- 719 Okunma
- 0 Yorum
- 1 Beğeni
İSTEDİĞİN KADAR KAL
İSTEDİĞİN KADAR KAL
Küçük evinin minnacık merdivenlerinden terliklerini paytak paytak sürüyerek, dışarı çıkıp seyreder, sağa sola laf atardı. Kahverengiyi çalan kaşları aynı rengi paylaşan gözleriyle güzel bir bütünlük arz ederdi. Gözlerinin altındaki buruşmuş yüzünde yetmiş sekiz yıllık bir ömrün derin izleri vardı. Ağlarken gören hemen hemen hiç olmamıştı, nasıl bir şey olursa olsun, o, yaşadığı her olayda bir neşeli yönü hep bulurdu. Giyimi, hayata karşı duruşu, tatlı konuşma diliyle, köyde oturan pek çok kadından farklı olduğu anlaşılabilirdi.
Balkan şehirlerinde başlayan hayatı genç kızlığında yaşadığı mübadele ve ana vatana göç. Nerede, nasıl bir hayatın beklediğini bilmeden çıkılan yolculuk...Evlendiğinde on altı yaşındaydı. Onu bu köye gelin vermişlerdi. Kendisi gibi Balkan göçmeni olan yirmi beş yaşlarında bir delikanlıydı Mustafa. Onun ailesi daha önceden gelmiş yerleşmişti, ama köylüler kendi aralarında onlardan hep "macur" (muhacir) diye söz ederdi. Ancak onlar buna alışmıştı. Kısa zamanda köyden biri oldular, diğer insanlar gibi amelelik yapıyorlar, pamuk, mısır, zeytin her işe koşuyor, gül gibi geçinip gidiyorlardı. Haziran ayındaki buğday hasadı gibi, yıllarla beraber üçü kız , ikisi erkek beş çocuğu olmuştu...Zaman nasıl da hızlıydı. Bütün çocukları kuş misali ayrı ayrı yuvalara konmuştu, yanında yalnız küçük oğlu Ramazan kalmıştı. Altmış yılını geçirdiği bu ev vücudu gibi onu hiç yalnız bırakmıyordu. O da bundan memnundu. Sadece iki yüz metre uzakta yaşayan Ramazan ve onun çocuklarının ilgisizliği son yıllarda onu üzüyor, ama o, bunu belli etmiyordu. Öyle ya, koca köyde o, şu yaşlı haliyle,oğlunn gölgesinden başka kime sığınabilirdi ki?
Evinde iki tavuğu ile köpeğinden başka varlığının farkında olan kimse yoktu ama yine de evlat evlattı, onları gücendirmemek gerekti. Yine de iyi günlerinde onu seven ve anlayan dostları az değildi. İnsana hasret kaldığı günlerde ise durum başkaydı. Bu yüzden İzmir’deki kızının yanına gitmeyi düşünmeye başlamıştı. Kızı Sebahat’ın eşini kaybedeli iki yıl olmuştu. Annesini ziyarete geldiğinde, bunu ciddi ciddi söyler olmuştu. İkisi de yalnızdı, kızı uzaklarda annesini düşünmekten yorulmuştu, ancak kendi çocukları ve düzenini bırakıp annesinin yanına gelemezdi. Yaşlı kadın da bunu yalnız kaldığında makul görüyor, ancak, altmış iki yılın alışkanlığını ve bir ömür boyu yaşadığı hatıralarını terk edemiyordu.
Bir gün olan olmuştu. Kızı yanına geldiğinde konuşup anlaştılar. Kızının yanına İzmir’e yerleşecekti. Hem "Kız olsun da çamurdan olsun" du. Erkek çocuklarının ve gelinlerinin bakacağından ümidi yoktu.
Bir bahar günü çocukları ve konu komşu evinin önünde toplandı. Yaklaşık yirmi yirmi beş kişilik bir kalabalık hummalı bir bekleyiş içine girmişti. Hacer Nine bu sefer kesin gitme niyetindeydi. Herkes ağızlarındaki azı dişleri gibi görmeye alıştıkları, iki çift söz ettiklerinde ferahladıkları bu sevimli ihtiyarı bir daha görememenin hüznüyle derin bir sessizlik içindeydi.
Yaşlı kadının fazla eşyası yoktu. Birkaç yatak yorganı çocuklarına dağıttı. Sadece birkaç parça bohçasını hazırlamıştı. Kızı öyle istiyordu. Köyden İzmir’e kadar tuttukları bir arabaya bu birkaç parça eşyayı koydular. Nine, ömrü boyunca çok az bir zamanda, çok değerliymişçesine çok az döktüğü göz yaşlarını şimdi cömertçe bırakıyordu. Göç yılları ona acıların en onulmazını yaşatmıştı. Fakat bu sefer durum başkaydı. Bu ayrılış, onun yetmiş sekiz yıllık ömrünün ikinci sürgünüydü sanki. O tatlı Balkan ağzıyla:
-Evlatlarım, sizlerle öbür dünya içün helalleşeyim, derken, nasip bana öbür dünyaya gitmekten de acı bir yolculuğu götürüyor. Belki sizlerlen bir daha helalleşemem, hakkınızı hela edin, dedi. Kadınlar arasında inceden bir inleyiş oldu. Öyle ya, bu kendisine takıldıkları tonton nineyi belki bir daha hiç göremeyeceklerdi. Herkes hürmetle elini öptü, o da hepsine sarıldı. Oğluna "Nasip böyleymiş, evladım, bana darılmayasın" dedi. Arabanın ön koltuğuna oturttular, Sebahat arkaya geçti. İhtiyar kadın, yaşlı gözlerle arabanın camından son bir kere insanlara bakıp:
-Allah(a)ısmarladık, unutman beni! diyerek hıçkırdı. İnsanlar yaşlı gözlerle kimi "Allah yolunu açık etsin", kimi de "Allah işini rast getirsin" kabilinden bir şeyler söylediler. Torunlarından Nurşen, işi rast gitsin, diye arabanın önüne biraz zeytin yağı, bir kova da su döktü.
Araba uzaklaştıktan sonra herkes sessizce evlerine dağıldı. Hacer Nine, köyünden uzaklaşana kadar bütün ağaçlara, bütün evlere, dağlara, tepelere, hatta gördüğü hayvanlara ezberlercesine baktı. Sanki bütün varlığını, bütün hatıralarını onlara emanet ederek gidiyordu.
Aradan üç ay geçmişti, Nine’nin yokluğuna herkes alışmıştı. Artık, ara sıra onu çocuklarına, torunlarına soranlar bile kalmamış, bu yaşlı sevimli ihtiyar, ölmeden bir hayal olmuştu. beşinci ayın bitiminde kızı on beş günlüğüne onu köye getirdi, kendisi geri döndü. Hacer Nine’nin evinin önünde büyükçe bir hareketlenme oldu. Havadise meraklı ne kadar kadın varsa gelmişti. Onlara yaşadıklarını büyük bir macera yaşamış gibi anlatıyor, bir gitmeye pek de istekli görünmüyordu . Ancak, Sebahat kararlıydı, annesi yanında, olup gidiyordu. Onu bir daha buralarda bırakamazdı. Sonra kalp ve tansiyon gibi şikayetleri için şehirde doktora götürmesi, ilaç yazdırması kolaydı. Artık köy hayatı annesine göre değildi.
Hacer Nine, kocasının tekaüt aylığından gelen parayla önce bütün çocuklarını toplayıp, bir kazan aşure pişirterek herkesi davet etti. Sonra “İyice çeşmesi” nin deposunu iki kadın tutarak temizletti. Orası herkes için sıradan bir su çeşmesiydi, ancak Hacer Nine bu kükürtlü suyun ne hoş içimli bir şey olduğunu İzmir’e gidince öğrenmişti. Dağ yollarında üç beşi aşmayan muslukların* testilerini yeniletip, su ile doldurttu. Dağlardaki su pınarlardan ikisinin çalılarını kestirtip hayvanların su içmesi için hazır hale getirtti. Nerede bir hayır işi görse onu yaptırmak için çırpınıyordu. Sanki dünyaya yeni gelmiş gibiydi. Evinin arkasında kalan küçük yeri biraz para verip torununa belletti. Marul, soğan gibi bir şeyler ekmek için hazır olmasını istiyordu. Görünüşe göre, İzmir’e dönme fikrini rafa kaldırmıştı. Çünkü gücü yettiğince, komşularının da yardımıyla bulgur ve tarhanasını da hazırlamaya koyulmuştu. Kısa zamanda eski neşesine kavuşmuş, buruşmuş yüzüne mutluluk parıltıları dolmuştu. Tekrar dut gölgelerinde, ev saçaklarının altında, sevdikleriyle eskisi gibi güzel güzel sohbetler ediyordu.
Bir Pazar günü Elindeki eşyalarıyla kızı Sebahat bir arabadan iniverdi. Yavaş adımlarla annesinin evine geldi. Yaşlı kadın, kızını görünce toparlanıp onu ağırlama kaygısına düşmüştü.
- Gerek yok Anne her şeye, diyordu ,nasılsa iki gün sonra gideceğiz.
Hacer Nine çok zor bir yol ayrımındaydı. Ya köyünün yokluğuna, dostlarının hasretine, kızının komşularının kendisinin hiç bilmediği ecnebice konuşmalarına katlanacak veya burada bakımsız, hizmetsiz, perişan olarak yaşayacaktı. Ama, onun bu yaşlı ve narin gönlü böyle bir tercihi kaldırabilecek kadar güçlü değildi.
-Bir hafta daha kalalım kızım, dedi, beni böyle apar topar götürme!
Mevsimler insan ömrü gibi. Güz, yaşlanmış bir ömrün habercisiydi. Kışın nerede yaşayacağına karar veren, kış uykusuna hazırlanan canlılar gibi, Hacer Nine de ömrünün bu son demlerini geçireceği yuvanın neresi olacağına karar vermeliydi. Uykusuz geçen gecelerde, hayatın gerçekleriyle duyguları arasında sıkışıp kalmıştı. Adeta yaşayan bir ölüydü.
Bir sabah kızı onu uyandırmak isterken, cansız bedeniyle karşılaştı. Oysaki gece boyunca ne inleme ne de bir gariplik olmuştu. Evinden acı feryatlar koptu, konu komşu koşup geldiler. Salasını verdirdiler, koca kazanda suyunu ısıtıp yıkadılar. Öğleden sonra cenaze namazını kıldılar. İmam herkesten “helallik” istedi, haklarını helal ettiler. Artık Hacer Nine’nin ne sığınacağı bir eve, ne kendine bakacak bir kimseye, ne de sohbet edeceği bir arkadaşa ihtiyacı kalmıştı. Göçmen kuşlar gibi geldiği bu köyden göçmen kuşlar gibi, bilinmeyen bir âleme uçup gitmişti. Mezarına yerleştirdiler.
Kızı, akşam, annesinin eşyalarını toplarken gözüne onun ilaçları takıldı. En az bir haftadır ilaçlarının hiçbiri içilmemişti. Ona evlatlık görevini yapayım, derken nasıl zor durumlara soktuğunu şimdi anlamış, kahrolmuştu. Annesinin eşarbını eline alarak kokladı, bağrına bastı:
İstediğin kadar kalabilirsin Anneciğim, dedi, istediğin kadar kal!
*Eskiden yol boylarında insanların su ihtiyacı için testi veya su küpü konulan yapı.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.