaya müheyya (ve her an da bazılarının kırılıyor olduğunu gördüğün) bir saatin sonsuza dek çalıştığını/çalışacağını söyleyebilir misin?
Hasılıkelam: Arkadaşım. Nefsin aptallığı çoktur. Allah vahyini/nebilerini göndererek beşerin başından bu aptallığı almıştır. Aptallığımızı başımızdan alan Rabbimize hamd u senalar olsun. Aptallığını teslim etmemekte direnenlere de hidayet versin. Âmin.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.