- 1048 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
ŞAH ABBAS (3 bölümlü tarihi, biyografik, milli-felsefi, ideolojik hikâye) *BİRİNCİ BÖLÜM*
ŞAH ABBAS
(3 bölümlü tarihi, biyografik, milli-felsefi, ideolojik hikâye)
*BİRİNCİ BÖLÜM*
Hikayenin fon müziği: (tasvir edilenlerin daha etkili ve dolgun olması için uygundur ki, hikayeni bu müziğin eşliğinde okuyasınız) www.youtube.com/watch?v=DY6Q7a8kNiA
1622 yılının kışı… Soğuk ve dondurucu hava koşulları zaten Hörmüz limanında çalışan yabancı Portekiz işçiler için dayanılmaz idi. Aldıkları belli ücret ve kalmaya yer dışında burayı zamanında (neredeyse yüz yıl önce) hile yoluyla işgal eden ağalarından ilave hiçbir ilgi ve saygı gömüyorlardı. Sabahtan akşama "eşek gibi" çalışarak gün sonunda birkaç kuruş alıp kesinlikle temizliğine ve hijyenik kurallara riayet edilmeyen kulübelerde en ucuz şarap ve yıpranmış et parçaları ile beslenip buz gibi soğuk, taş gibi sert yataklarda yatmaya mecbur kalıyorlardı.
Onların bazıları hiç aslen Portekiz değildi. Komşu ülkelerden ağır salgın hastalık ve savaş tehlikesi yüzünden gelen göçmenler idiler ki. Sığındıkları ülkedeyse adam yerine konulmadan zorunlu emek fuarlarına, kamplara götürülüp sonra birkaç altın karşılığında Portekiz’in Doğu Konsolosluğuna satılıyorlardı.
Aynı zamanda İspanya ve İngiltere ile savaş ortamında olmak ise kral, zengin aristokratlar ve şövalyelerden daha çok bu yoksul, zavallı halkı, mülteci ve evsizleri dayanılmaz bir azaba mahkum etmişti. Ama galiba uzun süre dertten ah-vah eden, zalim savaşlarda evladını, eşini kaybeden, ağlamaktan gözleri kör olmuş, kırışmış yüzü yara bağlamış yoksul, çaresiz Portekiz annelerin; eşini yıllarca bekleyen ve çocuğunu babasız büyütmeye zorunda kalan yaşça genç, ancak kederden en az on yaş yaşlanmış kadınların Yüce Yaradan’a - Ulu Tanrıya kesintisiz yalvarmalarının bir sonucu olacaktı. Öyle bir gün gelecekti ki, dolanmak, ailesine ekmek parası kazanmak ve genellikle kendi şahsi hayatını sefaletten kurtarmak için evlerinden zorla göç ettirilmiş, yüz kilometrelerce uzakta - kadim Oğuz elinde - Kenger körfezi (bugünkü "İran körfezi") kıyılarında - Hörmüz limanında acınacak koşullarda çalışmaya sevk edilen bu mazlumlar kurtulacak, ağalarının yıllarca onların teri ve kanı pahasına topladığı paraların bir kısmı onlar arasında paylaştırılacak ve kendileri de sakin ve ihtiyatlı bir şekilde vatanlarına döne bileceklerdi. Evet. O gün hiç de uzakta değildi…
Aylar önce... İsfahan. Ulu Türk Hanedanı Safevilerin üçüncü başkenti. Şah sarayı… Dönemin kudretli hükümdarı, yiğit Türk komutanı Şah Abbas Safevi tahtında oturmuş, onun özel talimatı ile yere - ayaklarının altına hizmetçilerinin serdiği, özel desenlerle dokunmuş (sarayın ve memleketin en büyük kilim, halı ustaları tarafından) harita mahiyeti taşıyan halıya bakıyordu. Harita - halıda en son elde edilen topraklar ve bu zamana kadarki operasyonlar tasvir edilmişti. Haritanın başında büyük harflerle, özel ustalıkla, altın nakışlarla "ÂLEMİ BEZEYEN CİHAN HÜKÜMDARI, ŞAHLAR ŞAHI, KUDRETLİ SAFEVİ HANEDANI TEMSİLCİSİ VE YİĞİT TÜRK ERİ, BÜYÜK HAKAN ŞAH ABBAS SAFEVİ" ve onun bu zamana kadar elde ettiği tarihi başarıların kısa açıklaması yazılmıştı. Büyük Türk halıya baktıkça çeşitli duygular geçiriyordu. Hem halını yüksek ustalıkla işleyen sanatçıların yeteneğine, hem de Safevilerin şahsında büyük bir milletin şanlı tarihini, geçmişini, kudretini hatırladıkça şaşırır, sevinir, bazen de üzüyordu. İlk olarak aklına tahta çıktığı dönemler geldi…
Daha 1578 yılında babası Muhammed Hudabende "Şah" seçilen zaman Abbas Mirza (şehzade) Herat valisi olarak görevini sürdürdü. 1581 yılında Horasan’da olan Ustaclı ve Şamlı emirleri Alikulu Han Şamlıyı Hanlar Hanı seçerek Abbas Mirza’yı "Şah" ilan ettiler. Fakat Meşhet valisi Mürşitkulu Han Ustaclı ile savaşta Alikulu Han yenildi, Abbas Mirza ise Mürşitkulu Han tarafından ele geçirilerek 1587 yılında Kazvinin Cehelsütün Sarayı’nda 16 yaşında Safevi tahtına oturtuldu (bu, ta yüz yıllardan beri süregelen kesintisiz iktidar ve taht savaşlarından biri idi ve "Hanedan Korukçu’larının" (Tarikatın, Devletin ve Büyük Soyun gerçek sahiplerinin) özel emrine, taht-iktidar savaşçılarının inancına göre birbiriyle savaşan aile ve soylar önceden belirlenmiş Mürşidin (Şahin) irsi hâkimiyetini kabul ediyorlardı, sadece onun tahta çıkmasından sonraki siyasi aşamayı (daha doğrusu hangi ailenin şaha ve saraya daha yakın olmasını) belirlemek için (bu çoğunlukla yasadışı olarak biliniyordu. Ve daha çok kişisel çıkar niteliği taşıyordu) bir takım çatışmalara sevk oluyorlardı)…
1588… Genç hükümdar Şah Abbas Safevi lalası ve birkaç yardımcıları, vezir-vekili ile birlikte sarayda bir toplantı yapıyordu. (Bazı sahte tarihçilerin gayri samimi ve dolgun olgulara dayanmayan tarzda yazdıklarından farklı olarak, gerçekte Şah Abbas Safevi iktidarda olduğu sürece hiçbir Fars’ın ve Türk olmayan her hangi bir milletin sarayda, devlet yönetiminde söz sahibi olmasına, saygınlık kazanmasına ve güçlenmesine asla izin vermemiştir. Sadece, iktidarının ilk yıllarında yaşının, tecrübesinin azlığından faydalanan bazı saray muhalefeti özellikle iktidarı etkilemek ve onun aracılığıyla zenginleşmek isteğine göre dış destekçilerinin (onları destekleyen bazı Avrupa kralları ve casus teşkilatları) yardımına dayanarak imparatorluk topraklarında perakende ortamda ve azınlıkta yaşayan gayri Türk halklarının temsilcilerinin (başta Farslar olmak) ara-sıra güçlenmesine, saygınlık kazanmasına ve orduda katılımına gayret göstermişlerdir. Şah`ın özel beceriyle ve tarihi ortamdan faydalanarak ülkenin, ayrıca sarayın önceki gücünü geri almasından sonra ise tüm bu girişimlerin önüne geçilmiş, devlete, vatana, millete kişisel çıkarları yüzünden ihanet edenler tek tek belirlenmiş ve en ağır ceza - ölüme mahkûm edilmiştir.) Yaşının ve siyasi deneyiminin az olmasına rağmen, genç Şah hususi hükmedici görünümü, şuh, soylulara özgü duruşu, kararlı ve sert bakışları ile bütün saray adamlarını adeta büyülemişti. Seyrek olsa da, ulu dedesi Şah Hatai (İsmail Safevi) gibi yanlara doğru bıraktığı bıyıkları ve yüzünün sinekkaydı durumu, ala gözlerinin gururlu bakışları, dudaklarının ciddi ve orantı yapısı, elinin birinin belindeki kılıçta, diğerininse tahtının köşesinde duruşu ona oldukça ihtişamlı bir görünüm ve asil, soylu nesilden olan hükümdarlara özgü ün kazandırıyordu. Henüz tam olgunlaşmamış, ancak her tonunda yüksek bir şahsiyet, yüksek hitabet hissedilen sesi ise herkesi onun kararlı fikirlerine, derin bakış açısını anlatan siyasi arzularına ve bütün emirlerine koşulsuz uymak konusunda sanki bir nişane idi. Budur. Kısa bir sessizlikten sonra genç hükümdar Şah Abbas Safevi söze başladı:
- Beni dikkatle dinleyin ve iyice bilin! Ülkemizde bu zamana kadar mevcut olan ve şu anda acil çözüm bekleyen birçok iç ve dış sorunlardan haberdarım. Tahta çıkar çıkmaz becerdiğim kadar bu konuda bilgiler elde etmiş, kısa sürede devletimizin ve milletimizin çektiği milli, siyasi belaların, bayağı konuların ve tüm sorunların çözümü için bir takım planlar hazırladım. Elbette ki bundan sonraki yönetimimde ve sıraladığım deyimlerin çözümünde yüce soyuma, büyük aileme ve atalarımın ruhuna sadık kalarak asıl milli düşünceli has bir Türk hükümdarı gibi hareket edeceğim. Hakan dedem Şah İsmail Safevi, onun oğlu Şah Tahmasp ve babam Şah Muhammed Hudabende’nin hayatını, siyasi, ulusal faaliyetini, özellikle devletçilik ve milliyetçilik çıkarlarını dikkate alarak davranacağım.
Saray adamlarının çoğunluğu genç Şah’tan böyle kararlı ve üstün kumandanlık sergileyen derin içerikli bir konuşma beklemedikleri için hayretten yerlerinde donup kalmışlardı. Şah Abbas ise konuşurken kelimeleri dikkatle seçiyor, anındaca kendine ve devlete yakın bulduğu kişilerin yüzlerine bakıyor, onların rızasını, onun yaklaşımını ve genel olarak sıralanan sorunlardan haberdar olup olmamasını adamların yüz çizgilerinden, mimiklerinden anlamaya, zor da olsa, onların karakterini anlamaya çalışıyordu. Böylece konuşmasına devam ederek gelecek planlarından, devlet ve milletle ilgili siyasi isteklerinden, genelde Safeviler İmparatorluğu’nun geleceğinden bahsetti o zamanların deneyimsiz görünen, sonradan aklı ve kudretiyle bir cihan hükümdarına dönüşen Şah Abbas Safevi…
Bu toplantıdan sonra Kızılbaş hükümdarı böyle bir sonuç çıkardı ki, devleti güçlendirmek, ülkeyi belalardan kurtarmak için her şeyden önce güçlü yeni düzenli ordu kurulmalı, iktidara, saraya ve devlete karşı herhangi zeminde çıkarılan, özellikle dış düşmanların desteğiyle planlanan tüm isyan niteliğindeki konuşmalar ve isyanlar hemen yatırılmalı, kısa zamanda bütün İmparatorluk topraklarında istikrar sağlanmalıdır. Bunu sağlamak içinse her alanda reformlar yapılmalı, özellikle ülke ekonomisinin geliştirilmesine çalışılmalıdır. Daha ta başından beri her şeyi iyice araştırıp toplantıya hazırlanan Şah Abbas her zaman ona ve soyuna sadık olacağına inandığı baş veziri Hatem Bey Ordubadi ile birlikte reformlar planı hazırlayarak çevrelerle gerçekleştirdiği birçok önemli toplantıdan sonra çalışmaların uygulanmaya başlanması konusunda talimat verdi.
İç sorunları çözmek için zaman kazanmak amacıyla Şah Abbas düşündü ki, ilk önce dış düşmanları sakinleştirmek, bir süre onların hücum yönünü ülkeden uzaklaştırmak gerekir. Bu nedenle ilk olarak Osmanlılarla görüşmelere başlandı. Ve 1590 yılında taraflar arasında İstanbul’da barış antlaşması imzalandı. Safevilerin indirime yatkın olduğunu gören rakip oldukça ağır şartlarla kendi isteğini bildirdi. Ve bir süre Azerbaycan’ın birçok doğu toprakları ve Safevilerin egemenliğinde olan Gürcistan toprakları resmen Osmanlılara verildi (zaten fiilen o zamana kadar Osmanlılar o toprakları işgal etmişlerdi, işin resmileştirilmesi, yani Safevi hükümeti tarafından tanınması onları bir süre sakinleştirip edilir "Safevi tehlikesi" düşüncesini yok etti). Ardından sistemli şekilde iç reformlara başlandı...
1593 yılında Şah Abbas Safevi ilk kez tantanalı şekilde Erdebil’e gelerek Kızılbaşların kontrolünde kalan Azerbaycan eyaletleri - Zencan, Halhal, Erdebil, Qaracadağ, Talış, Kızılağaç, Lenkeran, Gızılüzen ve Kür nehirleri arasında bulunan geniş arazi birim Azerbaycan beylerbeyliğinde birleştirdi. Bu beylerbeyliğe Zülfikar Han ve Ferhat Han Karamanlı kardeşleri sırayla başkanlık ettiler. 1595 yılına kadar beylerbeyliğin askerinin sayısı 10 bine kadar arttırıldı ve ona "Azerbaycan ordusu" dendi. Böylece Şah Abbas Azerbaycan’ın bütünlüğünü, Kızılbaşların himayesindeki arazide onun "vakarlı adını korudu, onun Safevi devletine ait olması fikrini sönmeye bırakmadı"…
1603 yıl. Eylül… Şah Abbas’ın ordusu Tebriz’e giderek yaklaşıyordu. Tebriz’in Osmanlı valisi halkın isyan hazırlığında olduğunu ve Şah`ın kısa sürede Tebriz’i geri almak için geleceğini acil mektupla İstanbul’a iletmişti. Sultan böyle bir kısa dönemde Şah`ın, Kızılbaşların yeniden canlanacağına inanmıyordu. Çünkü 13 yıl önce İstanbul’da sulh antlaşması imzalanırken Safevi elçilerinin boyunun nasıl bükük olduğunu ve savaşı bitirmek için her şeye razı olduklarını bildirmeleri Osmanlıyı yanıltmıştı. Bu sırada Safevi tehlikesinin bitmiş olduğunu zanneden Osmanlılar tüm güçleri ile yine Avrupa’ya doğru yönelmişlerdi. Ne var ki Anadolu’nun doğusunda Dervişlerin ve Ahilerin çoğalması son zamanlarda Sultana bir mesaj idi, fakat… Öfkeli Sultan derhal Azerbaycan’daki ordusuna ve yönetime Şaha karşı sert adımlar atmaya emir verse de, gel gör ki, her zamanki gibi yine Tebriz Osmanlı’ya teslim olmak niyetinde değildi. Bu, geçen yüzyılın başlarında Yavuz Sultan Selim’in ve Sultan Süleyman Kanuninin Tebriz’i tutması sırasında da yaşanmıştı. Ancak galiba Osmanlılar Tebriz’i herhangi bir arap şehri ile aynı sanıyorlardı ki, birkaç savaşla tabi olacağını zannediyorlardı. Tebriz yüzyılların cesur, eğilmez, direnişçi şehri olduğunu bir kez daha kanıtladı. Eli yalın nüfus ölümün gözüne dik bakarak Osmanlı askerlerini taşa tutmaya, nasıl derler, yapabildikleri kadar şehri Şah`ın gelişine hazırlamaya başlamışlardı…
1621 yılının başları... İsfahan. Şah sarayı… Tahtında düşünceli bir tarzda oturmuş, yere serilen haritada kaydedilenleri izleyen Şah Abbas Safevi bu zamana kadarki muhteşem tarihi hatırladıkça yüzünde bazen sevinç, bazen gurur, bazen de hüzün çizgileri oluşur ve hatta bazen gözlerinin dolduğunu da hissediyordu. Hayali onu 18 yıl öncesine Tebriz’in Osmanlılardan geri alındığı noktaya götürmüştü. Şimdi 50 yaşındaki olgun bir adam olan Şah Abbas o zamanlar henüz 32 yaşında genç bir komutan idi…
1603 yıl. 14 Eylül… On dört günün içerisinde bu genç kumandan Osmanlıların beklemediği bir zamanda kendi ordusunu İsfahan’dan Tebriz’e doğru yürüttü. Yol boyunca Emirgüne Han Akçakoyunlu-Kacar ve Zülfikar Han Karamanlının orduları da ona katıldı. Onlar Tebriz’e yaklaşırken şehrin nüfusu artık isyanı o noktaya ulaştırmıştı ki, Osmanlı yeniçerileri belli bir çerçevenin içinde neredeyse ablukada kalmışlardı. Ve bu da bir ay sonra Şah Abbas’ın esas kaleni ele geçirmesine olanak sağladı. Kızılbaşlar Osmanlı birliklerini Tebriz’in batısına kovdular. Ardından Şah Abbas kendi ordusunu Aras nehrine doğru yöneltti…
1622 yılının kışı… Hörmüz limanı. Kenger körfezi… Portekizler Şah`ın gelişini beklemedikleri için istedikleri gibi burada "at oynatıyorlardı" (keyifle eğelenerek yaşamak anlamında). Ancak ne kısmetse, aynen Tebriz’in alındığı zamanki ortam artık burası için de yetişmişti. Ücretlerini zamanında almayan, oldukça acınacak, gayri insani koşullarda yaşayan zavallı işçiler kendi ağalarına isyan ettiler. İsyan o yere geldi ki, Körfez’deki başlıca Portekiz ordusu dikkatini düşman İspanya ve İngiltere filosuna doğru değil, iç kargaşayı bastırmaya ayırdı. Bu sırada karadan, uzakta korkulu bir karaltı belirdi. Onun ne olduğunu düşünmek ise onunla karşılaşacak derecede korkunç idi. Evet. Gelen Şah Abbas Safevi ve onun kahraman Kızılbaş ordusu idi…
BİRİNCİ BÖLÜMÜN SONU…
ARDI GELECEK YAZIMDA...
Şanlı tarihimizden esinlenerek yazdı: ELŞEN İSMAİL
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.