- 881 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Ambar Köyünde bir Karslı mezarı
KAHRAMAN MARAŞ OCAK 1981
Kar havası vardı. Ama yağmıyordu.
Kahraman Maraş Halk Eğitimi Müdürlüğü salonunda nerede görev yapacağımıza ait kuraları çekmiştik. İlk görev yerim belli olmuştu. Kahraman Maraş ili Elbistan İlçesi Ambar Köyü ilkokuluydu. Tanımadığım hiç görmediğim yalnızca harita ve kitaplardan bildiğim bir bölgeydi. Oraya giderek göreve başlayacağım. Vatan, millet, bayrak, sevgisiyle dolu, fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür cumhuriyetçi nesiller…
Benimle birlikte ataması yapılan öğretmenler bir arabaya atlayarak, Elbistan’a doğru yola çıktık. İlçeye vardığımızda bardaktan boşanırcasına yağmur yağıyordu. İlçe Milli Eğitim Müdürlüğünün önünde arabadan indik. Islanmayı göze alarak koşar adımlarla binadan içeri girdik. İçeride bizim gibi atama yerlerine gitmek için görev belgelerini bekleyen onlarca arkadaş vardı. Bende diğerlerinin yaptığı gibi evraklarımı görevliye teslim ettim.
İşlemlerimizin yapılmasını beklerken İlköğretim Müdürümüzün konuşma yapacağını söyleyip bizi orta büyüklükte bir salona topladılar. Biraz sonra Müdürümüz gelerek kısa bir konuşma yaptı. Yeni görevlerimizde ve görev yerlerimizde bizlere başarılar diledi. Herhangi bir sıkıntımızda kendisine söylememizi ve ilgileneceğini sıkı sıkı tembihledi.
Bu arada görevli memurlar işlemlerimizi inceleyip sıra ile yapıyorlardı. Hepimizin ilk görev yerleri köylerdi.
Elbistan İlçesi çok geniş bir alana sahipti. Büyük bir bölümü ova olmakla birlikte dağlık kesim de azımsanmayacak kadar çoktu. Ova köylerinin az da olsa yolları vardı. Dağ köylerinin yolları, bilhassa kış aylarında yoğun kar yağışı nedeniyle kapalı oluyor araçlara geçit vermiyordu.
O yıl atamalarımız ocak ayının ilk haftasında yapılmıştı. Ovada bardaktan boşanırcasına yağmur yağarken yüksek yerler de belli ki kar ile nasipleniyordu.
Atamamın yapıldığı Ambar köyüne nasıl gideceğimi düşünürken içim sıkılıyor ama ilk görev yerime bir an önce gitmek içinde heyecanlanıyordum. Görevli memurun ismimi söylemesi ile düşüncelerden sıyrıldım, yanına gittim. Memur elindeki kâğıdı uzatırken;
-Hocam, senin görev yerin Ambar köyü ama maalesef ilçeye çok uzak. Yolu var ama bu mevsimde genelde kapalı olur. İstersen müdür beyle görüş geçici olarak yakın bir yere görevlendirsin.” Dedi.
Göreve başlama yazımı aldığım anki duygularım inanılmazdı, mutlu ve gururluydum. Bu yazıyı alabilmek için ne badireler atlatmış, ne zorluklara göğüs germiştim. Bunu bir ben birde Tanrım biliyordu. Okul hayatım bir film şeridi gibi gözlerimin önünden akıp geçti. Elimde sıkı sıkıya tuttuğum kâğıt olduğu halde kısa bir müddet düşündüm. Kararım katiydi hangi şartlarda olursa olsun atamamın yapıldığı Ambar köyüne gidecektim. Görevli memura teşekkür ederek görev yerime bir an önce gitmek istediğimi, eğer gidemez isem söylediğini yapacağımı belirtip müdürlükten ayrıldım.
İlçeye geldiğimizden beri yağan yağmur şiddetlenerek devam ediyordu. Sanırsın gök delinmiş bulutlar tüm yükünü boşaltmak için ha bire çalışıyordu. Sağa sola koşturmaktan iliklerime kadar ıslanmış ve üşümeye başlamıştım. Bir an önce köyüme nereden, nasıl ve hangi araçla gidebilirdim? Sorup öğrenmeye çalıştım. Cadde üzerinde bir iş yerini gösterdiler. O köyden birine aitmiş, Ancak ondan nasıl gidebileceğimi öğrenebilirdim. Tarif edilen iş yerine hızlı adımlarla gittim. İş yeri sahibi orta yaşlı biriydi. Kendimi tanıtıp köye nasıl gidebileceğimi sordum. Oda bana bu mevsimde hele bu havada çok zor bir yolculuğun beni beklediğini söyledi. Arka sokakta adı İçmeler olan nahiyeye giden minibüslere binebileceğimi geri kalan yolu ise yürüyerek gitmek zorunda olduğumu açıkladı. En az sekiz kilometre yürüyecekmişim. Olsun diye düşündüm sekiz değil on sekiz kilometrede olsa gidecektim.
Yine aynı tempoyla bakkalın söylediği arka sokağa gittim. Neredeyse bütün köylerin minibüsleri oradaydı. İçmeler minibüsünün şoförünü bulup meramımı anlattım. Şoför beni son durak olan İçmelere kadar götürebileceğini söyledikten sonra bir şey hatırlamış gibi irkildi. ”Burada bir kadın var. O da Ambara gidecek. Birlikte gidersiniz. ”dedi. İşte o anda İçime bir sevinç dolmuştu.
Arabada bir koltuğa, geçerek oturdum. Çok geçmeden arabada boş yer kalmamıştı, harekete hazırdık. Şoför Yolculardan, yanında sekiz on yaşlarında bir çocuk olan kadına, beni işaret ederek;
-Ha bu genç sizin köyün hocası, seninle köye kadar gider, artık. ”dedi. Kadın bana başını çevirerek şöyle bir baktı.
-Hocam beraber gideceğiz, tamam mı?
Ne diye bilirdim ki! Sevinçliydim zira yolu bilen birileriyle birlikte gidecektim. Bu benim için bir şanstı. Arabamız hareket ettiğinde nerdeyse akşam olmak üzereydi.
Birbirlerini ara sıra görebilen köylüler yüksek sesle hal, hatır havadan, sudan durmaksızın konuşuyorlarken onları izliyor yöre insanını tanımaya çalışıyordum. Bu insanlarında bizim yörenin insanlarından pek farkı yoktu. “Anadolu’nun güzel canları her yerde aynı” diye mırıldandım. Bu arada arabanın içi iyiden iyiye ısınmış ıslanan elbiselerim kurumaya başlamıştı. Tabi bende az da olsa ısınmıştım. Artık üşümüyordum.
Yaklaşık kırk dakika süren bir yolculuktan sonra üç katlı bir binaya tahminen yüz elli metre kadar yakınlaşmıştık ki, araba durdu. Buranın son durak olduğunu tüm yolcuların alelacele inmesinden anlamıştım. Birkaç dakika sonra arabada benden başka kimse kalmamıştı. Bende indim. Havanın kararmasının yanı sıra hafifçe çiseleyen yağmur yolcuların bir an önce evlerine varmaları isteğini artırıyordu ki eşyasını alan hızla uzaklaşıp gözden kayboluyordu.
Bu arada şoför tekrar yoluna devam etmiş ve ben bir anda yol kenarında yapayalnız kalmıştım. Sağıma soluma baktım. Benimle köye gideceğini söyleyen kadın ve çocuğu otuz kırk metre ilerideki küçük tepenin yamacını dönmek üzereydiler. Bir anda beni unutup gittiklerini düşünüp ilerideki üç katlı binaya doğru yürümeye niyetlendiğim anda kadın bana doğru dönüp;
-Hoca beni takip et, geç kalma. Diye bağırdı. Bu arada yürüme hızını da yavaşlatmıştı. Kadının sesini duyduğumda derin bir oh çekmiştim. Küçük el çantamı koltuk altıma sıkıştırıp koşar adım onlara yetişmem birkaç saniyemi almıştı.
Kadın;
-Hocam bu gece burada, bibimin evinde misafir olacağız. Yarın yola çıkarız.” Dedi. Artık iyice karanlık çökmüştü. Bu saatten sonra yapabileceğim hiç bir şey olamazdı. Olayları akışına bırakıp adeta teslim olmuştum.
Kısa bir yürüyüşün ardından kadının bibi evine varmıştık. Kadın beni ev sahiplerine tanıştırdı ve bizi buyur ettiler. “Tanrı misafirinin başımızın üstünde yeri var “ demeleri beni çok duygulandırmıştı.
Ne güzel insanlardı? Hiç tanımadıkları bir yabancıya evlerini sofralarını açmışlardı. Ben her ne kadar mahcup olup sıkılsam, hatta üşüsem de bu koca yürekli insanların samimi ve içtenlikleri içimi ısıtmaya yetmişti. Gaz lambalarının loş ışıkları altında yenilen akşam yemeği ve sonrasında bazen Türkçe bazen de Kürtçe yapılan sohbet geç saatlere kadar sürmüştü. Nihayet göz kapaklarımız ağırlaşınca yere döşekler serildi. Bana gösterilen yerdeki döşeğe uzandım yorganı başıma çektim. O an ne kadar yorgun olduğumu hissetmiştim. Çok geçmeden yarını hayal ederek derin bir uykuya dalmıştım.
Sabah uyandığımda, benden başkasının yer döşeği kalmamış olduğunu gördüm. Herkes uyanmıştı. Bende çabucak üzerimi giyindim. Dışarı çıktım. Önündeki ufak bir balkonda, evin sahibi ve köye beraber gideceğimiz kadın sohbet ediyordu. Gökyüzüne baktım, doğudan batıya kadar bulutlarla kaplı olmasına rağmen ne yağmur nede kar yağıyordu.
-Hocam, günaydın, iyi uyudun mu? Dedi kadın ve elini karşı karlı dağlara uzatarak. ”işte gideceğimiz yer şu görünen dağların arkasında, şimdi oralara kar yağıyordur. Bugün gidemeyiz. Bu gecede burada kalalım. Hava açtığında gideriz." Diye devam edince İçime bir hüzün çökmüş hevesim kursağımda kalmıştı. Heyecanımın bir anda sönmesine rağmen köyüme gitmek istiyordum. Ne var ki rehberim zamanı bile belli olmayan bir görüş bildiriyordu. Son bir hamleyle itiraz ettim. Bugün gitmemiz, göreve başlamam gerektiğini ısrarlı ve kesin bir dille anlattım. Kararlı tutumum karşısında kadın pes etmişti, Gönülsüzde olsa;
-Öyleyse vakit geçirmeden hemen yola çıkmalıyız. Dedi.
Hazırlıklar yapıldı. Ben kadın ve çocuğu küçük bir kahvaltının ardından hiç beklemeden Bismillah deyip yola çıktık.
Minibüsle geldiğimiz yoldan o üç katlı binanın yanından ileriye dağlara doğru yürümeğe başladık. Yüz elli iki yüz metre ileride ki virajı döndük. Daha sonra adının “Nergele Çayı olduğunu öğrendiğim akarsuyun üzerindeki köprüden geçip, yukarı dağlara doğru çıkmaya başladık. Yaklaşık yüz metre sonra yol karla kaplanmıştı hatta görebildiğimiz her taraf bembeyazdı. Artık yolculuğumuz Karla kaplı zeminde devam edecekti. Yürüyüşten zevk almaya başlamıştım bıkmadan heyecanla umutla yürüdük, yürüdük, yürüdük… Ara sıra “geldik mi?” soruma karşılık… “aha ileride az kaldı.” Cevabı vererek öğleni ikindiye ikindiyi akşama devirdik. Artık yavaş yavaş ortalık kararmaya başlamıştı.
Kısa süreli dinlenmelerin ardından karlı yollarda süren bu uzun ve zorlu yürüyüşümüzün sona ereceği anlaşılmıştı. Zira ilerdeki yamaçlarda evler görünüyordu.
-İşte yetiştik “dedi, kadın.
Önceleri tek tük olan evler yaklaştıkça çoğalmaya başladı. Ama Iğdır’ın ve Kars’ın köylerinin aksine toplu bir yerleşim yeri göremedim. Haneler Dağınık bir alana sere serpe yerleştirilmişti. İki yüz ya da iki yüz elli metre kadar gitmiştik ki yolun sonunda derenin içine doğru dikkatlice baktım. İşte oradaydı, alaca karanlığa rağmen önündeki direkte al bayrağımızın nazlı nazlı dalgalandığı okulu gördüm. O anda yaşadığım tatlı heyecan nerdeyse bütün bir gün süren yolculuğun yorgunluğunu bir anda silip atıvermişti.
-Aha işte bu ileride görünen bina köyün okuludur.” Dedi “ bizim iki saat kadar daha yolumuz var. Sen okula git. Orada başka öğretmenlerde var. Havalar düzelince gelir, misafirimiz olursun.”
Ben kadına teşekkür edip okula doğru giderken onlar hızlı adımlarla yollarına devam ettiler.
Okulda benden başka iki öğretmen daha vardı. Arkadaşlarımla tanışmanın ardından vakit kaybetmeden göreve başladım. Sınıfımı aldım.
İlk haftam öğrencilerimle tanışma ve okula gelen velilerle sohbetler halinde geçti. Birbirimize alışmaya çalıştık. İnsanlara ve çevreye çabuk adapte olan bir kişiliğim olduğundan dolayı artık yabancılık çekmiyordum. Dolayısıyla yavaş yavaş köyü ve çevreyi tanıma turlarına başlayabilirdim
Okulumuzun biraz ilerisinde köylülerin vakitlerini geçirdikleri bir kahve vardı. Ara sıra oraya takılıyor, hem köylülerle sohbet ediyor hem de vakit geçiriyordum. Bir hafta sonu yine köy kahvesine henüz tanışma fırsatı bulamadığım köy muhtarını görmek umuduyla uğramıştım. Muhtar haftalardır köyde yoktu ama bu günlerde döneceğini söylemişlerdi.
Kahvehanede Çay içip sohbet etmekte olan on kişi ye yakın köylü vardı. Selam verip altıma bir iskemle çekip cayır cayır yanmakta olan sobaya yakın bir yere oturduktan sonra kahveciye muhtarın gelip gelmediğini sordum. Kahveci
-Dün akşam döndü hocam. Hele bir çayımızı iç muhtar nerdeyse gelir.” Dedi ve ayağa kalkarak çay ocağına gidip fokur fokur kaynamakta olan çaydanlıktan doldurduğu bardağı masamın üzerine koydu. Elbette yapılan ikramı geri çeviremezdim. Kahveciye teşekkür ederek buharı tütmekte olan sıcacık çayı keyifle yudumlamaya başladım.
Kahvede bulunan köylüler hemen hepsi bana “Hocam hoş geldin, nasılsın? Köyden memnun musun?” gibi sözler söyleyerek diyalog kurmaya çalışıyorlardı. Tabi bende köylülerin bu duyarlılığına kayıtsız kalmıyor her biriyle ayrı ayrı konuşuyor, teşekkür ediyor, onlarla samimi olmaya çalışıyordum.
Bu arada kapı açıldı ve her halinden Muhtar olduğu belli olan üstü başı diğer köylülere nazaran daha düzgün, traşlı bir kişi içeriye girdi.
-İşte Muhtar da geldi hocam. Dedi kahveci.
Muhtar selam verdikten sonra yanımdaki iskemleye oturdu, ardından yüzünü bana döndü.
-Amma da soğukmuş, dedi ardından “Yeni öğretmenimiz sensin her hal.” Diyerek elini uzattı. Tokalaştık.
-Evet, benim, dedim.
-Pekte gençmişsin.
-İlk görev yerim. Dedim.
-Hoş gelmişsin hocam. Köyümüzden memnun kalırsın hiç endişe etme. Dedi ve kahveciye dönüp “hele bana bir çay. Hocamınkini de tazele Haso. Çaylar demli olsun”
Muhtar babam yaşlarında ama babamdan farklı olarak pala bıyıklıydı başında kasketi ağzında dumanı tüten eski bir piposu vardı. Görünüşünden babacan ve iyi bir insan olduğu anlaşılıyordu.
-Adın nedir hocam?
-Sadık.
-Memleket nere?
-Kars. Dedim “Kars’ın Iğdır ilçesindenim ama Kars’ta büyümüşüm.”
-Kars Nere bura nere? Diyerek yüzünü ekşitti.
-Nere olacak ki? Dedim “Memleketin her tarafı bizim değil mi?
-Öyle ama yine de epey uzaklaşmışsın.
-Olsun ben memnunum. Deyince muhtar susmuştu sonra birden aklına bir şeyler gelmiş olacak ki gözleri parladı.
-Sadık hocam gel hele benle. Dedi ve hızla ayağa kalktı. Kahvehanenin ağır tahta kapısını itekledi ve o önde bende arkasından dışarı çıktık.
Her şey öylesine ani gelişmişti ki çaylarımızı dahi bitirmeden ve Muhtara hiç bir şey soramadan paltomun düğmelerini ilikleyip ardına takılmıştım. Hava çok soğuktu ve inceden kar yağıyordu. Muhtar önde bende arkasından adeta koşar adımlarla yürümeye başlamıştık. Yaklaşık on beş yirmi dakika kadar süren yürüyüşümüz köyün mezarlığında sona ermişti.
Mezarlık aynen köy gibi engebeli bir arazi üzerinde kurulmuştu. Çevresi uçuk dökük bir duvarla çevrilmiş yer yer çam ağaçları göze çarpıyordu. O kadar çok kar yağmıştı ki mezar taşları zar zor görünüyordu.
Nihayet muhtar diğer mezarlara nazaran daha yüksek bir mevkide olmasından dolayı üzerinde fazlaca kar bulunmayan eski bir mezarın yanında durdu. Bu kısa yolculuk süresinde hiç konuşmamıştı. Ben ise bu soğukta mezarlığa gelişimize bir anlam yüklemeye ve ne olup Bittiğini anlamaya çalışıyordum ki;
-Aha bu mezarda yatanda bir Karslıdır. Dedi.
İnanamamıştım belki de yetmiş, seksen yıllık bir yapı ile karşı karşıya idim. Bir çam ağacının gölgesinde kazılmış, Tabiatın zor şartlarına mazur kalarak erimeye başlamış baş taşı, üzeri düzlenmiş, ufak bir tepenin üstünde olmasa çoktan kaybolup gidecek olan bir mezar. Ve içinde yatan bir Karslı inanılır gibi değildi. Hayretler içerisinde kalmıştım.
-Karslı mı? Diye zar zor sorabildim.
-Karslı evet bu mezarda bir Karslı yatıyor. Diye yineledi muhtar.
Ona da babası söylemiş. Peki, bunun nasıl bir hikâyesi olabilirdi? Yıllar öncesinden bir Karslının yolu Ambara nasıl düşmüştü? O anda içime bir hoşluk dolmuş ve heyecanla atan yüreğimde bu mezarda yatana karşı büyük bir merhamet ve sevgi oluşmuştu. İşte artık bir sebebim daha olmuştu. Daha da bir gönül rahatlığıyla bu güzel insanların yaşadığı Anadolu köyünde görev yapabilirdim. Dakikalarca konuşamadım, daha doğrusu ne konuşacağımı bilemedim. Nutkum tutulmuş sadece mezara odaklanmıştım. Nihayet;
-Peki dedim kimdir bu adam?
-Bir kaçkınmış.
-Kaçkın mı?
-Babam hikâyesini anlatmıştı. Dedi muhtar.
Mezarlıktan ayrılıp köye dönerken şiddetini artıran kar ve fırtınaya rağmen ağustos sıcağında tırpan sallayan Tırpancılar gibi terlemiştim. Anlımdan akan ter damlaları şakaklarımdan süzülüp yanaklarımı ıslatıyordu.
-Anlatır mısın, dedim “bilmek istiyorum.”
ELBİSTAN AMBAR KÖYÜ ARALIK- 1915
Fırtına saatlerdir ortalığı kasıp kavuruyordu. Vakit ilerlemiş neredeyse gece yarısına gelmişti fırtınadan ve zifiri karanlıktan dolayı göz gözü görmüyordu.
Tek odalı eski evde sedirde uyumakta olan genç karı koca havlayan köpeklerin sesiyle uyanmış, uyku sersemliğiyle ne oluyor gibisinden bir birlerine bakıyorlardı. Odalarını sönmeye yüz tutmuş şöminelerindeki közlerin arasından yayılan cılız ışıklar aydınlatıyordu. Korku ve endişe dolu geçen birkaç dakikanın ardından adam duvarda asılı duran av tüfeğini kapıp pencereye doğru yöneldi. Ama pencere buz tutmuş üstelik karla kaplanmıştı, dışarıyı görmenin imkânı yoktu.
Kadın korkudan titriyorken adam “Dışarıda birileri var yoksa köpekler niye havlasın ki? Diye söylendi. Bu saatte kim ya da kimler olabilirdi? Hırsızlar olsa küçücük ahırlarındaki iki koyundan başka çalınacak hiç bir şeyleri yoktu ki. “Eğer onları da çaldırır isek ne yaparız?” diye düşündü. Biraz bekledi ama köpekler susmaksızın havlıyorlardı. “Evet, evet dışarıda mutlaka birileri var” dedi ve çaresiz kapıya doğru yöneldi.
-Mahmut ne olur gitme. Diye bağırdı kadın ”korkuyorum ” Mahmut karısının yüzüne baktı;
-Korkma hanım hiç bir şey olmaz. Dedi. Eğer koyunlarımızı çalsalar; düşünmek bile istemiyordu koca kışı nasıl atlatacaklardı? Kapının beşe on kalastan yapılmış tahta sürgüsünü indirdi yavaşça açtı. Rüzgârla birlikte içeri kar taneleri doluşmuştu.
-Kapıyı arkamdan kapat benden başka kimseye açma. Deyip dışarı adımını attı.
Etraf göz gözü görmeyecek derecede karanlıktı ve mütemadiyen esen rüzgârın sesi köpeklerin sesini bastırıyordu. Ardından köpeklerin havladıkları istikamete doğru dikkatlice yürüdü
Sahiplerinin geldiğini gören köpekler daha bir cesaretle ileri doğru atıldılar. Mahmut’ta onların peşinden diz boyu kara bata çıka yürüdü. Az ileride yavaş hareketlerle hareket eden bir karartı vardı. Köpekler karartıya doğru seğirtti.
-Kimsin? Diye bağırdı “cevap ver kimsin?”
Karartının cevap verecek hali yoktu yalnızca ellerini ileri doğru hareket ettirerek karın içerisinde ileri doğru sürünmeye çalışıyordu. Mahmut onun yardıma muhtaç bir insan olduğunu görünce elindeki silahı bıraktı ve köpeklere” çekilin” diye bağırıp adama doğru yürüdü.
Evet, bir insandı ve bu insan değil hırsızlık yapmak yürüyecek halde bile değildi. Üstelik soğuktan donmak üzereydi. Güçlü kollarıyla yerde bitkin yatan adamı kavradı hızla eve doğru yürüdü.
-Hanım hanım diye bağırdı aç kapıyı. Kocasının sesini duyan kadının üzerindeki korku bir anda uçuverdi zaten tamda kapının ardında bekleyen kadın bir çırpıda kapıyı açtı.
Mahmut kucağındaki adamı usulca şöminenin yanındaki şiltenin üzerine yatırdı. Ardından karısına seslendi.
-Ateşi harla hanım adam donmak üzere. Adam gerçekten de donmak üzere idi ve Mahmut donmakta olan bir insanı karla ovalamak gerektiğini biliyordu. Büyük bir tencere alıp dışarı çıktı ve tencereye kar doldurup getirdi.
Adam halsizlikten ve soğuktan hareket edemiyordu gözleri kapalıydı. Yalnızca kesik kesik konuşuyor bir şeyler anlatmaya çalışıyordu. Mahmut’un ise kaybedecek zamanı yoktu hızlı bir şekilde adamın giysilerini çıkardı ve avuçlarına aldığı karlarla vücudunu ayaklarından başlayarak ovmaya başladı.
Bir müddet ovdu, nihayet adam ayaklarını oynatmaya başlamıştı. Mahmut adamın ıslak bedenini havluyla kuruladı kendi çamaşırlarından giydirdi.
Şöminenin yanına serdikleri döşeğe uzandırıp üzerini örttü. Birkaç dakika sonra adam gözlerini açmıştı. Bakışlarında minnet ve şükran hissi mevcuttu.
Mahmut adama;
-Kimsin kardeşim nerelisin? Diye sordu adam zar zor cevap verdi.
-Kars, Karslıyım. Mahmut adamın dediğini anlamamıştı. Karısı
-Karslıyım dedi sanki. Yorma adamı dinlensin. Dedi. ”yarın sabah sorar öğrenirsin” diye ekledi. Mahmut
-Haklısın hatun bırakalım da uyusun.
Adamın gözlerinden çıkan iki damla yaş yanaklarından aşağı doğru süzüldü kar beyazı yastığa damladı. Nefes alış verişi düzensizdi ardından yorgun gözlerini yeniden kapattı ve uykuya daldı.
Şafak sökerken fırtına dinmişti. Adam sabaha kadar sayıklayıp durmuş Mahmut adamın anlından akan terleri kardeş muhabbetiyle silmiş hanımı odayı sürekli sıcak tutmaya çalışmıştı.
Nihayet adam gözlerini güçlükle açmış başucunda duran Mahmut ve karısına bakıyordu. Günlerdir boğazından yiyecek hiçbir şey geçmemiş olduğu alenen belli oluyordu.
Mahmut Şöminenin bir tarafında kor halindeki közlerin üzerindeki tencerede kaynayan sütten bir cezve doldurdu. İçerisine bir miktar şeker tozu karıştırıp adama doğru geldi.
-Al iç. Dedi Mahmut, ancak adamın cezveyi alacak ve dudaklarına götürecek gücü yoktu. Sadece gözlerinde büyük bir acı ve ümitsizlik hâkimdi.
-Hanım bir yastık getir dedi. Mahmut. Kadın aceleyle getirdi. Yastığı adamın sırtına doğru koydu ardından güçlü kollarıyla dik durmasını sağladı. Başını tutup cezveyi ağzına yanaştırdı, zavallı adam zar zor birkaç yudum içebilmişti.
-Konuşabilecek misin hemşerim? Diye sordu. “Kimsin, kimlerdensin, hangi köydensin?”
Ne var ki adam büyük bir acı içerisindeydi. Bir yandan cılız hıçkırıklarla ağlayıp gözyaşı dökerken öte yandan sessiz sessiz bir şeyler anlatmaya başlamıştı.
xxxx
KARS- NİSAN 1915
Evin tahta kapısı akşamın sessizliğini yırtarcasına büyük bir gürültüyle çalınıyordu. Yavrusunu uyutmakta olan kadın beşiği sallamayı bırakarak hızla kapıya doğru gidip açtı. Karşısında her halinden oldukça tedirgin ve telaşlı görünen bir adam vardı.
-Haydi, Zehra çabuk ol. Dedi adam “tez kalk hazırla çocuğu Kars’ı terk etmemiz lazım.
-Ne oldu Süleyman? Yoksa yoksa Aman Allah’ım”
-Evet, saldırıya geçecekler hemen kaçmamız lazım hiç vaktimiz yok. Dedi Süleyman “Ah aptal kafam keşke daha önce gitseydik” diye hayıflandı.
Akşam karanlığı yeni çökmüştü. Gökyüzünde yer yer bulutlar göze çarpıyordu ve ay bulutların arasına bir giriyor bir çıkıyor girdiğinde karanlık çıktığında etrafı aydınlatıyordu.
Büyük bir sessizlik hüküm sürüyordu Kars’ ta ama bu sessizlik hiç hayra alamet değildi. Çünkü kalenin şehre inen yolundan aşağı doğru süzülen sıralı küçük ışıklar göze çarpıyordu. Bu ışıklar ellerinde meşaleler olan askerlerdi ve sokak sokak ev ev gelen ölümün habercisi olacaklardı.
Son günlerde Ermeni çetelerinin Müslümanlara saldıracakları haberleri ayyuka çıkmıştı. Bu yüzden her an hazırdılar, hatta kaç gündür bu günü bekliyorlardı. Süleyman’da dâhil içlerinden kimileri her şeye rağmen söylentiler olmaz diye düşündüklerinden daha evvelce gitmemişlerdi. Ama korkulan olmuş ve Rus askerleri harekete geçmişti. Ruslardan cesaret alan silahlı ve acımasız Ermeni Taşnak çetelerine ise gün doğmuştu. Çünkü onlara vaat edilen büyük Ermenistan hayali artık gerçekleşmeye başlıyordu. Şehirde hatta bölgede bir tane dahi Türk ve Müslüman kalmamalıydı. Bunun için her şey mubahtı. Karşılarına büyük, küçük, kadın, erkek kim çıkarsa çıksın yaşatmayacaklardı.
Nasıl zalimane bir düşünceydi bu? İnanılır gibi değildi. Nasıl olmuştu da yılarca birlikte yaşadığı ekmeğini paylaştığı, düğününde oynadığı, sevinciyle sevindiği üzüntüsüne üzüldüğü komşusunu katledecek kadar kin ve nefret duygusuna bürünmüştüler. Bu şartlar altında Türklerin doğup büyüdükleri topraklarından canlarını kurtarmak için gitmekten başka çareleri kalmamıştı. Çünkü hem silahsız hem sayıca az ve aynı zamanda sahipsizdiler.
Bütün olanları düşünüyorken, Zehra’nın gözlerinden yaşlar süzülüyordu. Terk etmekte olduğu yuvasına son kez baktı. Daha on beş gün önce badanasını elleriyle yapmıştı. Odasını ışıklandıran idare lambasına, yıllar yılı aksi düşen aynasına baktı. Penceresini ve evinin başköşesine yerleştirdiği anne yadigârı köhne çeyiz sandığını, bardaklarını, tabaklarını, kızının özene bezene süslediği beşiğini, duvardaki koşan geyiklerle süslü halısını, odasına serdiği çiçek desenli keçesi en önemlisi hatıralarını geride bırakıyordu. Ama çaresi yoktu. Kaçıp çocuğunu kurtarmalıydı.
Evden dışarı çıktıklarında kim bilir belki bir gün geri geliriz ümidiyle kapısını sıkıca kapattı Süleyman.
Aylardan nisan olmasına rağmen hava kar yağacak kadar soğuktu. Bu mevsimde Cemrelerin tamamı düşmüş oluyordu ama Kars’a değil. Ne olurdu ki biraz sıcak olsa idi. Henüz dört yaşına yeni girmiş kızları olduğu halde alaca karanlıkta sağa sola amaçsızca koşuşan insanların arasına daldılar. Karşılarında uzanan karanlığa doğru ele ele tutuşarak hızlı adımlarla şehrin dışına doğru koşar adımlarla uzaklaştılar.
Nereye gideceklerini bilmiyorlardı. Yürüdüler, yürüdüler. İrevan tarafına gidemezdiler. Çünkü İrevan’da da Türklerin mezalime uğradıklarını, hemen hemen hepsinin Aras nehrini geçerek güney Azerbaycan’a doğru kaçmak zorunda olduklarının haberini almışlardı. İran’a gitmeleri mümkün değildi, oraya ulaşmaları bu şartlarda imkânsızdı üstelik çok uzaktı. En iyisi Anadolu’nun içlerine doğru gitmek diye düşündü Süleyman. Şansları yaver giderse belki hayatlarını kurtarabilirlerdi. Ama bu hava şartlarında nasıl gideceklerdi? Bu kısacık sürede yanlarına birkaç parça giysi ve birkaç gün karınlarını doyurabilecek kadar azık alabilmişlerdi. Nereye kadar dayanabilirlerdi Allah bilirdi. Ve onlara artık Allah tan başka yardım edecek herhangi bir güç kalmamıştı.
Artık etraflarında kendilerinden başka kimse kalmamıştı çünkü birlikte hareket ettikleri insanlar rüzgârın savurduğu yapraklar gibi her biri bir taraflara savrulmuşlardı. Onlar ise arkalarından gelen ölümün soğuk nefesinden kurtulmak için mütemadiyen yürüyorlardı. Arazi yer yer karla kaplı ve sürekli esen rüzgâr havayı biraz daha soğuk hale getiriyor zaman zaman çekilmez oluyordu. Saatlerdir sığınacak ne bir kulübe ne bir mağara nede bir taş kovuğu bulamamışlardı. Kızlarını sırayla taşımışlar, kucaklarında uyutmuşlar ve çok yorulmuşlardı. Nihayet şafak sökerken sığınabilecekleri bir oyuk gördüler.
-Burada biraz dinlenelim. Dedi Süleyman.
Zehra’nın itiraz edecek hali yoktu saatlerdir ne yöne gittiklerini bilemeden yürüdüklerinden adım atacak hali kalmamıştı. Oyuk karı kocanın sığabileceği büyüklükte bir yerdi. “Olsun buna da şükür” diye mırıldandı Süleyman. Hiç olmazsa gün ağarana, hava birazcık ısınana kadar rüzgârdan korunacakları bir yer bulmaları onlar için bir şanstı.
Kızlarını aralarına alarak nemli oyuğun içerisine koyun koyuna uzandılar ve çok geçmeden uykuya daldılar.
Zehra uykusunda yemyeşil çayırların ortasında bir evde eşi ve kızı ile mutlu bir yaşam sürdüğü güzel bir rüya görüyordu. Her güzel rüyanın bir sonu olduğu gibi Zehra’nın rüyası Uzerlerine doğru gelen ve her şeyi alt üst eden bir selin azgın dalgalarında kâbusa dönüşüyor, çığlık atarak uyanıyordu.
Ne kadar uyuduklarını bilemiyordu Zehra ama Güneş epeyi yükselmişti ve hava pırıl pırıldı. Sıcaklık çok olmasa da insanı üşütmüyordu. Süleyman ise Zehra’nın attığı çığlığa rağmen uyanamamıştı.
Zehra kızına baktı tebessüm etti, çocuk kıpırdamıyordu uyuduğunu sandı yanağına bir öpücük kondurdu. Çocuk buz gibiydi o anda içerisine bir kara korku düştü. “Sibel diye sessizce seslendi Sibel kızım” Birkaç kez tekrarladı, eliyle hafifçe sarstı. Çocuktan hiçbir cevap gelmiyordu.
Birkaç saniye sonra dağların sarp yamaçlarından ciğerleri parçalayan acı bir çığlık yankılandı.
-Sibel Kızımm. Sibelll
Karı koca yine yollara düşmüşlerdi Zehra iki gözü iki çeşme durmaksızın ağlıyor kaderine lanet okuyordu. Ama elinden ne gelebilirdi ki. Yazgıyı değiştirme imkânı olsa kim bilir neler neler yapardı.
Sibel’ini bir dağ başında meçhul bir mezara gömmüştü ama Süleyman’ı için yaşayabildiği kadar yaşamalıydı. Onun bir ermeni kurşununa kurban gitmesine asla dayanamazdı. Aynı şeyleri Süleyman da Zehra için düşünüyordu. Zehra’m sız ben ne ederim nasıl yaşarım diyordu. Birkaç kez kıl payı kurtulmuşlardı ama dağlarda guruplar halinde dolaşan Taşnak çetelerinin nerden ve ne zaman çıkacakları belli değildi.
Kendilerine güvenli bir yer bulmak için günlerdir yürüyorlardı. Lakin neresi güvenliydi ki? Yol bilmiyorlar hiçbir yeri tanımıyorlardı. Önlerine çıkan tek tük köylerinde Türk’ mü Kürt mü Ermeni köyümü olduğunu bilmediklerinden girmeye çekiniyorlardı. Bazen toprakta yeni yeni yeşermeye başlayan yemlik, kuşekmeği gibi otlardan bazen de rastladıkları çobanlardan yiyecek temin ederek karınlarını doyuruyorlardı.
Yine amaçsız yürüdükleri bir gündü. Uzaktan onlarca atlının kendilerine doğru geldiklerini gördüler.
-Zehra’m Hemen saklanalım dedi Süleyman.
Etraflarında saklanacakları bir yer yoktu. Az ileride bir akarsu ve ardında çalı çırpı şeklinde bodur ağaç kümeleri görünüyordu. Öteye geçersek kurtulabiliriz diye düşünüp. Akarsuya doğru koşmaya başladılar. Atlılardan önde olanı onları görmüş ve hepsi birden süratlerini arttırmışlardı. Süleyman Zehra’yı kolundan kavrayıp hiç çekinmeden akarsuyun içerisine doğru çekti. Su çok fazla derin değildi ama hızlı akıyordu. Onlar ise akıntıya rağmen karşıya ağaçların arasına doğru geçmeyi başarmışlardı. Bu arada atlılarda suyun karşı tarafına gelmişler ancak mesafe pek uzak olmadığı için atlarını suya sürmemişlerdi. Ardından hep birlikte silahlarını ateşleyerek ağaçlığı yaylım ateşine tuttular. Kurşunlara hedef olan Zehra ve Süleyman yere düşmüşlerdi.
Atlılar ikisinin de öldüğünü sanıp kahkaha atarak kendi aralarında bir şeyler konuştular. Birkaç dakika sonrada vahşi naralar atarak aynı istikamete doğru sürüp gittiler.
Zehra sırtından Süleyman kolundan vurulmuştu. Ve Zehra’nın yarası ağır görünüyordu. Zehra’nın Ağzından süzülen kan Süleyman’ın ellerini kızıla boyuyordu. Süleyman karısının saçlarını okşarken masmavi gözlerinin usulca kapandığını gördü. Zehra’nın güzel yüzünde Sibel’ine kavuşmanın mutluluğu okunuyordu.
Adeta zamanda kaybolmuştu Süleyman dağlar taşlar ovalarda dolaşır kurtlar kuşlarla konuşur olmuştu. Önce kızı sonra Zehra’sı yaşam onun için onlarla bitmişti. Yağmur kar fırtına hiçbir şeyden korkmuyordu. Leylasını arayan mecnun gibi durmadan yürüyordu. Nereye kime kimlere belli değildi Artık onu görenler ses etmiyorlardı “bir garip kişidir” diyor geçip gidiyorlardı. Kimi çobanlar bir parça ekmek kimileri katık. Süleyman asla istemiyordu ama dağ çobanları işte; yine de onu az da olsa beslemeye çalışıyorlardı. İstese daha çok verirlerdi ama o istemiyordu. O bu dünyadan bir an evvel göçmek Zehra’sına Sibel’ine kavuşmak istiyordu.
Durmadan ağlıyordu gözünün yaşının kuruduğu vaki olmamıştı. Ve Allah’ına yalvarıyordu. “Ey güzel Allah’ım diyordu beni de yanına al. Karımın kızımın yanına al. Al da bu Dünya Cehenneminden kurtar beni. Bu savaştan başka bir şey istemeyen insanlardan kurtar beni. İnsanlığın kaybolduğu insanlardan kurtar beni. Ahh Kars’ım can Kars’ım burnumda tüten Kars’ım hayallerimi kale burçlarına gömdüğüm Kars’ım. Ben seni neyleyeyim ben Zehra’m olmadan seni neyleyeyim ben Sibel’ imsiz seni nideyim?
Kimi zaman karlı dağlar, kimi zaman sıcak ovalar, kimi zaman yeşil çayırlar meskeni olmuş, çobanların çaldığı kavalların sesine uyur uyanır olmuştu. Güçten takatten düşmüş, saçı sakalına karışmış, şakakları ağarmış, çökmüş. Genç yaşına rağmen altmışında görünüyordu.
Günler geçmiş bahar bitmiş yaz geçmiş gene güz ve ardından kara kış gelmişti ama Süleyman’ın kederli yolculuğu bitmemişti. Ta ki…
xxxx
ELBİSTAN AMBAR KÖYÜ ARALIK- 1915
Mahmut elindeki süt dolu cezveyi yere koydu. Çünkü Süleyman artık konuşamıyordu, kısa bir süre sonrada gözlerini kapadı. Bu onun son ve en güzel uykusuydu. Tıpkı Zehra’sı gibi yüzünde tarif edilmez bir mutluluk vardı. Bu mutluluk onun Zehra’sına ve Sibel’ine kavuştuğunun resmiydi.
Iğdır: 04.08.2018- 11.12
YORUMLAR
Kalemine sağlık çok güzel bir kurgu ve anlatım.Bu anlatım senin yazarlık gücünü gösteriyor tebrikler.
Yalnızca konuları biribirine bağlamakta bazı sorunlar yaşanmış,bir de Kars İle Kahramanmaraş;mesafe biribirine çok uzak kalıyor tek eleştirim bu bazı kelimelerde hatalar düzeltilebilir, onlar önemli değil