- 8471 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Şair'ül İslam Yunus Kokan Sözleri
1) Nefsim ki emmare, başkasına ders vermek ne haddime, tüm sözlerim nefsime.
2) Bismillah bir intisab, bir istinad, bir nokta-i istimdaddır ki Kadir-i Mutlak Hâlık’ı, âciz-i mutlak mahlûka yardımcı eyler.
3) İstikamete giden yol, istişareden geçer.
4) İmanın şah damarı tevhiddir, şirk o şah damarı keserek imanı katletmektir.
5) Tevhid imanın, tefekkür ibadetin zirvesidir.
6) Kendini kusursuz görmen, helak olman için yeter; eder Firavun, Nemrud, Karun’dan da beter.
7) Namaz bireyin, zekât toplumun direğidir.
8) Ehl-i tefekkür ile ehl-i gafletin misali şark ile garbın misali gibidir.
9) Ruhun gıdası Kur’an, kalbin teneffüsü namazdır.
10) Şeref ve izzet parayla kazanılmaz; şeref ve izzetle para kazanılır.
11) Çok uzaklardan görünen kumlar ve çakıl taşları değil, sarsılmaz dağlardır.
12) Bilgi ve sevgi ilgi denen şefkatli validenin iki masum ve muhterem evladıdır.
13) İman marifeti, marifet tevazuyu, tevazu muhabbeti, muhabbet şeref ve izzeti cezb ve celbeder.
14) Dil hem zehirdir hem panzehir.
15) Ülfet ve marifetin merkezinde ene vardır. Cehalet ve ilim onda gizlidir.
16) Namaz, her bir âzanı veren Ehad-i Samed’e her bir âzan ile teşekkür etmektir.
17) Bedenin ameli olduğu gibi, kalbin de amelleri vardır. O amellerin en faziletlisi ilahi aşktır.
18) Malumat marifete inkılap etmediği sürece cehalettir.
19) Duygular kalpten, kalp ise ruhtan ders alır.
20) İnsan olmadan Müslüman olunmaz!
21) Bize taştan duvardan cami yaptıracak adamlar değil, gönül yapacak adamlar gerektir.
22) Tevazuda zirve ol; amma benlikte bir zerre bile olma!
23) Candan geçmeyen Cânan’ı bilemez.
24) Duyguların evveli dinlemek, direği okumak ve zirvesi ise şairliktir.
25) Kader yazılan senaryo ve rolü oynamak değil, oynayacağın senaryo ve rolün bilinmesidir.
26) Başkalarının kusuruyla meşgul olmayı terk eden, kendi kusuruyla meşgul olur ve nihayetinde Hakk’a vâsıl olur.
27) Arı gibi çalışanın bal gibi eseri olur.
28) Marifetin nispetinde dua eder ve marifetin nispetinde muamele görürsün.
29) Basar ziya ile basiret nûr ile görür.
30) Tebessüm sadakadır, kahkaha illettir.
31) Aşk ile akan gözyaşları nârı nura inkılab ettiren alamet-i rahmettir.
32) Geçmişi değiştiremezsin; ancak nefes alıyorsan bil ki kendini affettirmek için geç kalmış değilsin.
33) Gül kokmak için, bülbül olmak gerek.
34) Ameldeki nifak eğer tevbe ve istiğfarla temizlenmezse, zamanla itikada sirayet eder.
35) Bir insanı tanımak koca bir âlemi tanımak kadar müşkildir. Zira her insan başlı başına bir âlemdir.
36) İnsan marifeti nispetinde dua eder ve marifeti nispetinde ister.
37) Musibetlerin yağmur gibi yağdırılması meyyit letaifin ihyası içindir.
38) Bir senelik rızkını bir oturuşta yemediğin gibi, bir senelik ibadeti de şimdiden düşünüp dert etme!
39) Üflemekle sönenler kibrit misillü ışık verenlerdir.
40) Zafer sarhoşluğu içinde olanlar yenilgiye namzettirler.
41) İnsanın yarın için gayeler edinmek yerine yaptıklarıyla yetinmesi hele bir de övünmesi ne kötü!
42) Nefsine avans verirsen sonunda iflas edersin.
43) Dünya aldatıcı bir tüccardır.
44) Mevt bir davettir, bir beraattir. Âşığın Maşuk’a visalidir.
45) Kalp çobandır, nefs-i emmare kurt. Kurt sürüye saldırmak için çobanın bir anlık gafletini bekler.
46) Hadisleri ve bilhassa sahih olanlarını inkâr edenler dalalet ve helakin eşiğindedirler.
47) Peygambersiz ve sünnetsiz bir Kur’an Müslümanlığı olmaz ve olamaz!
48) İlmi okuyanlarda, hikmeti susanlarda arayınız.
49) Ömür dakikaları sayılı olan insanın, günün üçte birini uykuya ayırmasına şaşarım.
50) Kaliteye değil, reklama talib olunan dünyada kaliteli adam bulmak bir hayli zorlaştı.
51) İnsan hata yapmayan değil, hatasını görebilen ve af dileyebilendir.
52) Hayal edecek değil, hayal edilecek adamlar gerek memlekete.
53) Ey nefsim! Sen namazı ayakta tut ki namaz da dinini ayakta tutsun.
54) Şiir şairsiz, resim ressamsız, sanat sanatkârsız olmadığı gibi; elbette mükemmel bir ilim ve hikmetle donatılmış insan ve kâinat da sahipsiz olmaz ve olamaz!
55) Ve öyle bir hayat yaşa ki sen dünyadan ayrıldığına ağlama, dünya senden ayrıldığına ağlasın!
56) Ey insan! İyi ölç, iyi tart, hesabını iyi yap. Yevm-i mahşerde evdeki hesabı pazara uymayıp da şaşkın şaşkın bakan adam gibi olma!
57) Sürekli dalaleti telkin eden şeytan ile sürekli marifeti ve hidayeti telkin ederek mücadele edilir.
58) İmanın merkezi kalp olduğu gibi küfrün merkezi de kalptir. Binaenaleyh inkâr eden akıl değil, kalptir. Bu da cüz-i iradeyi şerde istimal etmektendir.
59) Her işiyle, her fiiliyle mükemmel olan Zât-ı Kadir-i Zülcelal elbette mükemmel bir muhabbete layıktır ki bu nihayetsiz muhabbete aşk denilir.
60) Şirkin itikadi olanı var, ameli olanı var, kavli ve fikri olanı var. Hakiki Muvahhid Müslüman itikadi, ameli, kavli ve fikri her türlü şirkten uzak durandır.
61) Merkezinde Kur’an ve sünnet olmayan hiçbir mezhep, hiçbir meslek ve hiçbir meşrep dalaletten kendini muhafaza edemez.
62) Baki olanın kendisine, fani olanın eserine bağlanınız!
63) Dünyada uykusu büyük olanın mizanda hasenatı küçük olur.
64) Günün sekiz saatini yatakta, kalanını ayakta uyuyarak geçirenler bizi nasıl anlasın?
65) İman vicdanda olanı dil ile ikrar etmektir. Küfür vicdanda olanı dil ile yalanlayıp gerçekleri örtmek, görmezden gelmektir.
66) Eserden müessir gibi olmasını beklemek ve hatasız, kusursuz, noksansız insan aramak en büyük kusur ve en büyük noksanlıktır.
67) Kabirleri ve türbeleri ziyaret ediniz! Fakat kabirlerden ve türbelerden meded beklemeyiniz! Meded yalnızca Allah’tan dilenir ve yalnız O’ndan gelir.
68) İsm-i Nûr’a layıkıyla mazhar olanın fiilleri mükemmel bir sûrette ve süratte cereyan eder.
69) Zamana mahkûm olanlar, Allah’a hakiki abd olarak Biiznillah zamana hâkim kılınanları anlayamaz!
70) Kur’an’dan daha doğru bir söz, Resûlullah (s.a.v)’den daha güzel bir örnek yoktur.
71) Sünnetten daha sağlam bir mezhep, vicdandan daha büyük bir müctehid yoktur.
72) Toprak altına giren her çeşit tohumu dirilten nihayetsiz bir hikmet ve kudretin insan tohumunu diriltmemesi ve (hâşâ) diriltememesi düşünülemez!
73) İhtiyaç duyanlar ağız ve dil ile tekellüm ederler. İhtiyaç duyulanlar ise ağız-ı eser ve lisan-ı ilim ile tekellüm ederler.
74) Evet, izzet ve şerefin tamamı Allah’a aittir. O Zât-ı Azîz-i Muizz dilediğine izzet ve şeref verir de o kimsenin ismini hem dünyada hem de ahirette yüceltir.
75) Evliyâullahın sözleri hep birbirine benzediği gibi, tüm Adüvvüllahın dahi sözleri birbirine benzer.
76) Allah dostlarının meclisi gül bahçesine benzer. Allah düşmanlarının meclisi bataklıktan ibarettir.
77) Her kim Allah dostlarına muhabbet ediyorsa bilsin ki muhabbeti Allah’adır. Kim de Evliyâullaha adavet ediyorsa bilsin ki düşmanlığı Allah’adır.
78) Yeis ataletin, atalet cehaletin, cehalet sefahetin, sefahet dalaletin, dalalet nârın davetçisidir.
79) Güzelliğin enva’ı vardır: İmanın güzelliği, ilmin güzelliği, amelin güzelliği, ahlâkın güzelliği, ihlasın güzelliği… Hâ bir de sûretin güzelliği.
80) Ehl-i marifetin hikmetini bilmediğiniz efâli hakkında yorum yapmayınız. Zira onların esbab-ı efâlini çoğu zaman kendilerine sormadan bilemez ve su-i zan edersiniz.
81) Gıybet helal olmadığı gibi, insanların yüzüne karşı eziyet verecek bir şekilde tekellüm de helal değildir bilesin. Terk etmezsen bu işi bedelini ukbada ödersin.
82) Ey nefsim! Oldu zannediyorsan kendini tam, bil ki delildir olduğuna ham.
83) Ey nefsim! Önce yan, sonra yak.
84) Basiret basardan ileriyi görmeli.
85) Marifet hikmet-i hilkattir, tefekkür mukteza-i fıtrattır.
86) İnsanı insan yapan hayâdır.
87) Dua bir anahtardır.
88) Kâmil mürşid hâl ile örnek olandır.
89) Ehl-i gıybet yamyama benzer.
90) Cehalet bir illettir.
91) Gaye-i ibadet şükürdür.
92) Evliyâullahın düşmanı Allah’ın düşmanıdır.
93) Göz eseri görünce, öz müessiri görmeli.
94) Zekât bir kalkan-ı mühimmedir.
95) Tebdil-i isimle mahiyet değişmez.
96) Yokluktaydım Rabbim verdi vücûd, nasıl olur da etmem O’na sücûd?
97) Her şerde dahi bir hayır vardır.
98) Riya salih amelleri yok eder.
99) Hakkı söyleyenler Hakk’ın himayesindedir.
100) İnsanlara liyakatı nispetinde değer verilmeli.
101) Ey nefsim! Ne ise özün, o olsun sözün. Ne ise sözün, o olsun özün.
102) Ruhun gıdası Kur’an’dır.
103) İbadet marifetin habercisidir.
104) Değildir tesettür tarz, nass-ı Kur’an ile farz.
105) Allah örtü ile emretti gizlemeyi zineti, ne yazık ki bir kısım muasırlarımız yaptı örtüyü en güzel zineti.
106) Nefsinin avukatı değil, hâkimi olmalısın.
107) Talebe olmak öğrenci olmanın gayrıdır.
108) İyilik döner durur, yapanı bulur; kötülük döner durur, yapanı vurur.
109) Verirsen malından zekât, artırır o malı Şekûr kat kat.
110) Yücelten de alçaltan da Allah’tır.
111) Dinsiz felsefe bir safsatadır.
112) Gelenek dine eklemek değildir.
113) Muhabbet eken aşk biçer.
114) Sözün doğru olsa da yerinde demek gerek.
115) Âlim bin düşünür bir söyler, cahil bir düşünür bin söyler.
116) Evliya kalp kırmaz.
117) Şu elimizdekiler altın ve elmastır, kullandığımız tek para ihlastır.
118) Şems çıktı nücum kayboldu.
119) Her gördüğünü tesettürsüzlükle suçlamak yerine, önce gözlerine tesettürü emret bak gereğine!
120) Eser müessiri tanımak içindir.
121) Büyük uykular kabre tehir edilmeli.
122) Kap dolmadan taşmaz.
123) Sünnetin inkârı Ebû Cehil’den de cahil eder insanı.
124) Kitap yüklenmek için akla ne gerek? İlmiyle âmildir âlim, bilmek gerek.
125) Edepsizle bir olmak ilme hürmetsizliktir.
126) Kul dediğin her işi Allah için yapar.
127) Fıtratta kibire yer yoktur.
128) İlmin şükrü tebliğdir.
129) Uyku gayenin habercisidir.
130) Kimi ihtiyaçtan konuşur, kiminin konuşmasına ihtiyaç duyulur.
131) Teşbih-i kelam teşbih-i itikaddan gelir.
132) Yeis nârın davetçisidir.
133) Zahire aldanma, ehl-i siyasetin işine karışma.
134) Duanın keyfiyeti marifete delildir.
135) İnkâr eden akıl değil, kalptir.
136) Asrın adamı asrın dışında olmalı.
137) Kabirlerden ve türbelerden meded beklenilmez.
138) Âlimin ilmine, tebliğdir şükür. Zalimin zulmüne korkma tükür!
139) Ey sen âmir! Edemezsin kırdığın bir gönlü tamir, iyisi mi seç sen kendine güzel bir zamir.
140) Kál ile öğüt veren çoktur, hâl ile örnek olan yoktur.
141) İlimle tedavi edilmezse illet-i cehalet, bil ki artarak olur sonunda dalalet.
142) Kur’an’dır Allah’a ulaştıran hakikat, nefsindir eğer binebilirsen hakiki at.
143) Aslı çirkin olanı, değiştiremez onun adı.
144) Vermişse Allah bir kuluna ilm-i simayı, bir bakışta anlar yürekteki davayı.
145) Ey nefsim! Yılan gibi kıvrım kıvrım olup, yalanla oynama! Ok gibi dosdoğru ol, hedeften sapma!
146) Uyku beş saattir, çoğu kabahattir.
147) Sen Türk, sen Kürt, sen Arap’sın dediler; millet-i İslâmiye’yi bu ateşle erittiler.
148) Her kime verdiysen layık olduğundan fazla değer, bir gün gelir elbet seni buna pişman eder.
149) Uğradı mı bir beldede salihler atalete, fasıklar hâkim olur o beldeye elbette.
150) Kur’an sedası, ruhun gıdası; şirk kokan müzikse, olsa olsa ruhun belası.
151) Ve bir şiir ki tüm şiirleri sil baştan yazdıracak. Ve bir iman ki Hakk’ın adını yüreklere kazdıracak.
152) Zaafiyet-i ibadet, eder zaafiyet-i marifete işaret.
153) Ey nefsim! Avukat gibi nefsini savunmayı bırak, hâkim gibi nefsini sorgulamaya bak!
154) Mümine yaraşmaz boş durmak, saltanat-ı hakiki kulûb üzerine taht kurmak.
155) Uyan ey insan ölüm var ayıl! Seni hikmete sevk eder akıl, hayvan gibi yaşayacaksak, ne diye verildi ki şu akıl?
156) Abdullah İbni Ömerler için, Ömer gibi pederler gerek! Yeni Fatihler için, yeni Akşemseddinler gerek!
157) Hakk’ı bilendir hakiki âlim, Hakk’ı tanımayandır asıl zâlim.
158) Samimi olanın zikredilir ismi Arş’ta, zıddı olanın ismi silinir en başta.
159) Kendim bildim bileli, uyudum mu bilmem. Ben göz kapamaya, uyku demem.
160) Her kişi kazancında dökmeli ak ter, elzemdir insana önce karakter.
161) En aziz kişi nefsine galip olandır, en âciz kişi nefsine mağlup olandır.
162) Ne dünya ne de ukba, gayemiz yalnızca ilahi rıza.
163) Üsluptaki virüslerdir bu davada en büyük düşmanımız bizim, dile format gerektir azizim.
164) Üzmeler ve küsmeler; kırgınlıklar ve kızgınlıklar hep birbirini kovalar.
165) Ha bir cami yıkmışsın, ha kalp kırıp gönül yıkmışsın. Namazdan mânâ ne? Sen kâbeyi yıkmışsın!
166) Asla gözüne haramı gördürme! Bin latifeni bir bakışla öldürme!
167) Ömürdür dünyadaki sermaye, hasenattır ukbadaki sermaye. Uyan ey gafil nefis, nasıl olur da boş geçer bir saniye?
168) Gözlerden akan yaşlar, türâb-ı kalbi sular.
169) Ârif her musibetten bir ders-i ibret alır, cahil ne gelse başına kul yaptı sanır.
170) Ben hiçbir şey söylemedim ve hiçbir şey yazmadım; yalnızca yüreğime, bir ayna bıraktım.
171) Şükür tohumdur sabır suyu; esirgeme ki suyu, yeşersin şükür tohumu.
172) Kul kuldan istedikçe eder tedenni, Hakk’tan istedikçe eder terakki.
173) Allah deyu deyu çıktım dağlara, haykırdım doya doya. Taş bağırlı dağa kim ne duyura?
174) Bil ki güldür onlardaki bağır, adavet ettiğin Allah dostu ise bedeli ağır.
175) Nimeti yalnızca Hakk’tan bil! Ta ki zikretsin hakkıyla O’nu dil.
176) Zannetme ki tevekkül sebepleri terk edip bir mûcize beklemektir, tevekkül esbaba müracaat edip neticeyi Hakk’tan dilemektir.
177) Kenz-i mahfiyi aradım durdum, o hazineyi kırık kalplerde buldum.
178) Geceyi yıldızlar aydınlatır amma, bir yıldız ki güneş olur da görünmez başka yıldız ve yakılmaz lamba.
179) Kalp bir tarladır; kimi muhabbet eker, kimi nefret. Mahsulü ameldir, herkes ektiğini biçer elbet.
180) Ehl-i gafletin aşk sandığı şehvani bir muhabbettir, oysa aşk mukaddes ve müberra bir hakikattir.
181) Kabir büyük bir duraktır, sanma ölüm sana çok ıraktır, şu sararıp düşenler yapraktır, nasıl yaşarsan yaşa, sonun kara topraktır.
182) Dediler: “Riyazetle nefis ölür mü?” Dedim: “Hiç düşman geri çekilmekle ölür mü?”
183) Bir yıkılış bin kalkınıştır, bir mağlubiyet bin galibiyettir elbet. Mühim olan yenilgi içinde büyüyen zafer-i ekberi görebilmek.
184) Âyâ zanneder misin zikirler gider boşuna? Zikir ayaklarıyla çıkılır merdiven-i aşkın arşına.
185) Gönül yapanlar bırakır arkalarında gül, gönül kıranlardan geriye kalan yalnız kül.
186) Nefretin misali bir çöl, kupkurudur, kurutur gör! Muhabbetin misali göl, hiç çöle benzer mi gör!
187) Azrail gelince insan etmeli tebessüm, Sevgili’ye götürene nasıl edilmez tebessüm?
188) İbadetin efdalini ararsın, bir taraftan da gönül kırarsın, kâbeyi yıkarak nasıl rıza ararsın?
189) Seher vaktini uykuda geçirmek, musluk açıkken kovayı ters çevirmek.
190) Şairim, sözün âlâsını bilirim; lakin cahilin karşısında konuşmayı, edepsizle bir olmayı, ilme hürmetsizliktir bilirim.
191) Elif gibi dimdik ol amma çok havalardan uçma, düşüşün fena olur sonra.
192) Nefs-i emmare cihetiyle öldüğün gün, odur kalp ve ruh cihetiyle dirildiğin gün.
193) Dünya bir handır, ebedi kalınmaz. Baki için halk edilen kalp, faniye bağlanmaz.
194) Ey nefis! Fani dünyaya aldandın, hiç ölmem mi sandın, koca bir ömürde O’nun rızası için ne yaptın?
195) Hak hakkı özler, batıl batılı gözler. Gördüm yüz verince beş yüz olan yüzler.
196) Sözün menbaı ne akıldır ne de lisan. Sözün menbaı mahall-i imandır bilmeli insan.
197) Ey nefsim! Sen oruç tutuyorsan oruç da seni tutmalı; oruçtan mânâ yalnız açlık sanma, amellerini ateşe atma!
198) Hadis, fıkıh, tefsir, kelam... İlmi talep ettim her an, akıp gider; durmaz zaman. Önce ihlâs derim o zaman.
199) Ey nefsim! Aç gözünü, olma kör, sanat mûcizelerini gör. Bak, üzüm asmasının yaprağındaki nakşa, tesâdüfî olması mümkün mü hâşâ?
200) İlk emridir dinimizin “Oku!” Yarın mahşerde de ilk suali olursa “Okudun mu?” Sen o günün dehşetini şimdiden oku!
201) Empatiyi terk eden insanlığını kaybeder.
202) Ey nefsim! Sen bilmediğinin âlimi, bildiğinin cahilisin. Tevâzuyla insan olur, kibirle yok olursun.
203) Biz önce Müslüman’ız, Sonra Türk’üz. Biz önce Müslüman’ız, Sonra Kürt’üz. Biz önce Müslüman’ız, Sonra Arab’ız, Fars’ız, Çerkez’iz, Laz’ız...
204) Aşk; gül demek, bülbül demek, bülbüldeki vefâ demek.
205) Azaplara atar, bil! Hikmetsiz konuşan dil.
206) İnsan ölümsüz değil, sen Hakk önünde eğil.
207) Ey nefis! Tetiği çeken sensin, sonra da kader mahkûmuyum dersin. İyilik gelse başına hepsi benimdir dersin, su-i ihtiyarından gelen bir kötülüğü, sahiplenmez; kaderindir dersin.
208) Bil ey nefsim! İyilik onu emreden külli irade sahibinin, kötülük O’na isyan eden bedbaht nefsinin.
209) Ey nefis! Gel etme gurur! İbadettedir asıl onur. Kulûb bulur, Zikrullah ile huzur.
210) Resûl’den aldım hilim, Rabbim verdi ilim. Kesilsem dilim dilim, yine de Hakk der dilim.
211) Bak şimdi şu diline! O Rahman’dan hediye. Tercüman latifene, mûcize-i azîme...
212) Bırakmalı günahta inadı, helal lokmadadır nimetin tadı.
213) İster piyango desinler, ister loto, ister ganyan. Hepsi kumardır, bilsin bunu oynayan!
214) Nasıl oynar Müslüman kumar, haram lokmadan ne umar?
215) Özgürlüğe ölüm, kuşa bir kafes. Kim bilir, ne zaman verilecek son nefes? Zannetme hayattan gaye, sadece heves! Kâlû Belâ’yı nasıl unuttun, ey ruh, sana pes!
216) Uyan artık gafletten, ölüm ansızın gelecek! Sanma herkes de seninle bir gelecek.
217) Geldin bir damla su ile, gidişin bir tohum ile; bu kibir gurur ne diye?
218) Ölüm haktır, kaçış yoktur. Her nefis tadacaktır, ruh bedenden çıkacaktır.
219) Gördüm vefat var bir evde, ağlıyorlar dört bir yerde. Göz yaşları dönmüş sele, sanki gidişi nereye?
220) Öleceğim bir gün ben de, ağlamayın hiçbir yerde! Düğünümdür, düğünümdür! Sevgili’ye dönüşümdür.
221) Aynı adama baktılar, farklı adlar taktılar. Şair denen aynada, onlar kendilerine baktılar.
222) İman bir nur olur, kiminde kibrit olur. İman bir nur olur, kiminde şems olur.
223) İlim başta taşınan elmastan bir yüktür, insan yükü nispetinde ihtiyatlı yürür.
224) Dersin: “Ne kadar söylesem az.” Bil ki kelamdaki i’cazdandır icaz.
225) Ebrehe’nin filinden, hak korudu şerrinden. Yüz çevirme beytinden, o gönül evinden.
226) Çok kandıran, hep aldatan; dünya yalan, var mı alan?
227) Geçer zaman, deme aman! Olma pişman, oku Kur’an!
228) Bil ki bir an, ömür bu an; zıddı yalan, zıddı yalan.
229) Dolam dolam, kalbi sokan; yalan yılan, olur ayan.
230) Özünle yan, sözünle an! O’na dayan, aşka uyan!
231) Kalbini Rahman’a teslim eyledi. Evirdi, çevirdi; dile getirdi.
232) Bu aşk her zerremi Şems eyledi; kül etti, gül etti, mecnun eyledi.
233) Aşkına düşenler bayram eyledi. Yûnus bu aşka hayran eyledi.
234) Bir hiç iken var eden, Sen’sin beni halk eden. Sen’den gayrı kimim var, Sen’den gayrı kimdir yâr?
235) Sen’sin dil, dudak veren; Sen’sin el, ayak veren. Sen’den gayrı kimim var, Sen’den gayrı kimdir yâr?
236) Andığım, yandığım; hecemsin, dizemsin. Beyitim, şiirim; her şeyim Sen’sin, her şeyim Allah.
237) Amele güvenmem, cenneti düşlemem. Aşkımdır sermayem, sevgindir himayem.
238) Sadır oldu, satır oldu; Rabbim sevdan bana doldu.
239) Seherlerde er eyledi, zikrine nefer eyledi. Bak, bu sevda ne eyledi!
240) Her verdiğin sümbüldür, Yûnus aşkınla bülbüldür. Sen’den bana gelen güldür; ister öldür, ister güldür. Ölüm benim düğünümdür.
241) Tek Sevgili, en Sevgili, ne güzelsin Sen Sevgili! En güzelsin Sen Sevgili.
242) Şol kalbim lütfunla sezer, mazlumun dilinde gezer, zalimleri tümden ezer, bu sözler dünyayı gezer.
243) Bülbül etti, söylettirdi; aşkın beni, benden etti. İlim etti, hilim etti; aşkın beni benden etti. Özüm etti, sözüm etti; aşkın beni, benden etti. Fikir etti, zikir etti; aşkın beni, benden etti. Kitap etti, hitap etti; aşkın beni, benden etti.
244) Kırık kalbimde, bin şiir yeşerdi. Rabbim bir zerre muhabbetin, ebeden yeterdi.
245) Kalbim geldi dile, seslendi âleme. Deftere, kaleme hacet ne diye?
246) Elden ele kitabımız, dilden dile hitabımız. Gönülden gönüledir, aşk denen ikramımız.
247) Satırlardan sadırlara, sadırlardan asıllara, asıllardan asırlara, aşk denen ikramımız.
248) Arzı kaplar bu davamız, Arş’a çıkar niyazımız, gül kokulu yazımız, aşk denen ikramımız.
249) Yaram var derinde, aşk Allah’ın evinde. Derman yok derdime; Sen’den gayrı, Sen’den gayrı.
250) Bir hece var dilimde, bedenimin başkentinde. Duyan yok sesimi, Sen’den gayrı, Sen’den gayrı.
251) Kanlı yaş var gözümde, Sen’sin tek yâr özümde. Sevemem hiçbir şeyi; Sen’den gayrı, Sen’den gayrı.
252) Ruhumun derinliğinde, kalbimin zirvesinde, Yûnus’un benliğinde; sarmaşık aşk, sarmaşık aşk…
253) Muhabbetin illerinde, tasavvufun başkentinde, Yûnus’un benliğinde; sarmaşık aşk, sarmaşık aşk…
254) Ağlayan gözlerimde, gül kokan sözlerimde, Yûnus’un benliğinde; sarmaşık aşk, sarmaşık aşk…
255) Dua dua kanat çırpar, kuşlar Hakk deyu uçar; lâ maşuka illallah.
256) “Hu!” deyu aşka eser, rüzgâr emrinde nefer; lâ maşuka illallah.
257) Ağaçlar çiçek açar, yaprağıyla el açar; lâ maşuka illallah.
258) Zerre döner, dünya döner, aşkınla âlemler döner; lâ maşuka illallah.
259) Sen güzelsin, ne güzelsin; lâ maşuka illallah. Sen güzelsin, en güzelsin; lâ maşuka illallah.
260) Ateşten korkmam, korkum Sen’den; Sevgili! Sevgili! Sevgini ver Sevgili!
261) Cenneti istemem, huriyi neyleyem? Sevgili! Sevgili! Sevgini ver Sevgili!
262) Ne baldan ırmaklar, ne sütten ırmaklar; Sevgili! Sevgili! Sevgini ver Sevgili!
263) Seyyah aşkınla deli, neylesin yemişleri? Sevgili! Sevgili! Sevgini ver Sevgili!
264) Pınarlardan bana ne? Ağaçlardan bana ne? Sevgili! Sevgili! Sevgini ver Sevgili!
265) Ne hayaldir ne emel; makamlar ve mevkiler. Sevgili! Sevgili! Sevgini ver Sevgili!
266) Dost Dost’undan, hiç olur mu ayrı? Ey Rabbim, dost yoktur Sen’den gayrı!
267) Yol gözlerim, hep özlerim, hak sözlerim. Bak gözlerim, şol meleği ara!
268) Kömür içinde elmas gibidir her veli, insanlar içinde binler hikmetle gizli; hor görünür, gülünür sanılır bir deli.
269) İhlas ile sıradan ameller olur ibadet, ihlassız ibadet dahi olur helaket.
270) Ümit kesme Rabbinden! Yüz çevir kesretten! Tövbe eyle yürekten! Son nefese ermeden, ölüm sana gelmeden.
271) Aşkın ile ağlıyorum, su olmuşum çağlıyorum, yalnız Sana çağırıyorum, varlığınla gurur duyuyorum.
272) Hilim içindedir ilim.
273) Lütfunla günahlara kördüm, her şeyde Sen’i gördüm, âlimler içinde zalimler gördüm, şol hilim içinde ne büyük ilim gördüm.
274) Ulvi bir hizmet ile meşgul olanı, süfli bir hizmete davet, ne kadar eblehçe bir hareket!
275) Ömrüm güller içinde, güller gönlüm içinde, sırlar sırlar içinde, rüyaların içinde, cevabı bir niçinde.
276) Rabbim ne bildirdiysen hepsi doğru, ne olur uçur bizi Arş’a doğru.
277) Ey zalimler! Ey gafiller! Günahkâr gözlerinizle, gaflet dolu gönlünüzle, Allah’ı göremiyorsunuz diye, O’nu yok mu saydınız? Yoksa O’nu yok mu sandınız?
278) Ey Varlık! Gösterme darlık!
279) Sen’den gayrı yoktur gerçek varlık, Rabbim gösterme ebeden darlık!
280) Bin ârif gördüm, hepsi suskundu. Bin cahil gördüm, susanı yoktu.
281) Ey reformistler ve ey mealistler! Şunu iyi biliniz: Biz ki ehl-i sünnetiz, hakikati tasdik ve teyit idrakı tahsin ve tecdittir vazifemiz.
282) Müctehidin gayesi odur, olur marziyat-ı ilahi. Mübtedi’nin gayesi odur, olur marziyat-ı insani.
283) Kesretten arındım, sevginle barındım. Ben Sana adandım, kabul et Allah’ım!
284) Kelimeler söz olur, kimi zaman aş olur. Bir taş olur, bir ataş. Yüzde kaş olur, baktığın göz olur. Kor olur, köz olur, aktığın öz olur.
285) Tercihimiz baş olmak, benlikte yok olmak, gözlerde yaş olmak, aşk ile tok olmak, açlığa aş olmak, hedeften sapmayan dosdoğru ok olmak, müttakîne baş olmak.
286) Çağrımız Kur’an’a, akıl ermez durana. Selâm olsun duyana, bu davete uyana, Hakk adını anana, aşkımızla yanana.
287) Hakk âşığı hakikatın elidir, halk nazarında yalnız bir delidir; mum gibi erir, etrafına ışık verir.
288) Hastalık, sıkıntı, musibet olur günahlara kefaret, yahut olur terakkiye alamet. Yeter ki sen güzelce sabret!
289) Diplomayla âlim olunmaz. Para kazanmak için, ilim tahsil olunmaz.
290) Kur’anla dirileceğiz, sünneti bileceğiz. İlim ile hikmet ile İslâm kokan güller ile bülbül olup öteceğiz.
291) Rahmet-i Rahman şamil, ahkâm-ı Kur’an ile âmil, görür insan-ı kâmil.
292) Tasavvuf Allah’ı sevmek, Allah için sevmek, Allah için olmayan her ameli ve her sevgiyi Allah için terk etmektir.
293) İsraf etme zamanını, sen kalk kıl namazını! Hakk’tan dile amanını! Duyar O niyazını, ne hoş verir cevabını.
294) Siyasetle iştigal edenler de gerek elbet. Lakin bizim vazifemiz yalnızca diyanet.
295) Dersin: “Dua öner!” Elin başka söyler, dilin başka söyler. Dua sana n’eyler?
296) Yazmadım, yazdırıldı. İman için, İslâm için, gül kokan bülbüller için yüreklere kazdırıldı.
297) Ara dur, hilkatteki gayeyi bul! Hikmet budur, Hakk’a olmak güzel bir kul.
298) İmandır yüreklerin ferahı, kalmaz kimsede mazlumun ahı.
299) Terk edersen şol dünyada ihlası, görürsün ukbada gerçek iflası.
300) Ettin kendine yazık, günah ne kötü azık.
301) Hakk içindir insan aklı, vicdan ki her daim haklı.
302) Vahiy önce gelir ey akil! Yerinde kullanılmalı nakil.
303) Ey nefsim! Sükut et, abes konuşmayı kes! Rüzgâr ol, hikmet es! Bilemez bizi herkes.
304) Kulaklarda aşk dolu dizeler, dudaklarda aşk kokulu sözcükler. Birdman Father bu dünyayı n’eyler? Muhabbet-i Vedûd bize, ebeden yeter.
305) Şol Yûnus ki ham idi, Hakk ilham eyledi, kulluğa erdirdi, orada aşk önderdi.
306) Âşıklar aşk derler, Hakk deyu dönerler. Onlar bu yolda erler, “Kul ol da gel!” derler.
307) Hakk’tan gelen ferman, tüm dertlere derman.
308) Hakk’tan ilham geldi sadırıma, sadırımdan döküldü satırıma. Aşk dolu sineler hatırına, yazılanlar ikram insanlığa.
309) İman dolu yürek, sarsılmaz dağdır. İman aşk ile kıyamdadır. Âşık ölmedi, aranızdadır, sağdır.
310) Ölüm gelip çatmadan, kalbin son kez atmadan, dön kulluğa! Gel, eyle secde!
311) Yüzde gözdür, olur nur. İmandır gerçek onur.
312) Bir kez geldim dünyaya, âşık oldum Mevla’ya. Yine gelsem dünyaya, sevdam yalnız Mevla’ya.
313) Haksızlık aksızlıktır, akılsızlıktır. Faniyi bakiye, nârı nura tercihtir, şüphesiz ki ahmaklıktır.
314) Marifetullah dediğin, Hakk’ı hakkıyla tanıyabilmek. İlmin güzelliğindendir, “Bilmiyorum.” diyebilmek.
315) Bilmediğini bilmek ilimdir.
316) Allah’ı zikreden asla görmez darlık, Rabbim Sen’den gayrı yoktur gerçek varlık.
317) Tebliğ için iman gerek, ilim gerek, irfan gerek, İlah’a adanmak gerek, Hakk adını anmak gerek, Rabb’e daim tapmak gerek, aşk ile kavrulmak gerek, yakmak için yanmak gerek.
318) Sussam fayda etmiyor, kelimeler yetmiyor. Rabbim Sen’den niyazım, nesl-i Kur’an muradım.
319) Tövbe alma söylemi ve eylemi kiliselerden edildi ithal, yerine iade edilmeli derhal.
320) Kur’an ile sünnetin arasını açmak ve sünneti yok saymak, olur kelime-i şehadetin iki cümlesinden birini yok saymak.
321) Ağlarım oldum mâ-i zemzem, çağlarım Hakk deyu her dem.
322) Seni bir ömür, secdeye götürmeyen iman, cennete nasıl götürsün? Uyan ey insan!
323) Abdalca yaşarım, engelleri aşarım, perdeleri açarım, su misali taşarım, mecnun deyu anılmayan, akılsız sanılmayan, veliye şaşarım.
324) İnsanlara acımayınız, insanları seviniz. Bu bizim meşrebimiz, eğer bilirseniz.
325) Şu dünya ki bir han, her anımız imtihan.
326) Ey nefsim! Yüreğine kin dikenleri dikmek yerine, muhabbet çiçekleri dik ki yüreğinden diline mis kokular süzülsün, dilinden sözlerine hikmetler dökülsün.
327) Gönüllerde kalanlar, gönül alanlar. Hakk dostu olanlar, Hakk’a adananlar.
328) İmansızlık beter eder, büyük nimet rükn-i kader. İman et, gitsin yeter! İman et, bitsin keder.
329) Üç günlük dünyaya kanan, Rabbi değil, nefsi anan, kendini ebedi sanan, odur nâr içinde yanan.
330) Hakikatı bulanlar mutludur, her daim umutludur. Okumak ne güzel bir tutkudur, bu tutkuda olanlar kutludur.
331) “Neden, niçin böyle?” deme! Sabret! Bak, gör tecelli edecek nice hikmet! İbretle seyret! Rabbine şükret!
332) İyilik eden o iyiliği unutmalı, iyilik edilen unutmamalı. Ama tüm iyilikleri Hakk’tan bilip, minneti yalnız O’na duymalı.
333) Beli rükûda eğdir, alnı secdeye değdir. Bu gerçek yükseliştir, aşka gerçek eriştir.
334) Dil ile ikrar, kalp ile tasdik, amel ile ilân, ihlâs ile i’lam budur kâmil iman.
335) Aşk ile geldim vecde, Rabb’e eyledim secde. Şol yükseliş arş, diye! Hakk adını an, diye!
336) Bilmeli bunu gafil, olmamalı cahil. İlmiyle âmil, insan-ı kâmil.
337) O bir eldi, güzel elçi, Resûl geldi, davet etti. Duyduk ve uyduk, Hakk’a kul olduk.
338) Ameldir ilme zabit, Rabbim eyledi âbid. Yeryüzü bize mescit, her zerrem oldu sacid.
339) Dize dize aşka çağır! Duysun bizi mümin bağır. Mazlumdan yükselen sabır, zalimi alçaltan kahır.
340) Kur’an ruh, sünnet göz olmalı. İşte o vakit hikmet olur söz, İslâm olur yüz ve iman olur öz.
341) Nuru nâr çeviriyor, nârı nur çeviriyor. Manzaralar geçiyor, insan dilediğini seçiyor.
342) Ey akıl! Düşün ve hikmete var! Ey arz! Müjde sana! Bahar var, haşir var. Ey ins! Hakikata ağ aç! Ey ağaç! Yaprak avuçların aç, şol duama ol taç!
343) Kalbim anıyor, kalem yazıyor, yaram kanıyor. Sürgündeyim, her bir zerrem aşkla yanıyor.
344) Bilmemeyi ilim bildim, bilmeyi cehalet. İlimden gelen enaniyet var ya işte odur asıl helaket.
345) Fazla dalma derin, hikmet denen okyanus. Ya dünya kokacak Yûnus, ya kokacak dünya Yûnus.
346) Bildim bileli ben beni, kaybetmişim kendimi, sanki bir ayyaş gibi. Yüreğim aşk süzeni, Allah diyor merkezi, Kur’an’dır rehberi.
347) Hak göründü gözümüze, davetimiz Rabbimize. Aşk yer etti özümüze, bal sürüldü sözümüze.
348) Olmak istiyorsan gönüllerde kalıcı, olmalısın sen her daim gönül alıcı.
349) Dünya ki uzun sanılan kısa yoldu. Günler doldu, güller soldu. Yeryüzü kabirle doldu.
350) Aptala malum meçhul olur, abdala meçhul malum olur. Hakk’ı anan hakkı bulur, bizimle olan bizim gibi olur.
351) Mümine yakışan, bir güler yüz ve bir tatlı söz. Budur imandan öz. Kibir denen illetse, olur taşıyana köz.
352) Gayrın kusurunu aramak, götürür gaflet ve dalalete. Nefsin kusurunu aramak, erdirir hikmet ve hidayete.
353) İster öldür beni, ister güldür beni. Aşkın ile döndür, ne olur Sen beni. Bildim bileli ben beni, söylerim deli deli: Sevgini ver Sevgili!
354) Sabret, gör! Bu sonuç sana özel, Allah yapar her şeyi en güzel.
355) Göz ver, yanarak bir başka! Öz er, anarak tek aşka!
356) Allah’tan başka yoktur hiçbir ilah, Resûl Kur’an’ı ne güzel eder izah, Melek-ül Mevt’i görünce gafil der: “Eyvah!”
357) Her nerede isen, Rabbi’nin yoluna dön, gel! İman eden yüreğe yoktur engel.
358) Ne bir dua, ne beddua, bir kelam-ı fukara: Rabbim! Her kim ne murad ediyorsa hakkımda, dergâh-ı ilahiden, ona iki katı ulaşa.
359) Yoksa eğer yüreğinde hak adına hiçbir dava, şeytan ve yardımcıları alkış tutar böyle ava.
360) Hakk’a dönüktür özüm, O’nsuz sönüktür sözüm, dünyalıkta yoktur gözüm.
361) Dersin akl-ı beşerden ırak, insan olur önce çırak. Derim Hak Teâlâ dilerse, usta olur bir anda çırak.
362) Dillerden düşmeyen, aşk kokulu güldür. Günbegün ağlayan, vefalı bülbüldür. Ey Maşuk! Ne olur artık gül, yüzümü güldür!
363) Dil getirir kelime-i şehadet, amel eder her dem ona muhalefet. Bu hâl eder delalet, yerleşmemiş o kalbe hidayet.
364) Aldığımız nefes emanet, verdiğimiz nefes inayet. Şu hayatta sahip olduğumuz an ne? Geçmiş olsun anne!
365) Bilsen ki karşındaki insan cahil, edersen onunla münakaşa, olursun sonunda gafil. Bir iken iki olur cahil.
366) Cahille münakaşa eder insanı gafil.
367) Sorsan herkes her şeyi biliyor! O hâlde bu gafilane söylemler ve cahilane eylemler, Allah aşkına nereden geliyor?
368) Mesleğimi yakamam, meşrebimi atamam. Dağları, taşları kırarım, yıkarım; bir kalbi kıramam, asla gönül yıkamam.
369) Yoktur Sen’den başka hiçbir ilah, ey Yaradan! Ne olur kurtar beni, şu ayrılık denen yaradan!
370) Fatiha ki taleb-i hidayet, Kur’an’dır bu duaya icabet.
371) Anne duası alan yolda kalmaz, baba bedduası alan iflah olmaz.
372) İmandan maksad önce hayâ. Hayâ eden yüzler benzer aya.
373) Ne o yan, ne bu yan, ne de şu han. Hedef cihan, nesl-i Kur’an.
374) Ey nefsim! Bilenden korkma! Bilmediğini bilenden korkma! Bildiğini bilmeyenden de korkma! Lakin bilmediğini bilmeyenden kork! Zira insanların en şerirleri onlardır.
375) Şiirleri aşka nazır, dizeleri sadra kazır. Yûnus vuslata muntazır.
376) Ağız yaydır, kelimeler ok. Yayından çıktı mı ok, artık geri dönüşü yok!
377) Atıldım bir meydan-ı imtihana, iki kapı açıldı bu hana. Tevazu kapısından girdi itaat ve taat, kibir kapısından çıktı isyan ve şenaat.
378) Ey nefsim! Sözlerime ey nefsim diye başlamam, tevazudan değildir bilesin. Zira sen emmaresin, daim tenkit edilmelisin, hakkın övgü değil, yergidir bilesin.
379) Yoktur hiçbir şeyde Sana secdedeki lezzet, ne olur Rabbim Sen rü’yet-i cemalini lütfet!
380) Ellerimi açtım, gafletten Hakk’a kaçtım. Ben Sana muhtacım, esman benim ilacım.
381) Ey nefsim! Nasihat edebileceğin kimselere, nasihat etmemek büyük bir kayıptır. Nasihat alabileceğin kimselere, nasihate kalkışmak büyük bir ayıptır.
382) Topluluk içinde nefislerini medh ü sena ile ananlar, yalnız kaldıklarında bila mecbur nefislerine taparlar.
383) Ey hikmet! Sen İslâm’a giden yolsun, gönlün imanla dolsun. Dilin ne olursa olsun, yeter ki söylediğin hak olsun.
384) Bak, mahlûkat onu okuyor duy! Teslim ol, Kur’an’a uy! Tevekkül ne güzel bir huy.
385) Münafığın nifak oku, neşrediyor nahoş koku. Kibirlinin arşta burnu, göremiyor açla toku.
386) Kur’an’dan alacağız ders-i hakikati, efalimizle anlatacağız her dem İslâmiyet’i.
387) Cismi büyük, fikri küçük, çıktı bir adam karşıma. Dedi: “Ey şair bana baksana! Ben kadere inanmıyorum, ne anlatsan boşuna.” Dedim: “O da senin kaderin anlasana.”
388) Rıza-i ilahi olunca yalnız emel, ibadet olur her bir amel.
389) Şiir vardır evliya eder, şiir vardır eşkıya eder. Şair vardır evliya dahi gıpta eder, şair vardır şakiler de lanet eder.
390) Adın ana ana kendimden geçtim, meşrepler içinde ben aşkı seçtim.
391) Şol sözlerim ki sanma ham, hepsi Hakk’tan gelen ilham.
392) Kalmamış insanda hayâ, ar; sanki cansız, ruhsuz bir duvar. Hasenat sanki ona bâr, gafilden daha müflis kim var?
393) Ne güzel ayrıntı, göz üstüne nakşedilen kaş. Söyle! Kimdir, şu simayı nakşeden nakkaş?
394) Değildir kesreti terk, gerçek marifet. Kesret içinde de vahdet ile olabilmek, asıl marifet.
395) İman çıplaktır, elbisesi takva. Ne güzel zinet, bu elbisede hayâ.
396) Araçları amaç hâline getirmek, ancak hedeften sapmak demek.
397) Bir insan düşün ki samimi, olsa da hakiki bir ami, tek başına fetheder âlemi.
398) Etti her nebi ümmetine rehberlik, peygamber mesleğidir öğretmenlik.
399) Davam gönlü tamirdir, uyku yeri kabirdir.
400) Korku olur cehalet, ilim en büyük cesaret.
401) Yoktur bu dünyaya, ikinci bir geliş. Bak, gör her şey O’nu anlatır insana! Düşün ve aklet! Hikmet ise dilindeki naklet! Bize düşen, sabır ile şükrediş, Melek-ül Mevt’e: “Hoş geldin!” diyebiliş.
402) Menfi millet zillet, müsbet millet izzet. Gün gelir bizi de bir anlayan çıkar elbet.
403) Eğer gaye ise, görmek bir mucize. Bak, kendine öyleyse, gör bin bir mucize!
404) Görmüyorsa haramı eğer bir göz, söylenmese de tek bir söz, yüzden okur yüreği, elbette o masum göz.
405) Hakkı ikrar içindir, övgü Allah içindir. Gayrısı niçindir?
406) En sevmediğimiz iş körü körüne taklittir. Ve en sevdiğimiz iş şevk ve zevk ile tahkiktir.
407) Mesleğimiz tevazudan mürekkep, ilmiyle amel etmeyen olur merkep.
408) Aldanma, fani dünyaya! Bırakır insanı yarı yolda yaya.
409) Büyük israftır boş durmak, hırs nefis için yorulmak, şevk Allah için koşturmak.
410) Resûlullah rahmet saçar, mümin yürek güller açar. Gafil hidayetten kaçar, Hutame kolları açar.
411) Nakış alkışlar nakkaşı, resim gösterir ressamı. Olmaz mı hiç şu hikmetli bedenin nakkaşı ve şu sanatlı simanın ressamı?
412) Haramdır, günahtan bir damardır, piyango kumardır, Müslüman uzak dur!
413) Tahakküm düşürür esfel-i safilîne, istişare götürür a’lâ-yı illiyyîne.
414) Asık surat, çatık kaş, sanki kendi verir aş. Kendine gel arkadaş, olma Karun’a yoldaş!
415) Kişiliğini bulunduğu koltuktan alanlar, şüphesiz onlardır karakter mahrumu olanlar.
416) Süslü dünyaya kandık, o tüccardan ne aldık? Aldandık, hep onu andık! İşte kabre vardık, amellerimizle baş başa kaldık.
417) Yâ Rabbena! Hamd yalnız Sana, övülmekten yana, sığındım Sana.
418) Övülmeye layık olan ancak Allah’tır.
419) Muhabbetten Muhammed etti sudur, Muhammed’e muhabbet olur sürur, Muhammedsiz muhabbette yoktur huzur.
420) Dil ile esfel-i safilîn, dil ile a’lâ-yı illiyyîn, dil ile derin deniz görüne, dil ile girersin gönüle, dostun da düşmanın da o dil ile.
421) Adalet kalem oldu, satırlar hikmet doldu. Hikmetsiz adalet soldu, oldu dalalet.
422) Ben Sen’den bir eser, aşkın eder beter. Yûnus Sen’i diler. Lütfet, cemalin göster!
423) Ey kalp! Ne diye yoruldun?
– …
Dinledim, ben de duydum. Üslupta virüsler buldum, formata ihtiyaç duydum.
424) Ne haddi aşar mezhepleri reddederim, ne de onları müstakil bir din zannederim.
425) Dediler: Referansın kim? Dedim: Hakikaten Allah Azze ve Celle, kavlen ve amelen ahlâk-ı Muhammedi, zahiren Abdullah İbni Âdem.
426) Dünya hayatı bir sürgün, gün gelir biter sayılı gün. Öleceğiz, döneceğiz Rabbimizi göreceğiz.
427) Malum telkin yapışları, Azrail’in bakışları, kalbimin son atışları, vuslata can atışları, Rabbime koşarım, Ma’buduma uçarım.
428) İlim deryasına daldım, ben hilmi senden aldım. Yâ Resûl, sana hayran kaldım!
429) Ferşten yükselir Arş’a, binler dil ile tövbe, dua, niyaz. Arş’tan iner ferşe, sonsuz hikmetle rahmet-i serfiraz.
430) Ben istemem makam mevki, Rabbim Sen sev yeter ki. Kabir ne güzel bir ev ki, seyredilir cennetteki mevki.
431) Örümcek ağından bir yapı, onlarınki vehmi bir kapı, ehl-i küfür yutacak, mahşer günü hapı.
432) Ey Yûnus! Nefsine kondurmuyorsun toz, kibrin aleyhine ne büyük bir koz; ateşe girer olur köz. Marifet dolu öz, ne güzel bir göz.
433) Rüzgâr ol, hikmet es! Göremez bizi herkes.
434) Ruhum hep gurbette, yüreğim hasrette. Hakk’tan uzak durmak, bin bir türlü işkence.
435) Yanıldın ve yanılttın, emelleri uzattın, amelleri kısalttın. Kendini göre göre, kendini bile bile, sen ateşe attın.
436) Dediler: “Ey şair! Muhakkak, sen ancak bir delisin.” Dedim: “Ey Yûnus! Sen muhabbetin eli, aşkın bedelisin. Bırak herkes dilediğini desin.”
437) Gaflet dediğin ne çirkin bir nisyan, daldıkça ediyor insan isyan. Hoş görürsen insan olur İslâm, hor görürsen ziyan olur insan.
438) Ağlayan anlar dizelerimizi, Allah dostu sürer Peygamber izi. Kimileri inkâr eder bizi, kaybeder sonunda izimizi.
439) Bismillah diriliş, dua direniş ve sücûd yükseliştir.
440) Bir damla su ile gelip bir tohum taneciğiyle göçen insana kibir değil, tevazu yaraşır. Kibriya Âlemlerin Rabbi Allah’a aittir ve O’na yakışır.
441) Zulüm karşısında sessiz kalmak, zulme taraftar olmaktan farksızdır.
442) Bir çuval altının içinde üç beş tane sahte altın var diye hiçbir akil insan diğer altınlardan vazgeçemeyeceği gibi, İslâm’da manen altın kıymetinde ve nispetinde olan hadisler içinde de birtakım uydurma hadisler var diye ne diğer hadisler ne de hadis ilmi inkâr edilebilir.
443) Çalışkan insanın beyni ve eli; tembel insanınsa çenesi ve dili çalışır.
444) Tepkilerin ekberi ve ekmeli tepkisizliktir.
445) Sükût en büyük taarruzdur.
446) Hüsn-ü zan hüsn-ü itikaddan gelir.
447) Sınırsız özgürlüğün olduğu yerde özgürlükten söz edilemez.
448) Gözün baştaki yeri, görevi, fonksiyonu ve işlevi ne ise sünnetin de dindeki yeri, görevi, fonksiyonu ve işlevi odur.
449) Toprak altına giren elmanın meyvesinin ve çöp kısmının çürüdükten sonra çekirdeğinden koca, meyvedar bir ağacın yaratıldığını gören nefse; nasıl olur da toprak altında eti ve kemiği çürüyen insanın acbüzzeneb tohumundan ikinci kez yaratılışı akıldan uzak görünür?
450) Müslümana tahakküm değil, istişare yaraşır.
451) Ve öyle bir kelime söyle ki tüm kelimeler onunla hayat bulsun.
452) Tasavvuf ihlâs, ibadet ve muhabbetle aşka ermektir.
453) Tasavvuf ahlâk-ı Muhammedîdir, edeptir.
454) Tasavvuf Allah’tan bir an dahi, göz açıp kapayıncaya dek olsa da, gaflet etmemektir.
455) Bana aşktan soruyorsunuz. Aşk odur ki: Mecnun’u da Leyla’yı da Mevlâ’ya bağlaya. Kalp ekilen muhabbetle gülerken, gözler o toprağı sulamak için ağlaya.
456) Ey nefsim! Biri sana: “İki gözünü bana ver, mukabilinde tüm dünya senin olsun.” dese hiç tereddütsüz: “Hayır!” diyeceksin. O hâlde o iki gözün tüm dünyadan daha değerlidir. Şükrünü eda etmek gerektir.
457) Ehl-i tarikat kalp ile tövbeyle, zikirle gider Tevvâb’a, Kuddûs’e, Vedûd’a. Ehl-i kelam akıl ile fikirle, hikmetle gider Alîm’e, Hakîm’e, Hakk’a. Ehl-i hakikat kalbiyle ve aklıyla; zikirle ve fikirle, ilim ve marifetle gider Allah’a.
458) Sözde mühim olan kelimenin kemiyeti değil, mesajın keyfiyetidir.
459) Ey nefsim! Günün karanlığından değil, gönlün karanlığından kork. Zira gerçek karanlık odur.
460) Kimseye düşmanlığımız yoktur bilesin. Bize kurşun atanlara gül uzatmaktır işimiz.
461) Bir elma çekirdeğinden koca bir ağacı halk eden Rahim ve Hafiz Allah (c.c.) seni o toprak altında yokluğa atıp israf eder mi? Düşün! İnkâr ne yaşamın olabilir senin ne de düş’ün.
462) Nuruyla tüm âlemleri kuşatan Allah’a taklidi bir tarzda mekân isnat etmek doğru değildir. Böyle bir isnatta bulunan eğrilir ve eğriltir. Derhal bu isnattan vazgeçmelidir. Ancak Allah’ın bir ve tek, şeriksiz ve benzersiz oluşunu, yüceliğini ve muhteşem hâkimiyetini ifade etmek için O, pek mukaddes Zât, umum âlemlerin fevkindedir denilebilir, denilir ve öyledir.
463) Ey nefis! Eğer: “Biz ecdadımızdan böyle gördük.” şeklinde bir söylem insan için bir mazeret olsaydı, bu söylemi kullananlar Kur’an’da eleştirilmezdi. İnsan; okuyan, araştıran, öğrenen ve üreten kimsedir.
464) Atadan böyle gördük demek mazeret değildir.
465) Kim İslâm’ı Kur’an ve sünnette ararsa gerçek İslâm’ı bulur ve doğrulur. Kim de İslâm’ı başka yerlerde ararsa hurafeleri bulur ve boğulur.
466) Potansiyel salihler cevval salihlere inkılap etmedikçe ve İslâm’ı ef’âl ve ahval ile tebliğ etmedikçe nesl-i Kur’an ihya edilemez.
467) Akıl hikmete, hikmet istikamete sevk eder. Allah’ın kendine lütfettiği duyguları yerli yerinde kullanan insan meleklerin fevkine çıkar, duygularını doğru kullanamayan insan ise hayvanların da aşağısına iner.
468) Allah rızası için sa’y eden hiç kimse hiçbir yeri ve hiçbir şeyi: “Ben bulduğum gibi bırakırım.” diyemez, her yeri ve her şeyi en güzel şekilde bırakmaya çalışır.
469) Bulduğun gibi değil, en güzel şekilde bırak!
470) Küçük görülen maddeleri israf etmeyen, büyük maddeleri hiç israf etmez. Ve büyük maddelerin israfı küçük maddelerin israfı ile başlar.
471) İsrafın büyüğü küçüğü olmaz.
472) Fıtrat İslâm’ın gayrı olmadığı gibi, İslâm da fıtrattan ayrı değildir.
473) İslâm fıtrat dinidir.
474) Ey nefsim! Yûnus bin Metta (a.s) gibi nefsinden gayrı suçlayacak kimse arama ki nefis hûtundan, sefahat zulmetinden ve gaflet denizinden kurtulasın.
475) İnsan, şu kâinat misafirhanesinde en müşerref ve muhterem bir misafirdir.
476) İnsan, şu kâinat evinin pek cömert ev sahibi olan Kâinat Sultanı Allah Azze ve Celle’nin en çok lütuf ve ihsanına mazhar olan bir misafiridir.
477) İnsan, kabiliyetlerinin niceliği ve niteliği itibarı ile sayısız yüksek ve alçak makam ve mertebelere aday akıl ve irade ile donatılmış sanatlı bir eserdir, canlı bir aynadır.
478) İnsan, sonsuz âcizliği, müthiş zayıflığı ve sayısız fakirliğiyle beraber mutlak bir kudretin, mükemmel ve sonsuz kuvvetin ve sonsuz bir zenginliğin tecellisine mazhar şuurlu bir aynadır.
479) İnsan, Kâinat Sultanının esma-i hüsnasının ve sıfat-ı kudsiyesinin en mükemmel aynasıdır.
480) Başarıyı yakalayanlar hiç hata yapmayanlar değil, kendi hatalarından ve başkalarının hatalarından ders çıkarabilenlerdir.
481) Tasarruf; fuzuli her sözün, lüzumsuz ve gayri zaruri her işin terk edilmesidir.
482) Nefsini yönetemeyen kimseleri yönetici tayin etmeyiniz. Aksi takdirde zulme iştirak edersiniz.
483) Dediler: “Bize öyle bir nasihatte bulun ki bir daha senden nasihat istemeyelim.” Dedim: “Hakk’ın tüm emirlerine itaat ediniz! Hakk’a ve halka verdiğiniz sözlere riayet ediniz!”
484) İyi bir yönetici kimi hangi vazife ile tavzif edeceğini iyi bilendir. Bunun içinse, istidatları keşfetmek gerektir. Ezcümle bu da ayrı bir yetenek gerektirir.
485) Önce keşfet, sonra tavzif et!
486) Asıl hastalık gaflettir, iman zayıflığıdır ve günah mikroplarının kalbi tümöre uğratmasıdır.
487) Sahih tasavvuf Kur’an ve sünnettedir. İnsan, tasavvuf zannıyla söylenen kendini şirke düşürecek her türlü sözden ve yapılan her türlü eylemden uzak durmalıdır.
488) Rehberi Kur’an ve sünnet olmayanın, şüphesiz ki rehberi şeytan ve nefs-i emmare olur.
489) Herkese eşit muamele etmek adalet değil, bir nevi zulümdür. Zira adalet hakkın mizan ile taksimi ve takdimidir.
490) Liyakatin hâkim olmadığı yerde dalkavukluk hüküm sürer.
491) Allah dostlarının sözleri kılıç gibi keskindir, ama ok gibi de dosdoğru.
492) İyi bir konuşmacı olmanın yolu iyi bir dinleyici olmaktan, iyi bir yazar olmanın yolu iyi bir okuyucu olmaktan geçer.
493) Ey nefis! Bil ki, bu kâinat ve tüm mahlûkat aynadır! Sana Hâlık’ını anlatır ve Malik’ini tanıtır.
494) Âlem-i şehadet, tüm mahlûkat ve zerrat sonsuz diller ile O, pek mukaddes, Zât’ın varlığına ve birliğine işaret, delalet ve şehadet eder.
495) İslâm’ı doğru bir şekilde, güzel bir dille, insanları kırmadan ve incitmeden anlatmak cihadın ta kendisidir.
496) Hamd evrensel küme, şükür alt kümedir. Binaenaleyh her şükür hamddir; lakin her hamd şükür değildir.
497) Hamd zülcenaheyndir. Bir kanadı şükür, bir kanadı sena.
498) Tüm mahlûkat aynadır, kendine verilen kabiliyetler nispetinde aynadarlık ettiği O, pek mukaddes, Zât’ı bize isim ve sıfatları ile anlatır ve tanıttırır. Mahlûkat içinde en güzel ayna insan, insanlar içinde en mükemmel ayna Muhammed aleyhissalatü vesselamdır.
499) O öyle bir Allah’tır ki vesvese ile gelen her türlü noksanlıktan münezzehtir. Tefekkürle elde edilen her türlü güzellikten çok daha güzeldir, mükemmeldir, mukaddestir ve pek yücedir.
500) Âlim olmak için gerek ve yeter şart Arapça bilmek olsaydı, Arapların hepsi âlim olurdu.
501) Şirkten tevhid ile, küfürden iman ile, nifaktan zikir ile, günahlardan tövbe ile temizlenilir. Ve Müslüman bedenen tertemiz olmalıdır ki ism-i Kuddûs’e parlak bir ayna olabilsin.
502) Kibirlenmek küçüklüktür, kibirlenen küçültülür. Büyüklenmek alçaklıktır, büyüklenen alçaltılır.
503) Dini ilahiyat diploması olanlara, edebiyatı edebiyat diploması olanlara ve tarihi tarih diploması olanlara teslim eden bir millet; milli ve manevi değerlerini kaybetmeye mahkûmdur.
504) Kur’an’ı hıfzedene hafız, hazmedene âlim denilir.
505) İslâmî terör örgütü yoktur, İslâm’ı kullanan terör örgütleri vardır.
506) Merkeze Allah’ın rızası yerine insanın rızasını alan hiçbir ictihad, hiçbir fetva arzîlikten kurtulamaz ve semavi olamaz.
507) Ey nefsim! Hizmet ettiğini iddia ettiğin konumda ve durumda insanlara tepeden bakma ve haddi aşma! Ta ki hizmetin eziyete inkılâp etmesin.
508) Şiiri belli bir kalıbın içine sokmaya çalışanlar o kalıbın içinde yok olmaya mahkûmdurlar.
509) Biz yazdıklarımızı yaşamaya çalışmadık, Allah’ın bir lütfu ki yaşadıklarımızı yazdık.
510) İnsanlardan özür dileyemeyen kimse Allah’tan af dilemez.
511) Kul hata da eder özür de diler.
512) İlme talip olmak, uykusuz gecelere talip olmaktır.
513) Dediler: “Sen Kürt müsün, Türk müsün, Arap mısın?” Dedim: “Ben önce Müslümanım, sonra Türk’üm. Hem Türk’üm; ama Türkçü değilim.”
514) Üslubunda virüs bulunan hiç kimse idareci olmaz, olamaz ve olmamalı.
515) Gemiye dümencilik etmekle sorumlu iken, geminin diğer hizmetkârlarının hizmetlerini inkâr ederek haklarını gasbeden ve yiyen kimseden daha zalim kim olabilir?
516) Dünyaya değil, muhabbet-i ilahiye talibiz. Beldelere değil, yüreklere talibiz.
517) Biz âlemlere değil, kalemlere konuştuk. Biiznillah kalemler konuşacak âlemlere.
518) İctihadın merkezinde rıza-i ilahi olmalı, rıza-i insani değil.
519) Tenkit ve tehdit motivasyonu düşürerek çalışma şevkini kırdığı gibi, takdir ve tebrik dahi motivasyonu yükselterek çalışma şevkini artırır.
520) İhtiyaçların değişmesi talepleri değiştirdiği gibi, asırların tebeddülü de müceddidleri tebdil eder.
521) Evliya kime kulluk ederek terakki ve teali etti ise, sizler de O’na kulluk ederek yükseliniz ve yüceliniz. Evliyadan medet beklemeyiniz. Medet yalnız Allah’tan dilenir ve yalnız O’ndan gelir.
522) Tüm kâinat ve mahlûkat Allah’ın vücudunun ve vahdetinin aynaları ve şahitleri olmaktan başka bir şey değildir.
523) Elbette sünnete ittiba etmek gerektir ve elzemdir. Ancak sünnete ittiba bahanesiyle harama girmek de kâr-ı akıl-ı insan ve netice-i iman ve İslâm değildir.
524) Ey nefis! Söz konusu eleştirmek olunca, tüm dünyayı eleştiriyorsun. Söz konusu eleştirilmek olunca, bir tek insanın dahi eleştirisine tahammül edemiyorsun.
525) Kalem ile konuşmayı öğrendiğimden beri dil ile konuşmayı unuttum. Hâl ile konuşmayı öğrendiğimden beri kál ile konuşmayı unuttum. Rabbimi bildiğim günden beri kendimi unuttum.
526) Şairler toplumun kalbi ve duygularının en güzel tercümanıdır.
527) Varlığın Var Eden’in varlığına delildir. Senin ölmenle birlikte bu âlemde varlığın hâlâ devam etmesi Var Eden’in devam ve bekasına delildir.
528) İşitmen işittirenin işittiğine delildir.
529) Görmen gördürenin gördüğüne delildir.
530) En büyük hırsızlık başkasının zamanını çalmaktır.
531) Zulmeden herkes zalimdir. Her zalim alçaktır.
Zalimlerin en alçağı ise, zulmünün farkında olmayandır.
532) Fikir ve ilim adamlarının kıymetlerini, öldükten sonra anlamaya devam eden her millet yerinde saymaya mahkûmdur.
533) Zulüm adaletin zıttıdır. O hâlde adil olmayan herkes zalimdir.
534) Kur’an ile haşir neşir olmaya devam eden bir mümin daha dünyadayken cennetin kokusu alır.
535) Emeğe ve alın terine hürmet etmeyenler, insaniyetten nasibi olmayan kimselerdir.
536) Anlayabilenler anabilenlerdir.
537) Sınırsız özgürlük kaos doğurur.
538) Ne olur affet! Sen’indir sonsuz rahmet! Ne olur lütfet! Sen’indir sonsuz hikmet. Ne olur bahşet! Sen’indir ancak izzet!
539) Kâinat da mahlûkat da ancak aynadır.
540) İnsan bu âleme sadece yiyip içip rahatça yaşamak için gönderilmemiştir. Kendisine verilen istidatlar, insanı ulvi bir gayeye sevk etmektedir. Bu istidatların başında da tefekkür gelmektedir. İnsanı insan yapan da akıl ve tefekkür değil midir?
541) Her insanın kendine: "Kimim ve neyim? Bu âleme nereden geldim? Nereye gidiyorum?" şeklinde sorular sorması akıl ve hikmetin gereğidir.
542) İnsan öncelikle kendini okumalı, düşünmeli, fehmetmelidir.
543) Ey insan! Sen bir hiç iken seni adem âleminden vücûd âlemine çıkaran Âlemlerin Rabbi Allah’tan başka kimdir? O Allah ki seni hiçlik karanlığından kurtardı. Taş yapmadı, bitki yapmadı, hayvan yapmadı, eşref-i mahlûkat olan insan suretinde yarattı.
544) Allah’tan başka hangi güç, hangi ilim bir damla suyu; gören, işiten, düşünen ve konuşan bir insan suretine dönüştürebilir?
545) Bir damla suyu terbiye ederek onu erkek ya da dişi olarak hangi keyfiyette yaratacağını tercih etmek, ona gözler ve kulaklar, eller ve ayaklar, dil ve dudaklar vermek; onu gören, işiten, düşünen ve konuşan bir insan suretine dönüştürmek elbette yalnızca külli irade sahibi Âlemlerin Rabbi Allah’ın işidir.
546) Hakîm ve Basîr Allah Azze ve Celle insanın gözlerini en güzel şekilde yaratmış, yerli yerine koymuş ve kirpiklerle korumuştur.
547) Bizleri hiçten, yoktan var eden ve bizlere gözler açan Âlemlerin Rabbi Allah, elbette ki gözlerimizi ve gözlerimizin gördüğünü layıkıyla görür. Basit bir gözlüğü yapan bir gözlükçü nasıl ki o gözlüğün gördüğünü görerek o gözlüğü icat ediyorsa, bize gözü ihsan eden Zülcelâl-i Ve’l-İkrâm ve Basîr Allah Azze ve Celle de şüphesiz ki gözlerimizi ve gözlerimizin gördüğünü görmemekten münezzehtir ve pek yücedir.
548) Maddi anlamda en fakir bir insana dahi: “İki gözünü bana ver, mukabilinde tüm dünya senin olsun!” deseniz hiç düşünmeden: “Ben görmedikten sonra dünyayı ne yapayım?” diyecektir. O hâlde dünyadan daha değerli olan bu gözlerimiz için dünya kadar şükretsek yine de azdır.
549) Bize kulaklar açan ve sesleri kulaklarımıza saçan Âlemlerin Rabbi Allah kuşkusuz bizi, tüm mahlûkatın sesini ve kulaklarımızın işittiğini hakkıyla işitir. Basit bir işitme cihazını yapan bir kişi nasıl ki o cihazın fark ettiği sesleri fark edip, tabiri caizse işittiğini işiterek o cihazı icat ediyorsa, bize kulağı ihsan eden Zülcelâl-i Ve’l-İkrâm ve Semi’ Allah Azze ve Celle de şüphesiz ki sesleri ve kulaklarımızın işittiğini işitmemekten münezzehtir ve pek yücedir.
550) Allah insanoğluna dil diye isimlendirdiğimiz öyle bir nimet vermiştir ki bu küçücük et parçası sayesinde hem Hakîm ve Hâlık Allah Azze ve Celle’nin yarattığı sonsuz tatları ayırt ederiz hem de aklımıza, ruhumuza, kalbimize tercüman olan bu dil sayesinde kendimizi ifade ederiz.
551) Hakîm ve Sâni’ insanı her bir azasıyla bir sanat eseri olarak yaratmış ve yine her bir azasına ayrı ayrı hikmetler takmıştır.
552) Saçlar, kaşlar ve kirpikler üçü de görünüş itibarı ile birer kıl olmasına rağmen, Hakîm ve Sâni’, Hafîz ve Adl Allah (c.c.) kaş ve kirpiklere bir ölçü, bir sınır koymuştur.
553) Bir A4 kâğıdı kadar küçük bir alanda aynı azaları yerleştirmek suretiyle böyle sonsuz simaları yaratmak, her şeyin yaratıcısına has öyle mükemmel bir tasarruftur ki akılları hayrette bırakıyor.
554) Kadîr, Hakîm, Hâlık ve Zülcelâl Allah Azze ve Celle’nin varlığını ve birliğini ilân ve ispat eden iki çeşit âyeti vardır:
1) Kelam sıfatından gelen, Cebrail (a.s) aracılığıyla vahiy yoluyla indirdiği âyetler.
2) Kudret sıfatından gelen, kâinat kitabındaki her bir mahlûku üzerinde görünen âyetler ki buna tekvini âyetler diyoruz.
555) Kelam sıfatından gelen okuduğumuz Kur’an-ı Kerim ile kudret sıfatından gelen tabiri caizse kâinat kitabı olan Kur’an ve bu iki kitaba ait âyetler karşılıklı olarak birbirine işaret eder, birbirini izah, ispat ve tefsir eder.
556) Kur’an’ı indiren, kâinat kitabını yaratandan başkası olmadığı gibi, şu mûcize olan kâinat kitabını yaratan da Kur’an’ı indirenden gayrısı değildir. O hâlde müessir elbette eserini anlatacak, izah edecek ve tefsir edecektir.
557) O Allah ki sizi bu dünya sarayına bir misafir yolcu, çiçeklerle süslü yeryüzü sergisine bir misafir seyirci olarak göndermiş; onun üzerinde dolaşır ve Hakîm ve Sâni’ Allah Azze ve Celle’nin sanat eserlerini seyredersiniz. Dünya misafirhanesine, dünya sarayına o koca güneşi bir lamba, bir soba yapmış. Yine geceleri zifiri karanlıkta kalmayın diye ay’ı o saray halkına bir kandil ve yıldızları da mumlar kılmış. Hâl böyleyken nasıl bu işleri görmezden gelir, tesadüfe verir de Yaratıcınızı inkâr edersiniz?
558) Bu şuursuz ve iradesiz rüzgârlar bizi bilmez ve sesimizi duymaz ki bize şefkat ederek yağmur yüklü bulutları bizim için kaldırıp muhtaç olduğumuz yere sevk etsin! O bulutları, rüzgârları istihdam ederek dilediği yere sevk eden Semi’ ve Mucîb, Basîr ve Kadîr, Mutlak Hakîm Allah Azze ve Celle’dir.
559) Ezeli Kadîr, Ebedi Hakîm Allah Azze ve Celle tarafından gök ile yer arasında boşlukta durdurulan bulutun ne aklı var ne ilmi, ne şefkati var ne iradesi, ne hikmeti var ne de kudreti. O hâlde bize yağmuru getiren bu şuursuz bulutlar değil; bizi yaratan ve yaşatan, her türlü ihtiyacımızı görüp gözeten Âlemlerin Rabbi Allah’tır ki o bulutlar O’nun mülkünde ancak bir perdedir, onları su ile dolduran muhtaçlara koşturan Rahim ve Kadîr Allah Azze ve Celle’dir.
560) Yağmur damlaları (bilhassa da dolular) öyle ölçülü, öyle düzenli ve hikmetli bir şekilde yaratılıyor ve indiriliyor ki fırtınalar ve dehşetli rüzgârlara rağmen o ölçü ve düzen bozulmuyor, bu damlalar birleşerek zararlı maddeler hâline gelmiyor. Hikmet ve rahmetle yaratılan yağmur, ölçü ve düzenle yeryüzüne gönderiliyor; gayet hikmetli işlerde son derece şuurlu bir şekilde istihdam ediliyor. O hâlde bu işleri yapan akılsız, ilimsiz, şuursuz, iradesiz yağmur taneleri değil; Vâhid ve Ehad, Rahmân ve Kadîr, Rahîm, Hakîm ve Hâkim Allah Azze ve Celle’dir.
561) Gök gürültüsü ve gürlemesi de Âlemlerin Rabbi Allah’ın azâmet ve kibriyasını haykırır ve ilân eder, O’nu hamd ile tesbih eder.
562) Nasıl olur da sizi yaratıp yeri size bir döşek, semayı bir bina, bir tavan yapıp, o sayısız ve sonsuz rızıklarla sizi besleyen Rabbinize ortak koşarsınız? Hiç düşünmüyor musunuz? Allah’tan başka taptığınız hiçbir şey ne bir zerreyi yaratabilir ne de sizi rızıklandırabilir.
563) Sizi yaratmada, yaşatmada, rızıklandırmada hiçbir yerde, hiçbir şeyde, hiçbir şekilde hiçbir şeriki, hiçbir ortağı ve hiçbir dengi olmayan Allah’ın elbette ibadette de hiçbir ortağı yoktur.
564) Tüm insanlar da aslında acz, zaaf ve fakr ile yeryüzünde bir bebek gibidir. Yeryüzü Allah’ın kusursuz isim ve sıfatları ile onları bağrında barındırır ve sütü ile besler.
565) Yeryüzünü yaratan Hâlık ve Hakîm Allah (c.c.) yeryüzünde insanlar sarsılmasın diye ağır baskılar yaptı. Yani Mevlevî gibi döndürülen dünyamız bu hareketiyle insanları çalkalayıp sıkıntıya sokmasın diye o yeryüzünde suya mukabil dağlar da yaratıldı.
566) Hâlık ve Hakîm Allah (c.c.) tarımsal ürün çeşitliliği, akarsular için su deposu, muhtelif hayvanlar için yaşam alanı, yer altı kaynaklarının depo alanı olması ve bunun gibi birçok hikmetle yarattığı dağları aynı zamanda, dünyanın hareketi esnasında dengenin sağlanması ve yeryüzünün sarsılmaması için de kazıklar kılmıştır.
567) Allah’ın yarattığı her şey aslında bir mûcizedir, yeter ki biz bakmasını bilelim.
568) Ey insan! Gel şimdi bak şu toprağa ki aynı topraktan limon, portakal, greyfurt, üzüm, zeytin, nar, muz, incir, erik, badem, kayısı ve bunun gibi türlü türlü meyveler, bitkiler çıkarılıyor. Aynı su ile sulandıkları hâlde bunların kokuları, renkleri, şekilleri, tatları birbirinden farklıdır. Bazıları tatlı, bazıları ekşidir. Bütün bu farklılıkları yapan; aklı, ilmi, iradesi, kudreti, şefkati olmayan, seni tanımayan ve bilmeyen şu şuursuz toprak mı? Yoksa seni hiçten, yoktan yaratan, sana bir dil ve iki dudak veren, şefkatiyle midenin ve bedeninin her türlü ihtiyaçlarına cevap veren, yeryüzünü sana sofra gibi seren Hâlık, Vâhid ve Ehad, Rezzak, Kadîr ve Zülcelâl-i Ve’l-İkrâm Allah Azze ve Celle mi? Elbette Allah diyeceksin! O hâlde hiçbir şeyi O’na ortak koşma! Ve hiçbir şeyi O’nun kudretinden uzak görme!
569) Ey insan! Senin Rabbin O’dur ki sendeki sonsuz güçsüzlük, fakirlik ve zayıflığa binaen inek, deve, keçi ve koyun gibi hayvanları sonsuz kudreti, zenginliği ve kuvvetiyle senin için âdeta bir süt fabrikası hükmüne getirmiş, seni bir bebek gibi şu yeryüzü beşiğinde rahmetiyle rızıklandırır ve şefkatiyle besler. İşte bu tasarrufuyla sana varlığını ve birliğini; isim ve sıfatının sonsuz güzelliklerini ve her türlü noksanlıktan münezzeh olduğunu ilân eder. Sen dahi O’nu eserleriyle ve bu muhteşem tasarrufları ile bil ve tanı!
570) Aklı ve ilmi olmayan bir arının elindeki malzemeyi israf etmeden âdeta profesyonel bir matematikçi gibi en hikmetli şekil olan düzgün altıgen şeklinde petek yapması, mükemmel bir iş bölümü ile çalışması; her bir ağaca, her bir bitkiye giderek bal özü toplaması, (güya insanları düşünüp, onlara acıyıp şefkat ederek!) şifalı ve gıdalı balı yapması, üstelik karnındaki bal ile vücudundaki zehiri birbirine karıştırmaması açık bir şekilde gösterir ve ilân eder ki bütün bu işleri yapan Hâlık ve Hakîm, Mutlak Kadîr, Şâfi, Rezzak ve Rahim Âlemlerin Rabbi Allah’tır.
571) Allah’ı unutup, O’ndan gaflet ederek ve O’nu bir tarafa bırakarak yalvardığınız o uydurma ilahlarınız, kendilerinden yardım beklediğiniz o sözde ilahlarınız var ya, onların hepsi toplansalar, bir araya gelseler bir sinek dahi yaratamazlar.
572) Bir sineği yaratamamanın verdiği eziklik, bir fili yahut deveyi yaratamamanın verdiği eziklikten çok daha büyüktür. Çünkü insan sineği fil ve deveye göre daha âciz ve zayıf görmektedir.
573) Bir hasta kendisine reçete yazan doktora ne ihtiyacın var ki bana beş tane ilaç yazmışsın diyemeyeceği gibi gaflet hastalığına yakalanmış insan da: (hâşâ) “Allah’ın benim ibadetlerime ne ihtiyacı var ki?” diyemez. Zira hasta olan, her şeye ve hidayet ilacı kullanmaya muhtaç olan da kendisidir. Şâfi, Hakîm ve Samed ancak Âlemlerin Rabbi Allah’tır.
574) Ey gafil insan! Kesinlikle bil ki tüm kâinat Allah’ın mülküdür ve kâinattaki ve mahlûkattaki bütün tasarruf O’nun ilmi ile, O’nun iradesi ile ve O’nun kudreti iledir. Her şey O Kayyum ve Baki ile ayakta durur, yalnızca O’nun ile vardır, O’nun dilemesi ile devam eder. O hâlde O Kayyum ve Baki’ye iman ve tevhid ile teslim ve tevekkül ile ibadet ve dua ile dayan ve sığın ki hem dünya hem de ahiretin saadetine mazhar olasın!
575) Tatlı ve tuzlu su bir olmadığı gibi muvahhidle müşrik, müminle kâfir, salihle fâsık, iyi ile kötü de bir olmaz.
576) Ey insanlar! İşte gemileri görüyorsunuz denizin dağlar gibi dalgalarını yarıp, içindeki insanları, ağır ağır yükleri ve eşyaları taşıyor. Hâl böyleyken denizde batmadan ilerliyor. Zira onlar; Ezeli Kayyum’un, Bâkî Kadîr’in, Vâhid ve Ehad’in mülkünde, O’nun koyduğu kanunla ve O’nun külli iradesiyle ve izniyle yürürler. Bu Âlemlerin Rabbi Allah’ın size büyük lütfudur ki gemilere binip, uzak diyarlara selametle gidip çeşitli ticaretler yapıyorsunuz. Hem o denizlerden taze etler yiyorsunuz, ziynet eşyaları çıkarıyorsunuz. Gemiyi ve denizi sizin hizmetinize, sizin emrinize veren Allah her türlü noksanlıktan münezzehtir ve çok yücedir.
577) Ey insan! Denizler ve nehirler; sayıları adedince ve hikmetleri ve faydaları adedince ve içlerindeki mahlûkat adedince ve o mahlûkatın hikmetleri ve faydaları ve sanatları ve süslemeleri adedince binler, yüz binler ve sayısız diller ile O Vâcib-ül Vücud’un, Sâni’ ve Hakîm’in, Hafîz ve Adl’in, Hâlık ve Bedi’in, Musavvir, Vâhid ve Ehad’in varlığına ve birliğine ve nihayetsiz hikmetine ayrı ayrı dillerle işaret ve şehâdet ederler; hayat, basar, ilim, irade, kudret sıfatlarının mükemmel görünmelerine aynadırlar.
578) Yaratan’ın yarattığını bilmemesi mümkün mü? Hâşâ ve kellâ!
579) Her şeyi bilen Vâhid ve Ehad Allah Azze ve Celle’nin kendisine ihsan ettiği cüzi bir akıl ve iradeyle basit bir bilgisayarı ve cep telefonunu icat eden bir insan dahi kendi ürettiği o bilgisayarın ve cep telefonunun çalışma standartlarını, kamerasını, işletim sistemini ve bunun gibi tüm özelliklerini bilsin de her şeyin Hâlıkı Mutlak Alîm Allah (c.c.) mahlûkatını, mülkünü ve mülkünde cereyan eden hâdisatı bilmesin, öyle mi? Hâşâ ve kellâ! Evet, kâinatın Hâlıkı’nın elbette kâinatı ve mahlûkatı ve mülkünde cereyan eden hâdisatı bilmemesi mümkün değildir.
580) Ne bir nefis, ne bir nefes, ne bir ins, ne bir cin, ne bir hayvan, ne bir nebat, ne bir toprak, ne bir yaprak, ne bir hayat, ne bir memat, ne bir niyet, ne bir duygu, ne bir düşünce, ne bir söz, ne bir ses, ne bir göz, ne bir bakış, ne bir eser, ne bir fiil, ne bir iş, ne bir sistem, ne bir organ, ne bir doku, ne bir hücre, ne bir molekül, ne bir atom, ne bir zerre O’nun ilim dairesinin haricinde olabilir. Hiçbir şey O’nun ezeli ilminin dışında değildir, hiçbir şey O’ndan gizlenmez ve gizlenemez; O’nun ilmi her şeyi kuşatmıştır.
581) Bütün nefisler ve nefesler ve kalpler ve maddi ve manevi ameller O’nun ilmiyle ve O’nun dilemesiyledir. O yaratmayınca ve dilemeyince hiçbir nefes alınamaz, hiçbir nefis yaşayamaz, hiçbir göz göremez, hiçbir dil konuşamaz, hiçbir zerre yerinden oynamaz, oynayamaz ve hakeza…
582) Her şeyin Hâlıkı her an yeni bir yaratma ile mahlûkatının yardımına ve imdadına yetişmezse hiçbir mahlûk kendi ihtiyacını yaratamaz ve onu kendine getiremez ve o hayatı idame ettiremez.
583)Ey insan! Sen ki mahlûkatın en şereflisi olarak yaratılmışken ve akılla donatılmışken bir elmayı yapamıyorsun. Hâlık ve Hakîm, Rezzak ve Kerîm’in o mûcize nimetini nasıl olur da aklı, şuuru, ilmi, hikmeti ve kudreti olmayan hava yahut toprak zerrelerine verirsin?
584) Dilim dilim olan portakalı yaratan O Zât’tır ki gökleri direksiz yükseltmiştir ve kudretiyle koca dünyayı boşlukta Mevlevî gibi döndürür, mevsimleri değiştirir, her şeyi kuşatan ilmi ve külli iradesiyle ve mükemmel rahmetiyle onu yaratır ve keremiyle sana ikram eder.
585) Nasıl ki tüm kâinat ve mahlûkat Allah’ın varlığına ve birliğine sonsuz dillerle şehadet eder, öyle de tüm vahiyler, semavi sayfalar ve mukaddes kitaplar da Allah’ın varlığına ve birliğine mükemmel ve ekmel ve sarsılmaz bir şekilde şehadet eder.
586) İnsanlığın en seçkin kişileri olan, her türlü yalandan uzak duran, hiçbir menfaat gözetmeyen, farklı zamanlarda gönderilen ve mûcizeleriyle davalarını ilân eden yüz yirmi dört bin peygamber “Lâ ilâhe illallah” diyerek Allah’ın varlığını ve birliğini anlatıp insanlığı tevhide davet etmiştir.
587) Şimdi düşün ey insan! Asla yalan söylemeyen ve bulunduğu toplumlardaki herkesin doğruluğuna şehadet ettiği yüz yirmi dört bin kişi muhtelif zamanlarda gelip dese: “Şu dağın arkasında bir ateş var!” Artık bundan hiç şüphe edilir mi? Yahut bu haber duymazdan gelinebilir mi?
588) Yüz yirmi dört bin peygamberin mûcizelerine dayanarak iddia ve tüm kâinat ve mahlûkatın hâl dilleriyle şahitlik ettiği bu dava hakkında, göklerin ve yerin yaratıcısı hakkında nasıl olur da şüphe edilir? Onların verdiği bu haber nasıl duymazdan gelinir? Bu haberi tasdik etmeyen, o seçkin kişilere inanmayan nasıl bir çıkmaza girer? Kendini nasıl bir azaba layık eder? Bak! Düşün! Ve imanın sayısız delillerini, küfrün sonsuz imkânsızlığın gör!
589) Ey insan! Nasıl ki bir köyde iki muhtar, bir şehirde iki vali, bir ülkede iki başkan olmuyor ve olamıyorsa öyle de son derece mükemmel ve düzenli ve tüm mahlûkatıyla son derece ölçülü ve hikmetli şu kâinatta da birden fazla ilah olmaz ve olamaz!
590) Âlemlerin Rabbi Allah yaratılanların ve mülkün ve onlardaki tasarrufun tek sahibi, tek hâkimidir. O, yarattıklarının ve eserlerinin ve gözlemlenen mahlûkatının şehadetiyle gökleri direksiz yükseltip semavat âlemindeki milyarlarca galaksileri, milyarlarca gezegenleri, kentilyonlarca yıldızları o müthiş büyüklükleri ile birlikte, müthiş bir hızla düşürmeden boşlukta durduran, birbirine çarptırmadan hep birlikte gezdiren ve döndüren sonsuz kudretiyle yüceler yücesidir ve her türlü noksanlıktan münezzehtir. Her şey O’nun emir ve iradesiyle, hüküm ve kudretiyle gerçekleşir. Mülkün ve mahlûkatın tek sahibi olduğu gibi, külli iradesiyle dilediğini dilediği şekilde noksansız ve kusursuz bir şekilde yapmaya kâdirdir. Her istediğini kendi kudretiyle yapar. Hiçbir yardımcıya, hiçbir vekile ve hiçbir vasıtaya ihtiyacı yoktur.
591) Zaman, tümüyle algılayana bağlı, göreceli bir kavramdır. Zamanın göreceliği, rüyada aşikâr bir biçimde yaşanır. Rüya âleminde gördüklerimizin ve yaşadıklarımızın saatlerce sürdüğünü hissetsek de gerçekte, dünya âleminde tüm gördüklerimiz ve yaşadıklarımız birkaç dakika ve hatta birkaç saniyede gerçekleşmiştir.
592) Vücûd sücudu iktiza eder.
593) Nasıl ki iyi bir ressamı çizdiği resimlerle, iyi bir ustayı ürettiği eserlerle tanıyorsak öyle de bu dünya misafirhanesinde Âlemlerin Rabbi Allah’ı yarattığı mucizevi sanat eserleriyle tanımakta ve O’nun isim ve sıfatlarını bu eserlerle idrak edebilmekteyiz.
594) İnsanın yaratılmasının ve bu dünyada misafir edilmesinin sebebi ve hikmeti Allah’ı layıkıyla tanımak ve O’na hakkıyla kul olup ibadet etmektir.
595) Hiç şiir yazmamış kimselerin şiir hakkında yapmış oldukları tanımlar klasiktir ve bir ezberden ibarettir.
596) Şiir, az sözle çok şey anlatma sanatıdır.
597) Şiir, bir hikmet arayışıdır.
598) Şiir; söz sanatının şahıdır, padişahıdır.
599) Şiir, ruhun kanat çırpışıdır.
600) Şiir; dilin ve kelimelerin keşşafıdır.
601) Şiir, duyguların tercümanıdır.
602) Şiir; edebiyatın suyudur, ışığıdır.
603) Şiir, kelimelerin yepyeni manalar ile buluşması ve dost olmasıdır.
604) Şiir; kelimelerin dinidir, mezhebidir, meşrebidir.
605) Şiir; bir hünerdir, müthiş bir marifettir.
606) Şiir; bir sanattır, dizelerden mürekkep bir kanattır.
607) Şiir; gayelerin, hedeflerin ve emellerin haritasıdır.
608) Şiir; bir hitaptır ve bir kitaptır.
609) Şiir; gönlün aynasıdır, yansımasıdır.
610) Şiir; kalp ve ruhun lisanıdır.
611) Şiir, hayal perdesi arkasındaki hakikat kapılarının anahtarıdır.
612) Şiir, gönül denizinin kıyısıdır.
613) Şiir, duyguların zirvesidir.
614) Şiir, ruhun tercümesidir.
615) Şiir, aşkın müfessiridir.
616) Şiir, edebiyatın direğidir.
617) Şiir, kelimelerin hadsiz kombinasyonu içinde en hikmetli olanı tercih edebilmektir.
618) Şiir; manayı inşa ve ihya etmektir.
619) Şiir, kelimelere ruh üflemektir.
620) Şiir, kelimelere anlam yüklemektir.
621) Şiir, insan olan insanın vazgeçilmezidir.
622) Şiir, lafız cesedine mana ruhunun gönderilmesidir.
623) Şiir, sırlar âlemine yolculuk etmektir.
624) Şiir, hasret çeken kelimelerin visalidir.
625) Şiir; fikrin ve zikrin hazmedilmiş şeklidir.
626) Şiir; bir ahenktir, kendinden geçmektir.
627) Şiir; nehir misillü bir akıştır, muhteşem bir nakıştır.
628) Şiir; bir araçtır, en tesirli ilaçtır.
629) Şiir; yeniliklerin ve yeni ilklerin habercisidir.
630) Şiir; bir dilektir, bükülmez bir bilektir.
631) Şiir; hür bir nefestir, en gür sestir.
632) Şiir; bir koşuştur, kanatlanıp uçuştur.
633) Şiir; kelimeleri yemek, mideye indirmek ve sindirmektir.
634) Şiir; hakikati hikmete bindirmektir, acıları dindirmektir.
635) Şiir sözcükleri kalp havanında duygu tokmağıyla dövmek, akıl eleğinden geçirip gözyaşıyla yoğurmak ve aşk fırınında pişirmektir.
636) Şiir; hikmet ve hakikat hazinesidir.
637) Şiir, hatiplerin şerbetidir.
638) Şiir, beşer sözünün güneşidir.
639) Şiir, duyguların kütüphanesidir.
640) Şiir, dilin mürebbisidir.
641) Şiir, nesrin mürşididir.
642) Şiir; hem bir dua, hem bir hikmet, hem bir nimet, hem bir ibret, hem bir davet, hem bir fikir, hem bir zikirdir.
643) İşte geliyor Yûnus, ne Cezayir ne Tunus, feth-i kalp umudumuz.
644) Fetih fetih dediniz, yürekleri yumdunuz. Feth-i ekber feth-i kulûb, nasıl da unuttunuz?
645) Mabetler yaptınız, gönülleri yıktınız. Biz gönül yapacağız, feth-i kalp umudumuz.
646) Hakk emridir sabır, kavl-i leyyin bir tavır. Aşk kokan bir sadır, feth-i kalp umudumuz.
647) Merkeze vahyi alalım, sünnetten kopmayalım. Keyfi değil, zaruri bu ittihad-ı İslâm.
648) İhtilafları atalım, Kur’an’da buluşalım. Keyfi değil, zaruri bu ittihad-ı İslâm.
649) Resul’u hakem kılalım, Kur’an’ı anlayalım. Keyfi değil, zaruri bu ittihad-ı İslâm.
650) Küfür olmuş tek millet, sana yakışmaz zillet. Keyfi değil, zaruri bu ittihad-ı İslâm.
651) Ne o yan ne de bu yan, bizim dinimiz İslâm. Keyfi değil, zaruri bu ittihad-ı İslâm.
652) Ey insan! Nedir seni uzak tutan, sana her an tuzak kuran, secdeden alıkoyan?
653) Rahmet Senin, şefkat Senin, mal Senin, mülk Senin, münezzehsin, mukaddessin, Sen Âlemlerin Rabbisin.
654) Kulluk Sana, dua Sana, şükür Sana, hamd Sana, rükû Sana, secde Sana, Sen Âlemlerin Rabbisin.
655) Şükür Sana, minnet Sana, övgülerin hepsi Sana, sevgi Sana, aşk Sana, tesbihlerin hepsi Sana, Sen Âlemlerin Rabbisin.
656) Çok yüce şerefin Senin, peygamberler gönderensin, ölüleri diriltensin, her zaman hazır Sensin, her yerde nazır Sensin, varlığın değişmez Senin, Sen Âlemlerin Rabbisin.
657) Hakkı zuhur ettirensin, tevekkül edilensin, en güzel netice Senin, kuvvetin değişmez Senin, kudretin sarsılmaz Senin, hepsinin menbaı Sensin, Sen Âlemlerin Rabbisin.
658) Müminlere yâr Sensin, sevip yardım eylersin, hamd Senin, sena Senin, mahlûkatın sayısını hakkıyla bilensin, Sen Âlemlerin Rabbisin.
659) Ademden var edensin, var ettiğini yok edensin, sonra tekrar diriltensin, hayat Senin, ihya Senin, ezelisin, ebedisin, Sen Âlemlerin Rabbisin.
660) Hayat verip güldürensin, dilersen de öldürensin, mahlûkatı dimdik ayakta tutan Sensin, hiçbir şey yoktur ki Sen’den gizlensin. Sen Âlemlerin Rabbisin.
661) Kadrin büyüktür Senin, şanın yücedir Senin, ihsanın ve keremin ne de boldur Senin! Ne zatında ne esmanda şerikin yoktur Senin. Sen Âlemlerin Rabbisin.
662) Ne ef’alde ne sıfatta ortağın yoktur Senin, Sen birsin ve teksin, ihtiyaçtan münezzehsin, muhtaç olunan Sensin; ihtiyar, iktidar Senin, Sen Âlemlerin Rabbisin.
663) Tövbe edilensin, bağışlayıp affedensin, intikamın çetin Senin, zalimleri hiç sevmezsin, rahmet ve şefkat Senin, mülkün tek sahibisin, Sen Âlemlerin Rabbisin.
664) Celal Senin, azamet Senin, pek büyük ikram Senin, her işin uyum ile mahlûkatı cem’ edensin, her zenginlik Senin, Sen Âlemlerin Rabbisin.
665) Hidayet Senin, güzellik Senin, hayret veren eserler Senin, ebedi Sensin, her şeyin tek sahibisin, doğru yolu gösterensin, Sen Âlemlerin Rabbisin.
666) Susma öyle, konuş gölgem! Gölge sen misin, yoksa ben mi?
667) Âşığın kalemi, titretiyor âlemi. Sen bizimle kal emi? Aşkımızdan al emi?
668) Abdalın sözleri, ağlatıyor gözleri. Bildiğin o, söz eri, baktı mı da göz eri.
669) Ben ben isem, ben hiçim. Ben hiç isem, ben benim.
670) Oku! Kâinatı, tüm mahlûkatı oku! O var edendir yoku.
671) Sanata sani’ gerek, maddeye mana gerek, akıla hikmet gerek. şiire şair gerek, resime ressam gerek, kitaba kâtip gerek, icada mucid gerek.
672) Haşri anlatmak için, gerek yok fazla söze. Muhyi Allah (c.c.) küçücük çekirdekten, tohum taneciğinden, koca ağacı yaratarak haşri gösteriyor bize.
673) Haşri anlatmak için, gerek yok fazla söze. Muhyi Allah (c.c.) her bahar mevsiminde yaprakların, çiçeklerin, meyvelerin haşrini gösteriyor her bir göze.
674) Haşri anlatmak için, gerek yok fazla söze. Ne güzel misaldir çekirge, uzun bir zaman toprak altında kalan tohum, topluca çıkarılışıyla eder haşri ispat bize.
675) Zikirden fikire, keramettir marifet. Saadet saadet, saadettir marifet.
676) Ene mahlûk, Ente Hâlık. Ene kitap, Ente Kâtip, Ente Rabb’ül Âlemîn.
677) Ene hitap, Ente Hatip. Ene hâdis, Ente Vâris, Ente Rabb’ül Âlemîn.
678) Ene rahmet, Ente Rahim. Ene hikmet, Ente Hakîm, Ente Rabb’ül Âlemîn.
679) Ene ilim, Ente Alîm. Ene hilim, Ente Halim, Ente Rabb’ül Âlemîn.
680) Ene sanat, Ente Sani’. Ene noksan, Ente Sübhan, Ente Rabb’ül Âlemîn.
681) Ene merzuk, Ente Rezzak. Ene âbid, Ente Mabud, Ente Rabb’ül Âlemîn.
682) Ene lütuf, Ente Latif. Ene mahfuz, Ente Hafîz, Ente Rabb’ül Âlemîn.
683) Ene dua, Ente Mucîb. Ene seda, Ente Semî’, Ente Rabb’ül Âlemîn.
684) Ene sücûd, Ente Vücûd. Ene aşk, Ente Vedûd, Ente Rabb’ül Âlemîn.
685) Ene zaif, Ente Kaviyy. Ene âciz, Ente Kadir, Ente Rabb’ül Âlemîn.
686) Ene fakir, Ente Ğaniyy. Ene hamd, Ente Hamîd, Ente Rabb’ül Âlemîn.
687) Ene şahit, Ente Şehid. Ene muhtaç, Ente Samed, Ente Rabb’ül Âlemîn.
688) Ene meyyit, Ente Muhyî. Ene fani, Ente Baki, Ente Rabb’ül Âlemîn.
689) Ene âşık, Ente Maşuk. Ene âşık, Ente Maşuk, Ente Rabb’ül Âlemîn.
690) Unutmam, unutamam. Varlığımdasın, hep yanımdasın. Şah damarımdan daha yakınsın.
691) Unutmam, unutamam. Var edenimsin, can verenimsin. Şah damarımdan daha yakınsın.
692) Unutmam, unutamam. İşitensin, görensin. Hep benimlesin, şah damarımdan daha yakınsın.
693) Unutmam, unutamam. Göz verenimsin, söyletenimsin. Şah damarımdan daha yakınsın.
694) Unutmam, unutamam. Her şey Sen’i andırır, aşkın ile yandırır. Şah damarımdan daha yakınsın.
695) Yûnus kurban olsun Sana, aşk lütuftur Sen’den bana, her sözcüğüm ondan yana, yüreğim aşkınla yana! Firaka nasıl dayana?
696) Bir Bir bilir hâlimi. Bilmeyen ne bilsin, akil miyim deli mi? Bildim bileli ben beni, yitirdim kendimi.
697) Âşık yoluna feda, Sen’dedir sonsuz vefa. Al ne olur yanına! Rahim ismin hatırına, şefkatinle yargıla!
698) Ey Visal Meleği! Seni bilmeyen gafil. Ey Terhis Meleği! Seni sevmeyen cahil. Sensin güller ile gelen, sensin sürgünü bitiren. Sensin Allah’a götüren, sensin hasreti bitiren.
699) Selam olsun hakkı ayakta tutanlara, selam olsun hakka tutunanlara.
700) Selam olsun özü ve sözü bir olanlara, selam olsun ok gibi dosdoğru olanlara, selam olsun nifaktan korunanlara.
701) Selam olsun zulme boyun eğmeyenlere, selam olsun harama değmeyenlere, selam olsun hakkı tebliğ edenlere.
702) Sen’den uzak kalınmaz, Sen’siz nefes alınmaz, Sen tek ilahımızsın, yaratanımızsın, şah damarımızdan bize daha yakınsın.
703) Yokken var edensin, cansıza can verensin, işitensin, görensin, Sen her şeyi bilensin, şah damarımızdan bize daha yakınsın.
704) Ağlatan, güldürensin, diriyi öldürensin, ölüyü diriltensin, sonsuz kudret sahibisin, şah damarımızdan bize daha yakınsın.
705) Resul’ü gönderensin, Kur’an’ı indirensin, yolumu gösterensin, tek hidayet verensin, şah damarımızdan bize daha yakınsın.
706) Hastalık da musibet de her biri derman derde. Temizlersin günahlardan, tek şifa veren Sen’sin, şah damarımızdan bize daha yakınsın.
707) Rahmetini indirensin, gözyaşımı dindirensin, hikmete erdirensin, her şeyin tek sahibisin, şah damarımızdan bize daha yakınsın.
708) Derin gaflete dalınca, Yûnus mecnun sanılınca, ders aldım senden karınca. Son nefesimi alınca, kabirde yalnız kalınca, ne’m kaldı sana varınca?
709) Anlayamaz bizi gafil güruh, batılı hakka tercih edenlere yuh! İçtik tertemiz sabuh, zaman mı yoksa insan mı mefsuh?
710) Haramlar unutulmuş, nerede kaldı mekruh? Yolumuz Kur’an ile eder tavazzuh, farklı bedenlerde aynı ruh, meşrebimiz sefine-i Nuh, gönül bu aşk ile mecruh.
711) Uyanın kardeşler! Bu gaflet ne diye? Rüşvete diyorlar hediye. Kredi ismi niye? Faiz unutulsun, vicdan yenilsin ve haram helal gibi yenilsin diye.
712) Baksana! Şu sefil davet-i umumiye. Aşk kelimesi olmuş battaniye, zina denen pisliğe. Bu nasıl bir hâlet-i ruhiye? Sanki asr-ı cahiliye, günahlara davetiye, o hâlde cehennem de müthiş bir ikramiye!
713) Yâ Rab! Ver, talebelerime ulvi bir seciye! Kahrolsun, ifrata varan her takiye! Batıla lağımda verilir taziye.
714) Allah’ın sevgisini kazanmanın yolu O’nu tanımaktan, tanımanın yolu ise Allah’ın isimlerini bilmek ve eserleri üzerinde bu isimleri okuyabilmekten geçer.
715) Allah zat ismidir, Cenab-ı Hakk’ın bütün isimlerinin ve sıfatlarının ifade ettiği tüm manaları kendisinde toplar. Hâlbuki Cenab-ı Hakk’ın diğer kendine has isimleri sadece o ismin sahibine işaret ve delalet eder. Diğer isim ve sıfatlara delalet etmez ve onları kapsamaz.
716) Allah; bütün mükemmel sıfatların sahibi, varlığı zorunlu ve ibadet edilmeye layık olan en mukaddes Zât’ın ismidir.
717) Lâ ilâhe illallah diyen bir insan esma-i hüsnanın tamamını söylemiş olmakla birlikte Cenab-ı Hakk’ın hiçbir isminde, hiçbir sıfatında, hiçbir fiilinde hiçbir şekilde ortağının ve benzerinin olmadığını ilân eder ve şirkin her türlüsünü reddeder. O hâlde lâ ilâhe illallah diyen bir insan aynı zamanda “lâ hâlika illallah” der, hem “lâ râzika illallah” der ve hakeza…
718) İslâm’da, bütün kâinatın yaratıcısı, tüm âlemlerin sahibi ve idare edicisi, hem tüm mahlûkatın rızık vericisi, ibadet edilmeye layık ve hakeza bir ve tek olan en mukaddes Zât olarak “Allah” ismi kullanılmaktadır. Cenab-ı Hakk’ın zatını anlatan tek isim “Allah” iken; O’nun sair sıfatlarını ve özelliklerini anlatan diğer isimler de Allah’ın tasvirinin yapılabileceği isimlerdir.
719) Türkçe’de kullanılan “Tanrı”, İngilizce’de kullanılan “God”, Almanca’da kullanılan “Gott”, Fransızca’da kullanılan “Dieu”, İtalyanca’da kullanılan “Dio”, Farsça’da kullanılan “Huda” ve bunun gibi hiçbir dildeki hiçbir isim, hiçbir şekilde “Allah” ismini tam olarak karşılamaz ve karşılayamaz.
720) Allah; bir ve tek olan, eşi ve benzeri olmayan, kâinatı yoktan var eden, sonsuz ilim, irade ve kudretiyle ölçüyü koyan, düzeni kuran ve devam ettiren, tüm mahlûkatı yaratan, dilediğine hayat veren ve hayatlarını devam ettirebilmek için onlara türlü türlü rızıklar ihsan eden, mahlûkatın ölüm zamanlarını ve hayatlarındaki tüm akışı belirleyen, kâinattaki, bildiğimiz ve bilmediğimiz, gördüğümüz ve göremediğimiz tüm âlemlerdeki her şeyin tek sahibidir, ezeli ve ebedidir. Hiçbir tasarrufunda ortağı yoktur. İlah O’dur, O’ndan başka ilah yoktur. O hamd, şükür ve tüm ibadetlerin sunulabileceği tek ilahtır. Şanı akılların idrak edemeyeceği derecede yücedir, O mükemmeldir ve her türlü noksanlıktan münezzehtir.
721) O Allah ki gördüğümüz, göremediğimiz tüm âlemlerin Rabbidir, tek sahibidir. Göklerde ve yerde hiçbir yerde ve hiçbir şekilde O’ndan başka hiçbir ilah yoktur. Madem vahyin işaretiyle, tüm peygamberlerin tebliğiyle, mahlûkatının sonsuz dillerle ettiği şehadetlerin hakikati ile bu kâinatın ve mahlûkatın bir tek Rabbi, bir tek sahibi vardır. Elbette ibadet de kulluk da yalnız O’na edilir.
722) İslâm’da ibadet kavramı, sadece belirli görevleri ve ödevleri yapmak değildir. Aslında ibadet kavramı her ameli, her hareketi, her sözü, her duyguyu, her niyeti ve bunun gibi her şeyi kapsar. Bundan dolayı aslında ibadet yaşamın tamamını, her anını kapsar.
723) Gerçek varlık tektir. Aslında O’nun gerçekliğinden ve tekliğinden başka bir gerçeklik yoktur. O’ndan başka hakiki bir varlık yoktur. Diğer varlıklar ancak bu hakiki varlığın, Vâcib-ül Vücud’un yaratması ve icadıyla vücud bulur, var olur.
724) Çöldeki kum tanesinden gökteki yıldızlara kadar tüm kâinat ve içindeki tüm mahlûkat bir ve tek Allah (c.c.) tarafından yaratılmıştır. Bu kâinatta, bildiğimiz ve bilmediğimiz âlemlerde hiçbir yerde, hiçbir şekilde O’ndan başka hiç kimse hiçbir şey yaratamaz, muhtaçların imdadına yetişemez, dualara karşılık veremez, O dilemedikçe hiç kimse hiçbir şey dileyemez.
725) O tek ilahtır. Her şey O’nundur ve herkes O’nun kuludur. İhtiyaçlar yalnız O’ndan istenir ve muhtaçlara yalnız O yardım eder.
726) Rahman sıfat ismidir, dünyada bütün mahlûkata müminlere de kâfirlere de iyilere de kötülere de rızık ve sayısız nimetler ihsan eden demektir. Rahman ismi Allah’tan başka hiç kimseye verilmez, verilemez.
727) Rahmân isminin tecellisinde mahlûkatın ihtiyarına ve ameline bağlı olmaksızın bir ikram ve ihsanda bulunma söz konusudur.
728) Tüm mahlûkatın ilk yaratılışında almış olduğu bütün fıtrî kabiliyetler, lütuflar ve ihsanlar Allah’ın Rahmân oluşundan kaynaklanır.
729) Üstünde rahmet izi bulunmayan hiçbir varlık yoktur.
730) Varlıkların ilk yaratılışları yalnız Allah vergisidir ve iradeye bağlı değildir.
731) Rahmân’ın rahmeti bütün varlıklar için güven ve ümit kaynağıdır.
732) Zerreden atoma, molekülden hücreye, dokudan organa, sistemden metabolizmaya, semadan arza, hacerden şecere, nebattan hayvana, hayvandan insana, çalışandan çalışmayana, itaatkârdan isyankâra, müminden kâfire, muvahhidden müşriğe, melaikelerden şeytana varıncaya dek âlemlerin tamamı Rahmân’ın rahmetine gark olmuştur.
733) Başlangıçta çalışana, çalışmayana bakılmaksızın yokluk âle-minden varlık âlemine göndermek ve o şekilde idare etmek Rahmân isminin rahmetinin görünmesidir.
734) Şayet Rahmân isminin rahmeti olmasaydı biz yaratılmazdık, yaratılıştan sahip olduğumuz kabiliyetlerden, ömür sermayesinden ve Allah’ın ihsan ettiği büyük nimetlerden mahrum kalırdık.
735) Rahman’ın rahmeti ezelî ve ebedi ve gerçek anlamda rızık ve nimet veren bir mânâya has olduğundan Allah-u Teâlâ’dan başkasına Rahmân denilmemiştir, denilmeyecektir.
736) Rahmân, mutlak surette Allah-u Teâlâ’ya özgü bir sıfat ismidir.
737) Rahmet ve merhamet; acıyı ve acının felaketini ortadan kaldırıp ve onun yerine neşe ve iyiliği koymaya yönelik bir iyilik duygusudur.
738) Allah’ın (c.c.) rahmet ve merhameti; hâşâ insanlarda olduğu gibi kalbi bir iyilik ya da ruhi bir iyilik meyli anlamında bir iyilik duygusu değildir. İyiliği kastetmek yahut sonsuz rızık ve nimet vermek mânâsındadır.
739) Allah (c.c.) rahmet ve inayetiyle muhtaçların tüm ihtiyaçlarına cevap verir, onları eksiksiz ve noksansız bir şekilde hayırla neticelendirir. Rahman isminin tecellisiyle gözlemlediğimiz bu rahmet geneldir. Hak etsin, etmesin herkesi ve her şeyi kuşatır.
740) Rahman’ın sonsuz rahmeti ve ihsanı ve lütuf ve ikramı zâhirî ve batınî her yerde ve her şeyde tecelli eder. Bu zâhirî ve batınî rızıklar ve nimetlerle insan âdeta rahmete gark olur.
741) Öyle bir rahmet ki bizi yokluktan kurtarmış. Hem taş yapmamış, bitki yapmamış, hayvan yapmamış. İnsan olarak yaratmış, nimetlerle donatmış. Kendine muhatap yapmış, bize âyetlerini anlatmış.
742) Rüzgârları rahmetinin önünde müjdeci olarak gönderen Rahman; bununla bulutu kaldırır, bize rahmetiyle gökten, tertemiz su olan, yağmuru indirir.
743) Bu şuursuz ve iradesiz rüzgârlar bizi bilmez ve sesimizi duymaz ki bize merhamet ederek yağmur yüklü bulutları bizim için kaldırıp muhtaç olduğumuz yere sevk etsin! O bulutları, rüzgârları istihdam ederek dilediği yere sevk eden rahmet-i Rahman’dır.
744) O Rahman ’dır ki; lütfuyla koca yeryüzünü bize bir beşik, bir döşek; semayı bir bina, bir tavan yapmış. Sayısız rızıklarla bizi besler, gökten rahmetiyle indirdiği su ile her türlü rızkımızı temin eder.
745) Gözlemleyerek görüyoruz ki Rahman’ın rahmeti ile türlü türlü rızıklar, nimetler verilmiş. Koca yeryüzü mahlûkata bir sofra gibi serilmiş. İnsan bu ziyafete, bu sofraya pek özel davet edilmiş. Hem o sofrada çeşit çeşit yemekler, yiyecekler, tatlılar, meşrubatlar her bir latifemizi hoşnut edecek şekilde dizilmiş.
746) Midemiz için yeryüzünü sayısız nimetlerle donatılmış bir sofra olarak seren Rahman duyu organlarımız için de ayrı ayrı sofralar sermiş.
747) O rahmettir ki koca kâinatı sonsuz kitapları kapsayan mûcizevi bir kitap yapmış. İnsana da o kitaptan istifade edecek akıl denen nimeti takmış.
748) Bu kâinat sonsuz rızık ve nimetlerle donatılmış bir sofradır. Bu nimet sofrasından en çok istifade eden ve ettirilen insandır.
749) Rahîm sıfat ismidir; çok merhamet edici, verdiği nimetleri iyi kullananları daha büyük ve ebedi nimetler vermek suretiyle mükâfatlandırıcı, ahirette yalnız müminlere merhamet eden anlamına gelmektedir.
750) Allah-u Teâlâ’nın Rahmâniyeti ezele göre iken, Rahîmiyeti ise ebede göredir.
751) Mahlûkat, Allah’ın (c.c) Rahmân isminin görünmesiyle başlangıçtaki rahmetinden, Rahîm isminin görünmesiyle de nihayette hâsıl olacak rahmetinden ortaya çıkan rızıklardan ve nimetlerden istifade eder.
752) Allah (c.c.), dünyanın da ahiretin de hem Rahmân’ı, hem de Rahîm’idir. Yani Rahmân ve Rahîm isimleri hem dünyada hem de ahirette tecelli eder.
753) Çalışkan olsun tembel olsun, salih olsun fasık olsun, mümin olsun kâfir olsun özetle Rahmân’ın rahmeti bir koşula bağlı değil iken, Rahîm’in rahmeti ise koşula bağlıdır ve koşullu olarak tecelli eder.
754) Şayet Rahîm’in rahmeti şarta bağlı olarak tecelli etmeseydi, çalışkanla tembelin, salihle fasığın, âlimle cahilin, âdille zalimin, mümin ile kâfirin, ehl-i sünnet ile ehl-i bid’anın, muvahhidle müşriğin, ehl-i ihlasla ehl-i riyanın birbirinden farkı kalmazdı. Bundan dolayı Hz. İbrahim (a.s) ile Nemrud, Hz. Mûsa (a.s) ile Firavun, Hz. Ebûbekir (r.a) ile Ebû Cehil bir seviyede olurdu. İlim ve irade ile ibadet ve taat ile terakki ve tekemmül imkânı ortadan kalkardı.
755) Allah’ın Rahmâniyetinden tecelli eden rahmeti bizim cüz-i irademize bağlı değilken, Rahim isminin gereği olarak külli iradesiyle cüz-i ihtiyarımızın devreye girmesini dilemiştir.
756) Rahmân isminin rahmeti yüce nimetler, Rahim isminin rahmeti ise nimetlerin incelikleri ile alakadardır.
757) Tüm salih ve kâmil insanlar da Rahim isminin tecellisiyle hayırda, tebliğde ve irşadda şefkatle çalışır ve yarışırlar.
758) Allah’ın Rahîm isminin tecellisiyle ortaya çıkan rahmeti olmasaydı yaratılıştan ihsan edilen kabiliyetlerimizi geliştiremez ve bir adım dahi olsun ileri gidemez, terakki ve teâli edemezdik.
759) Allah’ın Rahmâniyeti karşısında salih ve fasık, mümin ve kâfir, muvahhid ve müşrik eşit ve bir iken, Rahîmiyeti nokta-i nazarında bu insanlar “Ayrılın bir tarafa bugün, ey günahkârlar!” (Yâsîn Sûresi, 36/59) hitabı ve emriyle birbirlerinden ayrılıyorlar.
760) Bizi rahmetiyle hiçten, yoktan var eden Allah (c.c.) olduğu gibi yine bizi küfür ve şirkin hadsiz karanlıklarından imanın nuruna, tevhidin aydınlığına çıkarmak üzere sonsuz rahmetini gönderen yine O’dur.
761) İnsanları zulümattan sadece ve sadece Allah’ın nuru kurtarır. Bu nur kalbe ilka edilir, ruha intişar eder ve insanı fıtratı olan İslâm’a iletir. Ancak bunun için insanın cüz-i iradesini sarf etmesi ve kalbinin nura açık olması gerekir. Nitekim “Allah müminlere karşı çok merhametlidir.”
762) İnsanın nefsi Rahman isminin tecellisiyle rızıklandırılıp nimetlendirildiği gibi kalbi dahi Rahim isminin tecellisiyle rızıklandırılır ve iman ile sayısız âlemlerden ve nimetlerden istifade eder.
763) Cenab-ı Hakk’ın vahiy yoluyla peygamberlere indirdiği suhuf ve kitaplar aracılığıyla insanlarla konuşması Rahim isminin tecellisidir.
764) Bir ehl-i iman Kur’an’da kıssaları anlatılan tüm peygamberler ve onlara tâbi olanlar hakkındaki Allah’ın rahimiyetinden manen istifade eder. Hem cennetin sayısız güzelliklerinden ve nimetlerinden bu dünyadayken dahi mümin kimliğiyle istifade eder ve Rabbine hamdeder.
765) Melik zat ismidir; kâinatın ve bütün mevcudatın gerçek ve tek sahibi ve mutlak hükümdarı, mülk ve saltanatı devamlı olan anlamına gelmektedir.
766) Melik ismi kelime kökü itibarıyla sultanlık anlamındadır. Bu bakımdan Allah’ın tüm kâinatın sultanı olduğunu ilân ve i’lam eder.
767) Allah (c.c.) kâinatın ve tüm mahlûkatın tek sahibidir. Bütün mevcudata emretme ve nehyetme ve onlar üzerinde istediği gibi tasarruf etme O’na mahsustur.
768) Evet, şüphesiz ki mahlûkatına emrederek onları sakındırma, itaat edenleri lütuflandırma, isyan edenleri cezalandırma, dilediğini zelil ve dilediğini de azîz etme kudretine sahip olan yalnız Allah’tır.
769) O mülkünde (ki O’ndan başka mülk sahibi yoktur.) ve mülkündeki mahlûkatının tamamında yegâne hükümdardır, yegâne sultandır, yegâne padişahtır. Ve sonsuz ve eşsiz kudretiyle onları idaresi altında tutan bir tek Allah’tır.
770) Mülk elinde bulunan Allah (c.c.), pek yücedir ve her türlü noksanlıktan münezzehtir. Tüm mahlûkatın hükümdarlığı O’nundur. Yarattıkları üzerinde idare ve tasarruf, emir ve nehiy, aziz kılma ve zelil etme, mükâfat ve ceza ile hüküm, kuvvet ve kudret kendisinin olan yegâne saltanat sahibi ancak O’dur.
771) O öyle Meliktir ki göklerin, yerin ve ikisi arasındakilerin, gördüklerimizin ve görmediklerimizin, bildiklerimizin ve bilmediklerimizin mülkü ve onlarda dilediği gibi tasarruf etme yetkisi yalnızca O’nundur.
772) Yaratmak, yok etmek; hayat verip yaşatmak, öldürmek; dilediği gibi emir ve yasaklarıyla hâkimiyet kurmak, saltanat, hükümdarlık her zaman O’nun ve yalnız O’nundur. Hiçbir yerde ve hiçbir şekilde ortağı yoktur.
773) O Allah ki Melik’tir. Mülk O’nundur ve O’nun yed-i kudretindedir. Göklerde ve yerde, bütün kâinatta ve tüm mahlûkatta, dünyada ve ukbada, yaratması ve yok etmesi, sınırsız ve sonsuz kudret ve kuvvetiyle tasarruf ve tedbiri ve yönetmesi, emrini yerine getirtip hükmünü icra etmesi, iyilikle ve zorla yaptırması, mükâfat, ikram ve ihsanda bulunması ve cezalandırması, şüphesiz ki O Melik’in saltanatının görkemini ve kudretinin sonsuzluğunu ilân eder.
774) Her zaman, her yerde, her şey şüphesiz ki O’nun ilmiyle, emir ve iradesiyle, hüküm ve kudretiyle cereyan eder. Dilediğini mülkünde dilediği şekilde istihdam eden, dilediğini muvakkaten mülküyle buluşturan yahut mülke kavuşturan O’dur. Mülk O’nundur ve O’nun yed-i kudretindedir, hiç kimseyi, hiçbir şeyi, hiçbir şekilde kendine ortak kılmaz. İlim ve hikmetiyle, emir ve iradesiyle muvakkaten verir, dilediği zaman da alır.
775) Mülk O’nundur, O’nun tasarruf ve idaresindedir ve O’nun yed-i kudretindedir. Hem O Melik dilediğini dilediği şekilde eksiksiz, noksansız ve kusursuz yapmaya kâdirdir. Hiçbir zaman, hiçbir yerde, hiçbir işte, hiçbir şekilde yardımcıya, vezire ve vekile muhtaç değildir. Her dilediğini kendi ilim, irade ve kudretiyle yapar. Dilediğinde sadece, ol der ve dilediği oluverir.
776) Âlemlerdeki hiçbir tasarruf ve tedbir hiçbir şekilde O’nun kudretine ağır gelmez. Hem dilerse daha nice yeni âlemler yaratır ve onlarda da dilediği gibi tasarrufta bulunur. Hiçbir yerde, hiçbir şekilde asla O’nun ortağı yoktur, olmaz ve olamaz. O’nun zatı ve şanı pek yücedir ve şüphesiz ki O her türlü noksanlıktan münezzehtir.
777) Melik Allah (c.c.) elbette ve elbette kıyamet gününün, ölülerin diriltileceği günün, haşir gününün, durup bekleme yapılacak günün, sorguya çekileceğimiz günün, amellerimizin tartılacağı günün, sırattan geçeceğimiz günün ve nihayetinde tüm amellerimizin karşılığının verileceği günün sahibidir.
778) Evet, kâinatın ve tüm varlıkların gerçek ve tek sahibi ve mutlak hükümdarı, mülk ve saltanatı devamlı olan zat elbette hâkimiyetin ve saltanatın zirvesi olan din gününün dahi sahibidir.
779) "Din günü” ahiretteki hesap günüdür, ceza günüdür, karşılık günüdür.
780) Allah’ın din gününün sahibi olduğuna, öldükten sonra diriltilmeye inanmak şüphesiz ki İslâm’ın inanç esaslarındandır ve imanın altı rüknünden biridir.
781) Ahirete olan imanla insanoğlu yaptığı kulluk ve ibadetin ve ettiği hizmetlerin karşılığının şu sınırları belirli arza, kısacık dünya hayatına, sınırlı ömrünün sayılı günlerine sığmayacağını bilir ve anlar ve kalbiyle ve ruhuyla ahiret âlemlerine bakar.
782) Haşir akidesiyle insan, Allah’a tam teslimiyet ve tevekkül kazanır; hakka ve sabra davette mükemmel bir ihlâsla çalışır. Allah’ın dünyada yahut ukbada ihsan edeceği karşılığı tam bir rıza ve teslimiyetle ve sabr-ı cemille bekler.
783) Şu kâinat ve mahlûkatın sahibinin aynı zamanda din gününün de sahibi olduğunu bilenler ve ahirete iman edenler ile öldükten sonra diriltilmeyi, ahireti inkâr edenler ne itikad, ne amel, ne de düşünce bakımından asla bir olmazlar ve olamazlar.
784) Kuddûs zat ismidir; bütün yarattıklarını maddi ve manevi kirlerden temizleyen, her türlü gaflet ve eksiklikten münezzeh ve her türlü kusur, hata ve noksanlıktan uzak olan anlamına gelmektedir.
785) Bu kâinat ve dünya sayısız odaları kapsayan bir oda, sayısız okulları kapsayan bir okul, sayısız fabrikaları kapsayan bir fabrika, hem sayısız sokakları kapsayan bir sokaktır. Hâlbuki bu kâinat ve dünya odası, okulu, fabrikası ve sokağı o derece temizdir ki lüzumsuz ve faydasız hiçbir şey ve zahiri ve kalıcı hiçbir kir bulunmaz. Geçici olarak görünen ve bulunanlar da hızlı bir şekilde temizlenir.
786) Hem bu âlemin öyle bir maliki var ki, sayısız odaları, okulları, fabrikaları ve sokakları kapsayan koca kâinatı ve dünyayı tabiri caizse küçük bir oda gibi temizletir. Hem lüzumsuz hiçbir madde bıraktırmaz.
787) Evet ne bulutlar ve yağmurlar ne de rüzgârlar bizi tanır ve bilir. Hem bize acıyıp şefkat edip hikmetle iş görüp bu dünya evimizi ve odamızı temizleyemez. Onların ne aklı var ne ilmi, ne iradesi var ne de kudreti.
788) Küçücük bir odayı ve sokağı temizlemek dahi tesadüfen olmuyor ve olamıyorsa, kendi kendine gerçekleşmiyorsa akılsız, iradesiz ve kudretsiz süpürgeye yahut faraşa isnat edilmezse ve edilemezse, muhakkak o süpürgeyi ve faraşı akıl ve hikmetiyle, hem irade ve kudretiyle kullanacak bir memura muhtaç ise bu koca kâinat sokağını ve dünya odasını temizlemek, nasıl olur da süpürge ve faraş hükmündeki sebeplere havale edilebilir? Nasıl olur da o hikmetli netice olan temizlik o sebeplere verilir? Hem nasıl olur da fiil görülür de fail inkâr edilir?
789) Bak şimdi ormanlara ve içindeki hayvanlara! İçlerinde yüz binlerce hayvan yaşayan o ormanlarda her gün binler hayvan doğar ve binlercesi ölür, ama pislik ve kirlilik eseri görülmez.
790) Gel şimdi bahçelere ve sayısız ağaçlara bak! O Kuddûs Allah (c.c.) kara topraktan ve o kemik gibi kupkuru dallardan bize tertemiz sebzeler, çiçekler ve yapraklarla meyveler sunar.
791) Ve işte yağmurlar ve rüzgârlar! Nasıl da “Yâ Kuddûs! Yâ Kuddûs!” okuyorlar. Biri süpürge olur, biri su tutar ve yeryüzü sokağını yıkarlar.
792) Bir de gözlerine ve göz kapaklarına bak! Evet, göz kapakları dahi gözleri temizlemekle “Yâ Kuddûs!” okur ve bu isme aynadarlık eder.
793) Kuddûs isminin tecellisiyle akciğerler her nefes alıp vermemizde kanımızı temizler. Hem kandaki akyuvar denen hücreler mikropları temizler ve Kuddûs ismini zikreder.
794) Evet, bak şimdi şu kuşa! Kanatlarını temizlemesiyle nasıl hâl diliyle Kuddûs ismini okur.
795) Bu kâinatta ve mahlûkatta gözlemlediğimiz ve şahit olduğumuz tüm hikmetler, gayeler, faydalar, çeşit çeşit güzellikler, hem hikmetli ve tam adaletli kanunlar gösterir, ilân ve ispat eder ki bu kâinatın ve mahlûkatın sahibi her işini mükemmel yapar.
796) Güzellik güzele aynadır O’na işaret eder, O’nu gösterir. Mahlûkatta görünen güzelliğin fani olması o güzelliğin kendilerinden olmadığını gösterir. Hem o güzelliğin fani olmasıyla birlikte arkasından gelen fanilerde de aynı güzelliğin görünmesi o güzelliğin gerçek sahibinin devam ve bekasına ve ebedi olduğuna şahitlik eder.
797) İnsan gözünü açıp etrafına dikkat ve ibretle baktığında gözlemlediği her yerde bulunan ölçü, düzen, hikmetli kanunlar ve istikrarlı gidişata şahitlik edecektir.
798) İnsanın gerek gördüğü gerek görmediği âlemlerdeki bu eşsiz ve kusursuz düzenin kurucusu ve istikrarlı gidişatın yegâne sahibi şüphesiz ki her türlü hatadan, kusurdan ve noksanlıktan münezzeh olan Âlemlerin Rabbi Allah’tır.
799) O Kuddûs Zât ki O Allah’tır, Allah. O’ndan gayrı yoktur hiçbir ilah. Ezeli ve ebedî hayat ile diridir, ölümlü olmaktan münezzehtir. Tüm varlık âlemini ayakta tutan ve düzenini kudret elinde bulunduran ancak O’dur. O’nu asla ne gaflet basar, ne yorgunluk ve ne de bir uyku. Göklerde ve yerde, bilinen ve bilinmeyen tüm âlemlerde ne varsa tamamı O’nundur, O’nun mülkündedir, O’nun kabza-i tasarrufundadır. O kullarının yaptıklarını, yapmadıklarını, yapacaklarını, yapmayacaklarını, yapabileceklerini, yapamayacaklarını, bildiklerini, bilmediklerini, bilemediklerini, bilemeyeceklerini, bilgi ve idrakleri dışında olanı, dünyalarını, âhiretlerini ve şüphesiz ki her şeyi bilir. Onlar ise, O’nun dilediği ve nizam kanunları içinde, iradesinin tecellisine uygun olan kadarının dışında, O’nun ilminden hiçbir şeyi layıkıyla kavrayamazlar. O’nun hâkimiyeti, saltanatı, kudreti, otoritesi ve tasarrufu ve düzeni bütün gökleri ve yeri ve her yeri kuşatmıştır. Tüm âlemleri bir bütünlük içinde tek başına idare etmek, gözetmek, korumak, vaat ettiklerini yerine getirmek Allah’ı yormaz, O asla yorulmaz. Bütün bu işler Allah’a ağır da gelmez. O’nun şanı pek yücedir ve O Kuddûs Allah (c.c.) her türlü noksanlıktan münezzehtir.
800) Bu kâinat ve tüm mahlûkat bütün güzellik çeşitleriyle O Kuddûs Allah’ın (c.c.) güzelliğine işaret ve şehadet eder.
801) Kâinat ve mahlûkat tüm güzellik çeşitleriyle O Kuddûs Allah’ın (c.c.) mükemmelliğine ve her türlü noksanlıktan ve kusurdan uzak olduğuna aşikâr bir aynadır.
802) İnsan zahiri kirlerinden yıkanarak temizlendiği gibi batıni kirlerden ve pisliklerden de ilim öğrenerek, Allah’ı tanıyıp Marifetullah’ta terakki ederek ve O’na layıkıyla kul olarak temizlenebilir. Böylece Kuddûs ismine mükemmel bir ayna olur.
803) Nasıl ki kâinat ve mahlûkatın zahiri ve batıni temizliği Kuddûs ismini gösterir ve O’na aynadır. Öyle de tüm mahlûkatın hâlen ve kálen yaptıkları tüm tesbihatı dahi Kuddûs ismine bakar ve o tesbihatın bütün güzellikleri O’nu gösterir ve yalnız O’na hastır ve O’na aynadır.
804) Selâm zat ismidir; mahlûkatını selâmet ve her türlü güvenliğe çıkaran, cennetteki bahtiyar kullarını selâmlayan, asla değişikliğe uğramayan, ezelden ebede kadar aynı olan anlamına gelmektedir.
805) Allah Selam’dır. Yarattıklarını her türlü korku, kaygı, tasa ve tehlikeden uzak ve güven içinde tutar, selamete çıkarır.
806) Selâm Allah (c.c.) tüm mahlûkatına ihtiyaç duydukları cihazları vererek yarattıklarını selâmete çıkarır.
807) Şimdi anne karnındaki bir yavruyu yahut yumurtadan yeni çıkmış bir yavru kuşu nazarına al ve ibretle tefekkür et! Gayet âciz, zayıf ve fakir hem son derece savunmasız o yavrular ve yavru kuşlar… Onları o karanlık ve dar mekânda boğulmaktan, açlıktan ve çeşit çeşit tehlikelerden koruyup emniyet ve selametle dünyaya getirtmek, anne karnından çıkarmak hem o yavru kuşları dahi, annelerini tabiri caizse emir eri yaparak, açlıktan ve her türlü tehlikeden muhafaza etmek her akıl sahibine Selam ismini hayretle okutturur.
808) Gözle görülemeyecek derecede küçük olan ancak muzır ve düşman hükmünde olan mikroplara ve mikropların vücutta oluşturduğu zararlı kimyasal maddelere karşı vücutta antikor üretilmesi, savunma sistemi kurulması ve insanın çeşitli hastalıklardan korunması elbette ve elbette Selâm isminin tecellisidir.
809) Şimdi başını kaldır ve dünya hanemizin tavanı hükmünde olan semavata bak! İşte atmosfer diye isimlendirdiğimiz hikmet katmanları…! İnsanlar ve tüm canlılar için muzır ve düşman hükmünde olan gök taşlarına, zararlı ışınlara ve bunun gibi birçok tehlikeye kalkan ve siper olarak nasıl da hâl dilleriyle “Yâ Selâm! Yâ Selâm!” okur ve okuttururlar.
810) Mahlûkatta görünen güzelliğin fani olması o güzelliğin kendilerinden olmadığını gösterir. Hem o güzelliğin fani olmasıyla birlikte arkasında gelen fanilerde de aynı güzelliğin görünmesi o güzelliğin gerçek sahibinin değişmekten münezzeh olduğuna, devam ve bekasına ve ebedi olduğuna şahitlik eder.
811) Portakalın belli bir şekli, belli bir rengi, belli bir sanatı, belli bir tadı, belli bir kokusu vardır. Hem o portakal C vitamini ve vücut için fayda deposudur. Hem o portakal sadece yaratılmakla kalınmamış, hikmetle dilimlere ayrılmış.
812) Portakalın mucidi cehaletten münezzehtir ve sonsuz ve kuşatan bir ilme sahiptir. Zira portakaldaki ölçü ve düzen, mükemmel sanat ve türlü türlü hikmet ancak sonsuz bir ilmin eseri olabilir, başka türlü olmaz. Ne güneşte, ne toprakta, ne suda, ne havada, ne de ağaçta böyle bir ilim vardır, bulunur. O portakalın güneşten ağaca ve ağacın köklerine, dallarına ve o meyvenin bulunduğu sapına kadar her biriyle irtibatını sağlayan sonsuz ilim sahibi Selâm Allah Azze ve Celle’dir.
813) Portakal yokluktaydı, yoktu, hiçti. Yokluktan varlığa çıkarıldı. Yokken var edildi. Demek o portakalın ustası irade sahibidir. Zira iradesi ve ihtiyarı olmayan tercih edemez. Ve tercih edemeyen portakal yapamaz. O hâlde portakal, varlığının yokluğuna tercihi ile Selâm Allah’ın (c.c.) külli iradesine işaret, delalet ve şehadet eder.
814) Mü’min zat ismidir; gönüllere iman bahşeden ve inananlara güven verip her türlü şüphe ve tereddütleri kaldıran, vaadine güvenilen, anlamına gelmektedir.
815) Şüphesiz ki Allah Mü’min’dir, güven verendir. Hem imanı hem de güveni veren ancak O’dur. Bu isim ve ifade ettiği mana insanın kalbine imanın önemini ve değerini kavratmakta ve hissettirmektedir. Bu isim insanı Allah’a nispet eder, O Mü’min Zât’a bağlar ve O’nunla irtibata geçirir. O’nun sıfatlarından biriyle nitelendirir, yükseltir ve yüceltir.
816) İnsan öncelikle cüz-i iradesini kullanır ve külli irade sahibi Mü’min Allah Azze ve Celle de dilemesiyle iman nurunu kulunun kalbine yerleştirir. Bu isim insanda tecelli ettiğinde Allah o kulun kalbine iman nuru lütfeder. Gönlünde iman ışığı yakar.
817) Allah’a iman eden her kul Mü’min ismine imanının kuvveti ve derecesi oranında aynadır. İman bir nurdur. Her insanda bu nurun nitelik ve kalitesi farklıdır.
818) İnsan ancak iman ile insan olur ve huzur bulur; yoksa iman yamyam, yırtıcı bir hayvan, belki bir canavar olur.
819) Mümin bir kul imanıyla, teslim ve tevekkülüyle huzura erer. Her şeyden ve her hadiseden korkmak yerine teslim ve tevekkülüyle güven içine bir yaşam sürer.
820)Mümin bir insan bilir ki zerreden Şems’e kadar her şey Allah’ındır ve O’nun idaresi ve hâkimiyetindedir, O dilemedikçe bir yaprak dahi düşmez. Böylece huzur ve güven içinde teslim ve tevekkülle huzur ve sürurla bir hayat sürer.
821) Muasırlarımızın sıkça söz ettiği depresyon, panik atak ve bunun gibi diğer hâller kâmil bir müminde görülmüyor ve görülmez. Zira hakiki mümin Allah’ın Mü’min ismine aynadarlık yönüyle tam bir emniyet ve güven içindedir. Her şeyi O’ndan ister ve her yardımı O’ndan bilir.
822) Mü’min ismi bir kulda tecelli ederse, kalp her türlü korku ve endişeden muhafaza edilir, kalbe tam bir güven ve emniyet duygusu lütfedilir. Şayet, Allah (c.c.) bu ismiyle imdadımıza yetişmese ve bu ismini bizde tecelli ettirmeseydi yahut bu tecelli bizden geçici olarak çekilseydi, korku ve kaygıdan dünya hayatı şahsi âlemimizde yaşanmaz hâle gelecek, belki aklımızı yitirecek bu dünyada dahi manevi bir cehenneme girecektik.
823) Güven ve emniyet duygusu Mü’min isminin tecellisidir. Hem büyük bir ihsandır, ikramdır, lütuftur ve nimettir. Bu ismin tecellisi ve feyziyle, inanan insanlar bu isme mazhar olarak güven ve emniyet içinde yaşarlar.
824) Mümin, yaratılış gayesini bilip kavramakla kendini her daim güvende hissettiği gibi, aynı zamanda etrafındaki insanlara ve tüm mahlûkata da güven aşılar.
825) Mümin Allah’ın Peygamber (a.s.m) aracılığıyla insanlara bildirdiği her şeyi diliyle ile ikrar, kalbiyle tasdik ve ameliyle ilân eden kimsedir.
826) Allah (c.c.) Mü’min’dir, emindir, sözünde güvenilirdir. Vaadine sadıktır. Asla vaadinden dönmez, dönmesi düşünülemez.
827) Verilen sözde durmamak yahut vaadini yerine getirmemek ya güçsüzlükten kaynaklanır ya da cahillikten. Hâlbuki semavat âlemindeki milyarlarca galaksileri, milyarlarca gezegenleri, kentilyonlarca yıldızları o korkunç büyüklükleri ile birlikte, korkunç bir hızla düşürmeden boşlukta durduran, birbirine çarptırmadan hep birlikte gezdiren ve döndüren, onları lamba gibi yandıran, bu hayret veren hareket ve tasarruf esnasında hiçbir gürültü çıkarmayarak sınırsız ve sonsuz kudretini gösteren hem tüm mahlûkatın ölçü, düzen, sanat ve hikmet diliyle sonsuz ve kuşatan ilmine şahitlik ettiği Mü’min Allah’ın (c.c.) hâşâ sözünde durmaması, vaadinden dönmesi imkânsızdır, mümkün değildir ve asla izzetine yakışmaz.
828) Allah vaadine güvenilen ve sözünden asla şüphe edilmeyendir. Madem Allah Mü’min’dir, sözünde emin ve güvenilirdir. Madem kâinat ve tüm mahlûkat, gözlemlenen icat ve icraat O’nun doğruluğuna sonsuz dillerle şahitlik eder. O hâlde madem Mü’min Allah (c.c.) haşiri ve ahireti, itaatkâr kulları için cenneti, isyankârlar için cehennemi vaat etmiştir. Elbette vaadini yerine getirecek insanı diriltecek, haşiri gerçekleştirecek, o en büyük mahkemeyi kuracak, mümin ve itaatkârları cennet ve cemaliyle mükâfatlandıracak; kâfir ve isyankârları layık ve müstahak oldukları cehenneme dahil edecektir.
829) İnsan Mü’min isminin tecellisiyle emin ve güvenilir olur, sözünde sadık bir hâl alır.
830) Müheymin zat ismidir; gözeten, muhafaza eden, mahlûkatını her an gözetleyen ve onların her hâline şahit olan anlamına gelmektedir.
831) Müheymin ismi Allah’ın yarattıklarının rızıklarını, sözlerini, fiillerini, hâllerini, tüm amellerini, her bir anlarını, ömürlerini, ecellerini bilmesi ve koruması manalarını kapsar. Zira O; sonsuz ilim, hikmet ve kudret sahibidir. Her şey O’nun hükümranlığı altındadır.
832) Allah (c.c.) Müheymin’dir. Mahlûkatı yarattıktan sonra başıboş bırakmamıştır. Mahlûkatının her hâlini gören ve gözetendir. Kullarının her amelini, her hâlini görür. Aşikâr olana da gizliye de tam hâkimdir, her şeye şahittir.
833) Müheymin Allah (c.c.) kullarının hamdlerini, sözlerini, şükürlerini, tövbelerini, af dilemelerini, dualarını, niyazlarını işitir ve her anlarına şahitlik eder.
834) Müheymin Allah (c.c.) her şeyin üzerinde şahit ve her nefis üzerinde mutlak gözetici olandır, hiçbir şey O’nun şahitliği ve gözlemi dışında değildir.
835) O öyle Müheymin’dir ki varlıkların bütün haklarını muhafaza eder, zayi etmez. Mahlûkatını kendi hâllerine bırakıp terk etmez. Onların ömürlerini ve rızıklarını zayi etmez, amellerinin neticesini iptal etmez.
836) O öyle Müheymin’dir ki ne bir nefis, ne bir nefes, ne bir ins, ne bir cin, ne bir hayvan, ne bir nebat, ne bir toprak, ne bir yaprak, ne bir hayat, ne bir memat, ne bir niyet, ne bir duygu, ne bir düşünce, ne bir söz, ne bir ses, ne bir göz, ne bir bakış, ne bir eser, ne bir fiil, ne bir iş, ne bir sistem, ne bir organ, ne bir doku, ne bir hücre, ne bir molekül, ne bir atom, ne bir zerre O’nun gözleminin ve hâkimiyetinin haricinde olabilir. Hiçbir şey hiçbir şekilde O’nun gözleminin ve hâkimiyetinin dışında değildir, hiçbir şey O’ndan gizlenmez ve gizlenemez; O’nun ilmi her şeyi kuşatmıştır.
837) O sonsuz ilmiyle her şeyden haberdar olan, her şeyi gören ve her şeye şahit olan Müheymin Allah Azze ve Celle bütün kalplerin hakikatini, kusursuz ve noksansız ve mükemmel bir şekilde bilir. Bütün nefisler ve nefesler ve kalpler ve maddi ve manevi ameller O’nun ilmiyle ve O’nun dilemesiyledir. O yaratmayınca ve dilemeyince hiçbir nefes alınamaz, hiçbir nefis yaşayamaz, hiçbir göz göremez, hiçbir dil konuşamaz, hiçbir zerre yerinden oynamaz, oynayamaz ve bunun gibi… Tüm mahlûkatın yaratıcısı Allah (c.c.) her an yeni bir yaratma ile mahlûkatının yardımına ve imdadına yetişmezse hiçbir mahlûk kendi ihtiyacını yaratamaz ve onu kendine getiremez ve o hayatı devam ettiremez.
838) O öyle Müheymin’dir ki varlıkları varacağı noktaya ulaştırırken zararlarını bertaraf eder, taleplerini karşılar, ihtiyaçlarını ve sıkıntılarını giderir. Kullarının iyiliklerinden, ibadetlerinden ve sevaplarından hiçbir şey eksiltmez. Hiçbir hizmetlerini ve hiçbir amellerini zayi etmez.
839) O öyle Müheymin’dir ki müminlerin ve salihlerin ibadet ve iyiliklerini koruyup eksiltmediği gibi kâfir ve fasıkların dahi isyan ve kötülüklerini muhafaza eder ve hak ettikleri azaba ekleme yapmaz, o cezayı artırmaz.
840) Kelamullah Kur’an Müheymin Allah (c.c.) tarafından korunup her türlü tahriften uzak tutulduğu gibi öte yandan diğer semavi kitaplar üzerinde güvenilir bir gözetçi olarak onların vermiş olduğu doğru bilgilere ve içerdiği doğru hükümlere de şahitlik edip, onları tahriften koruyan, yanlışları düzelten, doğruyu gösteren ve öğreten ve hikmet ve maslahat gereği zamanı geçmiş hükümleri ilân, i’lam ve iptal eden bir kitaptır.
841) Şu mükemmel ve muhteşem kâinat kitabı ve o kitabın yazarının külli iradesiyle koyduğu ve okuttuğu, sonsuz kudretiyle uyguladığı yer çekimi kanunu, sıvıların kaldırma kuvveti kanunu, kütle çekim kanunu ve bunun gibi diğer kanunlar elbette Müheymin Allah’ın (c.c.) mahlûkatı üzerindeki ilahi muhafazasının aşikâr delilleridir. Sayısız hikmetleri olan bu kanunları tefekkür ettiğimizde O’nun mahlûkatı üzerindeki eşsiz gözetimi kendini güneş gibi göstermektedir.
842) Müheymin ismi mahlûkatın tüm amellerini, programlarını muhafaza etmek suretiyle tecelli ettiği gibi, yaratılanları her türlü tehlikeden korumak suretiyle dahi tecelli eder.
843) Gözlerimizi göz kapakları, kaşlar ve kirpiklerle korumaktan tutun da batnımızdaki organları göğüs kafesimizde korumaya kadar. Hem en önemli organımız olan beynimizi gayet sert ve sağlam kafatası ile korumaktan tutun da rızkı iç yağ suretinde vücudumuzda depo ederek aç kaldığımızda ölüme karşı korumaya kadar tüm bunlar Müheymin isminin tecellisidir.
844) İnsana verilen şefkat ve havf dahi Müheymin isminin tecellisidir. Şefkat duygusu ile insanı diğer mahlûkata zarar vermekten koruduğu gibi korku duygusu da insanı muhtemel tehlikelerden sakındırır ve zarar görmekten korur. Aracı dikkatli kullanmamız, elektriğe, ateşe ve sıcak cisimlere ve bunun gibi tehlike arz eden her şeye tedbirle yaklaşmamız bu sırdandır.
845) Müheymin Allah Azze ve Celle mahlûkatını her an gören, gözetleyen ve onların her hâline mükemmel ve kusursuz bir şekilde şahit olandır.
846) Müheymin Allah (c.c.) her şeyi görüp nüfuz eder, hiçbir yer, hiçbir şey, hiçbir yerde, hiçbir şekilde O’nun gözetlemesinden gizlenmez ve gizlenemez.
847) Bu şuursuz ve iradesiz rüzgârlar bizi bilmez ve sesimizi duymaz ki bize şefkat ederek yağmur yüklü bulutları bizim için kaldırıp muhtaç olduğumuz yere sevk etsin! O bulutları, rüzgârları istihdam ederek dilediği yere sevk eden kuşatan ilim, külli irade, sonsuz rahmet ve hikmet ve mutlak kudret sahibi her şeyi görüp gözeten Allah Azze ve Celle’dir.
848) Elbette kudreti mutlak, hikmeti sonsuz Müheymin Allah (c.c.) tarafından gök ile yer arasında boşlukta durdurulan bulutun ne aklı var ne ilmi, ne şefkati var ne iradesi, ne hikmeti var ne de kudreti. O hâlde bize yağmuru getiren bu şuursuz bulutlar değil; bizi yaratan ve yaşatan, her türlü ihtiyacımızı görüp gözeten Âlemlerin Rabbi Allah’tır ki o bulutlar O’nun mülkünde ancak bir perdedir, onları su ile dolduran muhtaçlara koşturan sonsuz kudret ve şefkatiyle kâinatı idare eden Allah Azze ve Celle’dir.
849) Ey insan! Bil ki senin her hâlini görüp gözeten, her ameline tanıklık eden, sevaplarını, günahlarını bütün haklarını ve müstahak olduklarını muhafaza eden bir koruyucu sahibin ve şahidin var. Bil ki bu bilmek ve idrak etmek senin her hâline ve ameline yansısın. Kusurlarını, eksiklerini, hatalarını ve yanlışlarını görmeye, anlamaya ve düzeltmeye çalışasın. Ta ki ihlas ve istikameti elde edip muhafaza edebilesin.
850) Azîz zat ismidir; izzet sahibi ve yüceler yücesi, mağlup olmayan mutlak galip anlamına gelmektedir.
851) Allah Azîz’dir. İzzet, azamet, kuvvet ve kudret sahibidir. Çok büyüktür, en büyüktür ve şanı pek yücedir. Kâinat ve mahlûkat kendilerine lütfedilen büyüklükleri ile kabiliyetleri oranında Allah’ın Azîz ismine aynadır.
852) Bak şimdi şu yüksek dağlara, ucu bucağı olmayan sahralara, Güneş’e, Ay’a ve Dünya’ya, kentilyonlarca yıldızlara, milyarlarca galaksilere, milyarlarca gezegenlere! Kulak ver her birine! Nasıl da hep birlikte, tek bir dille “Yâ Azîz! Yâ Azîz! Yâ Azîz!” diyerek Allah’ı (c.c.) tesbih ederler.
853) İzzet Allah’a, Resûlullah’a (s.a.v) ve müminlere aittir. Hiç şüphesiz aziz olan yalnızca Allah, O’nun resulü (a.s.m) ve müminlerdir.
854) Şüphesiz ki izzet ve şerefin hepsi Allah’ındır, O’na aittir. Kim de izzet ve şeref istiyorsa O’ndan istemeli, O’na yalvarmalı, O’na layıkıyla kul olmalıdır.
855) İnsan ancak iman ve İslâm ile hakiki bir insan olur, eşref-i mahlûkat sıfatına layık bir hâl alır.
856) İnsanlar başlangıçta en güzel bir surette halk edilseler de hilkatlerinin gayesi ve fıtratlarının neticesi olan imanı elde edemeyenler, bu eşsiz mertebe ve rütbeden, insaniyetin zirvesi olan İslamiyet’ten mahrum kalmışlardır.
857) İnsan İslâm’ın sırat-ı müstakim diye isimlendirdiğimiz inanç sistemini tam manasıyla kavradığı zaman, artık hakikat kálden hâle, sözden fiile inkılap eder. Ve o insan artık iman ve İslâm’ı söz dili ile değil, beden dili ile anlatır. O insanın çarşıda, pazarda dolaşması, alışverişe çıkması dahi İslâm’ı tebliğ olur. Zira o hilkatin gayesini anlamış, fıtratın neticesine ulaşmış ve zirveyi yakalamıştır. O insan görüldüğü vakit her hâliyle halka Hakk’ı anlatır. Çünkü halk içinde Hakk iledir.
858) Kur’an’ı rehber, Resûlullah’ı (s.a.v) önder edinen her devlet gibi şanlı Osmanlı Devleti de Azîz ismine güzel bir ayna olmuştur.
859) Allah Azze ve Celle mağlup olmayan mutlak galiptir. O yaratandır, yarattıklarına elbette galiptir. Yeryüzü Azîz Allah’a (c.c.) isyan edip de mağlup olmuş ve helak edilmiş nice insanların, kavimlerin kalıntıları ile doludur.
860) Ey insanlar! Biliniz ki geçici olarak size emanet verilen ne mal mülkünüz, ne makam mevkiniz sizi kurtaramayacağı gibi, peygamber çocuğu, akrabası ve yakını olmak dahi sizi kurtaramaz! Sizin kurtuluşunuz ancak iman ve salih amelde, Allah’a layıkıyla kulluk etmektedir. İzzet ve şeref de yükselmek ve yücelmek de ancak takva iledir.
861) Allah elbette zalimler zümresine hidayet etmez, onları doğru yola iletmez. Öyle ya kendilerini ilah ve rab ilân eden, hak ve hakikate karşı gelen, Azîz Allah’a (c.c.) isyan eden zalimler O’nun nurundan nasıl feyz alabilir, nasıl faydalanabilir?
862) Allah’a isyan eden kavimlerin hüsrana uğramalarında, mağlup edilip helak olmalarında Allah’ın yenilmeyen mutlak galip olduğu görülmekte ve Azîz ismi kendini güneş gibi tüm görkemiyle göstermektedir.
863) Allah Azze ve Celle hiçbir zaman mağlup edilemez, her zaman ve her yerde galip olan ancak O’dur. Azîz Allah (c.c.) mutlak kuvvet ve kudret sahibidir, hiçbir şey asla O’ndan güçlü ve üstün değildir, olamaz. O hiçbir şekilde asla yenilgiye uğramaz. O en üstündür, en güçlüdür, izzet ve şeref sahibidir, şanı pek yücedir.
864) Mutlak kudret sahibi O’dur, ancak O’nun yardımıyla yaşar ve ancak O’nun yardımıyla muvaffak oluruz. Şeref ve izzet O’nundur, biz ancak O’na iman ve itaat etmekle onur buluruz.
865) Yaratan O’dur, diğer varlıklar yaratılmıştır. O’nun sonsuz kudreti, mahlûkatın sonsuz âcizliği ve O’nun kudretine muhtaçlığı aşikârdır. Kâinatı ve mahlûkatı yaratan ve bu eşsiz düzeni kuran O’dur. Her mahlûk ancak O’nun emir ve iradesiyle hareket etmekte ve O’nun rahmet ve kudretiyle yaşamını sürdürebilmektedir. O dilemedikçe bir yaprak dahi düşmez.
866) Cebbâr zat ismidir; eksikleri tamamlayan, dilediğini yapan ve yaptıran, hükmüne karşı gelinemeyen, istediğini zorla yaptıran anlamına gelmektedir.
867) Cebr, kırığı yerine getirip güzelce sarmak, eksiği düzeltip tamamlamaktır. Bu manadan hareketle Cebbâr ismi mahlûkatın ihtiyaçlarını gideren, eksiklerini telafi ve tedarik eden, tamamlayan, kırılanları onaran, işlerini yoluna koyan ve düzelten, dertlere derman veren ve bu hususta gereken her şeyi gereği gibi yapan mutlak kudret ve hâkimiyet sahibi en mukaddes Zât’ı ifade eder.
868) Cebr, icbâr etmek, yani dilediğini zorla yaptırmak anlamına da gelmektedir. Bu manadan hareketle Cebbâr ismi zorlu, mahlûkatı iradesine mecbur eden, dilediğini zorla yaptırmaya muktedir olan, hükmüne karşı çıkılamayan, çıkılma ihtimali bulunmayan mutlak kuvvet ve kudret sahibi demektir.
869) Cebbâr Allah (c.c.) birçok fiilde insana cüz-i irade vermiş olmakla birlikte insanın bütün isteklerini yerine getirmeye mecbur da değildir. Külli iradesiyle diler ve hikmeti gerektirirse insanın dilediğini yaratır, yerine getirir yahut daha evlasını verir ya da hiç vermez. O dilediğini dilediği gibi yapar. Ne bütünüyle insanın iradesini elinden alır, ne de insanın her dilediğini yapmaya mecburdur.
870) İnsanı övmek, dövmek demek.
871) Bir ile bir olalım.
872) Hakk’ı seven Hakk’a itaat etmeli.
873) Altını sarraf anlar.
874) Yürek dili zikir ve aşk ile açılır.
875) İnsan unuttuğunu düşünür.
876) Yağmur yağmaz, yağdırılır.
877) Herkes hak ettiği yere varacak!
878) Halk veliyi deli sanır.
879) Ey nefis! Hakikate perde olma!
880) Dil gizler, göz söyler.
881) Dinin temeli tevhiddir.
882) Aşk beden kafesinden ayrılmaktır.
883) Dost Dost’a kavuşmak ister.
884) Büyüklük ne yaş ile olur ne de lafla.
885) Müessir eseriyle tanınır.
886) Lider olunmaz, doğulur.
887) Kaderin inkârı imandan eder insanı.
888) Dost dostun dini üzeredir.
889) Hakkı tebliğ boynumuzun borcudur.
890) İmtihan mertebe içindir.
891) Hakk iyileri seçer.
892) Kur’an İslâm’ın kalbidir.
893) Zulümden ve zalimden Hakk’a sığın her dem.
894) Herkes kendine yakışanı yapar.
895) Şemsi suçlama, perdeyi arala!
896) Tahtta ölen de bir toprak da ölen de.
897) Kardeşlerim! Gafletle dolmayınız, günahla solmayınız. Sureten Müslüman olup da sîreten Yahudi olmayınız.
898) Tevazu iddiası kibirdir.
899) Dava adamı olmak bedel ister.
900) Bir kimsenin hatası başkasına mal edilemez.
901) İlim amel ister.
902) Asıl kölelik korkaklıktır.
903) Her niçin Allah için…
904) İlim haddimizi bilmektir.
905) Önce edep, her dem edep.
906) Edip olmak bedel ister.
907) Her şey O’nu anlatır.
908) Kusur aramak en büyük yara. Allah dostlarında kusur değil, huzur ara!
909) Biz yalnızca Hakk’ın rızasına ve muhabbetine talibiz.
910) Hakk’tan gayrı gerçek varlık yoktur, bilmek gerek. Ve dahi yalnızca Allah’tan korkmak gerek.
911) İlahi aşk için seferdeyiz. Sefer bizden, zafer Rabbimizden.
912) İstişare kimi zaman farzdır.
913) İnsan fikirle büyür.
914) Şol imtihan kaç aşamalı? Müslüman inandığı gibi yaşamalı.
915) Gönül güldür, dil bülbül olmadan tamir olunmaz. Âmil olmadan âmir olunmaz.
916) Kusuru nefsinde ara!
917) Muhabbet bizim işimizdir, umum ehl-i iman kardeşimizdir.
918) Tarikat sünnet düşmanları için barikattır.
919) Çalışarak dinleniniz.
920) Aşk ile ağlayanlar evliyadır, samimiyet ne güzel bir aynadır.
921) İstişare ehil olanla yapılır.
922) Hakkı haktan sapmadan söyleyiniz.
923) İyilik yapar gibi görünme, iyilik yap görünme!
924) Kardeşlerim! Biliniz ki Allah rızka kefildir, bildiğiyle amel etmeyen talebe-i Ebû Cehil’dir.
925) Kendinle barış, kendinle yarış! Hakikati keşfeyle, karış karış!
926) Seven sevdiğini elbette uyarır.
927) Gönül derya, kıyı dil. Rabbini hakkıyla bil!
928) Kaybetme kullukta istikrarı, yoktur bu hayatın bir tekrarı.
929) İnsanı insan yapan akıldır, akılı akıl yapan felsefedir, felsefeyi felsefe yapan hikmettir, hikmeti hikmet yapan ve kemale ulaştıran vahiydir.
930) Yazar seherlerde âşığın muvahhid kalemi, hikmetle okur, ibretle okutur her bir âlemi.
931) Gel de şu kuşlardaki renk sanatını seyret! Mümkün mü etmemek hayret? Kim bu görünmez sanatkâr fikret!
932) Ya Rab! Aşkınla ağlayıp duruyorum anbean yerde, göster bana Refîk-i A’lâ’ya çıkan merdiven nerde!
933) Kiminin maksadı Ali, kimininki takdir-i Rıza. Bizimkisi ise, yalnız ilahi rıza.
934) Gündemimdeki değişmez konu, her şey anlatıyor her dem O’nu.
935) Yalvarıyordun dün, isyan edersin bugün. Unutma ey Ogün! Gelecek o gün, kulluktur özgürlüğün.
936) Mümin başını ancak Hakk önünde eğer, ilahi aşk uğruna her ne çeksen değer.
937) Aldanmayalım asla ve kat’a hilekâr hisse ve nefse, alalım Kur’an’dan payımıza düşen hisse ne ise.
938) Hazineye uçuran ulvi bir kanat, en büyük zenginliktir kanaat.
939) Dediler: “O zât sürekli senin gıybetin yapar, sense sürekli ona iyilik yapar.” Dedim: “Bu kul Hakk’a tapar, her iyiliği yalnız O’nun için yapar.”
940) Görsem ki bir insan beni övüyor, sanki beni dövüyor. Öyle ya… Allah’tan gayrısını ne diye övüyor?
941) Aklaşmak için, yaklaşmak için, yalnız Sen’in için, kesiyoruz kurban. Ne olur kabul buyur, şu âciz kullarından!
942) Zalim sanma, kâr kalır yaptığın yanına! Mazlumun duası çıkar Hakk’ın katına.
943) Sağlam değilse bilgilerin alındığı kaynak, bilgeyim sananlar olur cehalete sığınak.
944) Kibiri vakar, tevazuyu zillet sananlar, işte onlardır insanlıktan nasibi pek az olanlar, ettiği zulmün farkında olmayanlar.
945) Seherleri parselle, aşkımızı keşfeyle! Sonra ne dersen de, başım gözüm üstüne.
946) Dilden dökülür nice hikmetli heceler, lütuftur Hakîm-i Rahim’den geceler.
947) Aşk ile dönerler, aşka dönenler. Tüm benliğiyle, Hakk’a dönenler. Kabirde, mahşerde ve ahirette güler bu kutlu yüzler, Rablerini perdesiz görürler.
948) Ey nefis! Gaflet ve sefahatle zannettiğin yükseliş, aslında tam bir dibe iniş.
949) Evlilik mükemmeliyet değil, sorumluluktur. Evlilik sünnettir, insani bir düsturdur. Evlilik istikamettir, şuurdur. Evlilik emniyettir, doğruluktur. Evlilik muhabbettir, sürurdur. Evlilik hürmettir, mutluluktur. Âciz insan kusur bulur, aziz olan huzur bulur.
950) Bir öğün yemeğe verilen para, bir kitaba verilmiyor. Midenin rızka muhtaç olduğu biliniyor da aklın ki nasıl bilinmiyor?
951) Gel Bir ile bir olalım, yüreklerde taht kuralım. Hakk’a gerçek kul olalım, hakka giden yol olalım.
952) Kanlıdır gözlerim, Mevla’yı özlerim. Bilmem ne vakit biter bu hasretim.
953) Mümine şevk veren ihlâs, bu şevke eren ne de az.
954) Kalk da şu zikir meclisine bak! Kuşların her biri diyor Hakk! Hakk!
955) Şol ömür nerde eridi? Hayatım filim şeridi, visal meleği geldi, o Arş’tan uzanan eldi.
956) Yok idim, var edildim. Akıl ve iradeye verildim, kendime emanet edildim. Hiçliğimle emaneti yüklendim, benliğimle emaneti kaybettim.
957) Kâmil adam eder daim takdir, artırır insanın gayretini. Ham adam eder daim tekdir, eritir insanın gayretini.
958) Ey nefis! Bilir misin ömür gününün saati kaç? Gaflet ve dalaletten Rabbine kaç!
959) Abdal konuşunca tüm şairler susar, Güneş varken lambaya kim ihtiyaç duyar?
960) Hakk nurunu söndürmeye çalışan olur rezil, Kahhar-ı Müntakim eyler er geç o zalimi zelil.
961) Lâ ilâhe illallah sözü, namaz ile olur bir eylem. İbadet eylemleri, lâ ilâhe illallah ile olur söylem.
962) Küfür insanı boğar, üfür dalalet uçar. Şükür hidayet doğar, sen bu aşk ile ağar.
963) Bahtiyardır kâmil âmil, ne bedbahtır zalim amir.
964) Kim veli kim deli halkça bilinmez, şol aşkımız gönüllerden silinmez.
965) Ey nefsim! Hayat gününün güneşi batmadan, kalbin son kez atmadan, ölüm uykusuna yatmadan, gençlik ağacın yapraklarını dökmeden, ömür baharının kışı gelmeden, sayılı gün bitmeden, Rabbine dön, ruh bedenden gitmeden!
966) Kesretten vahdete döndük yüzleri, tefekkür ve hikmete verdik özleri.
967) Bu Muhammedî bir mizan, bundan doğar eşsiz nizam. Hakk için sevmelidir insan, Hakk için buğzetmeli vicdan.
968) Yâ Rab! Mayınlar döşeseler de yollarına, bu da zor gelmez asla samimi kullarına.
969) Ana karnından günahsız geldik dünyaya, gayemiz ahsız dönebilmek Mevla’ya.
970) Ey Sevgili! Tek Sevgili! Âşığın emeli, ne cennet ne de huri. Bir damlacık muhabbet, bir zerrecik aşktır elbet ey Mahbûb-u Ezelî!
971) Abdal âşık her dem anlatır Mevla’yı, abdala adavet eden bulur belayı. Dilimiz okur her dem ulvi duayı, neyleyelim bedduayı?
972) Sen onlara aldırma, Hakk yolundan ayrılma! Tenekecidir onlar, altını sarraf anlar.
973) Çok konuşmak çok bilmek değildir her daim. Bilmemekten değil, hikmetten susar âlim.
974) Nasıl güzel bakarsın zulme, perde mi indi gözüne, mühür mü vuruldu gönlüne? Cerbeze yapan sürüne!
975) Hakkın önündeki en büyük set, vallahi kibirdir, vallahi haset.
976) Zikir ve aşk ile açılır insanın yürek dili, doksan dokuz esma aydınlatır bu başkenti.
977) Dondurucu kışta elbet üşünür, insan unuttuğunu zaman zaman düşünür. Müttaki ölümü ne diye düşünür?
978) İzdivaç imtizaçtır, muhabbettir, şefkat ve hürmettir.
979) Biz yaşadık, kalem yazdı. Kalem sustu, âlem yazdı. Ne kadar sevsem de azdı, Allah’ım bu nasıl bir aşktı?
980) Fani bir sevgiliden, ani gelen ölümden, Sana sığınırım ben, sığınırım Sana ben.
981) Bizim dergâhımızda yoktur öfke, kin, nefret. Var olan ilim, hikmet ve bir de muhabbettir ki beklenen bu elbet.
982) Lütfunla döndüm özüme, seherde uyku girmez gözüme. Zikrin ilaçtır gönlüme, aşk olur dökülür sözüme.
983) Binek yaptım nefsi, ben bilirim haddi. Açılsa gayb perdesi, imanım ne artar ne eksilir Yâ Rabbi!
984) Sular aşk ile dağları yaracak, herkes hak ettiği yere varacak.
985) Hakk katında olursan bir veli, halk yanında sanılırsın deli.
986) Aşk şarabı içti bu kul, mutlu yâ Resûl! Ne zaman vuku bulur şu kutlu vusûl?
987) Maatteessüf biz aşkı yazmadık, yazamadık… Ama Biiznillah aşk bizi yazacak.
988) Aşk dediğim Hakk’tan bir anahtar, gönül kapısını hakkıyla o aralar.
989) Yâ Vafi! Sensin Bâkî! Yâ Vafi! Sevgin kâfi.
990) Maymundan insan olan yoktur, insan iken maymun olan çoktur.
991) Şükretmek için sebep çok, şükürsüzlük için neden yok.
992) Yâ Nûr! Sensin Huzur! Yâ Nûr! Sevgin sürur.
993) Olma hakikate perde üstüne perde! Ara, bul gönül pistine inen uçak nerde!
994) Dil gizler, göz söyler. Kalbi örtemez gözler, hiç gizlenir mi özler?
995) Bir yudum muhabbete, bir zerrecik aşka geldik.
996) İlahım, Rabbim, Malikim Sen’sin, Sen’sin ey Yaradan! Hayalim, emelim, hedefim sevgindir Yâ Rahman!
997) Mevt visal, ölüm düğün. Ne diye olsun hüzün?
998) İlmin özü hakikatte iki kelime eder. İhlâs kömürü elmas eder, riya elması kömür eder.
999) Elbette tadacak ölümü her can, o vakit ki Azrail’in kapına dayandığı an. Artık bitmiştir batıl olan her zan, o an konuşur sadece iman.
1000) Ey dünya, bakma bana öyle mağrur! Nedir bu kibir gurur? Sen de fânisin Yûnus gibi. Bilmem kaç yıllıktır ömrün, ama sen de öleceksin bir gün.
1001) Herkes kendince bir ağa, millet bu ahlak ile nere vara? Takılma kibirden ağa, boyun yetmez hiçbir dağa.
1002) Ey nefsim! Senin sandığın şu vücut var ya ancak emanet. Sahibini tanı, etme emanete hıyanet!
1003) Ey nefsim! Kırılmışsa eğer ihlâs, sen istediğin kadar gaza bas. Amellerinin hepsi tutar birbirine yas.
1004) Hakk’a giden yolda feda edilir ser. Duysun bizi bu aşkla gökler ve yer.
1005) Şol ömrünü feda et, Allah yoluna ser! Hakk dostunun gönlünde sen de bul, bir yer!
1006) Tevhiddir dinde temel, onsuz olmaz salih amel. İhlâstır en büyük emel, Rabbimin lütfuyla gel, gel!
1007) Ey yolcu! Sevk ediyor seni, bize doğru Yaradan. Ara dur, gönül izimizi bul! Gel, sen de ol veli bir kul!
1008) Âşığın biriyim, âşığım diriyim.
1009) Hakk’a gerçek kul olmaktır, özgürlüğe yol almaktır, kendinden geçip dalmaktır, aşk kafesten ayrılmaktır.
1010) Marifet aşkı örebilmek, Maşuk’u görebilmek, O’nun yolunda ölebilmek, O’na aşkla dönebilmek.
1011) Lütfunu bol eyle, aşkını yol eyle, Rabbim beni dostun eyle!
1012) Aşk çıldırtır ey derviş! Dinle, âşık ne dermiş! Aşk şair de edermiş, aşk yazar da edermiş, aşka düşenler erirmiş, aşka düşenler ermiş!
1013) Sünnetin aksamı muhtelifedir. Vardır farz ve vacib olanı, hem sünnet ve âdâb olanı.
1014) Hakk’a davet etsin her an kaleminiz, diliniz. Her dem aynıdır yüreğimizdeki yeriniz, biliniz!
1015) Nimetinin farkında olmak, lütfundan da güzel. Sana hamdedebilmek, cennetten de güzel.
1016) Yakışmaz mümine kelimelerle kusmak, ahmaklara en güzel cevaptır susmak.
1017) Satır satır okunmak, sadır sadır dokunmak, sözden geçip öz olmak, işte budur şair olmak.
1018) Kelime-i kudretle yazılan şiirleri, kelime-i hikmetle anlatır birileri.
1019) Dünya malına, vermeyiz değer. Mümin belini, rükûda eğer. Ey Rabbim! Uğrunda ölsem de değer. Âşıklar ölürken, gülermiş meğer.
1020) Ey evlat! Şehittir, gazidir senin atan. Yüzüne gülüp de arkandan kuyu kazan, dost olamaz sana, şerefini peş paraya satan.
1021) Gözümüz yok kimsenin ekmeğinde aşında. Cahiller, zalimler iş başında. Ehiller, âlimler son yaşında. Korkarım kıyamet yanı başımda.
1022) Gayemiz dünya değil, ahirettir. Vazifemiz siyaset değil, diyanettir. Maksadımız menfaat değil, hidayettir.
1023) Dost Dost’a kavuşmak ister, Sevgili’ye ermek ister, şol canını vermek ister, uğrunda ölmek ister.
1024) Rabbim batıla daldırma, razı olmadan aldırma!
1025) Dediler: “Hayret! Hiç gözyaşları içinde namaza durulur mu?” Dedim: “Havfullahtan gelen gözyaşlarıyla abdest bozulur mu?”
1026) Ben hiç hata yapmam diyen insan ancak bir ahmaktır, hiç hata yapmayan münezzeh ve mukaddes Allah’tır.
1027) Eldivenin ustası olur da elin olmaz mı? Ayakkabının ustası olur da ayağın olmaz mı? Gözlüğün ustası olur da gözün olmaz mı? Kulaklığın ustası olur da kulağın olmaz mı? Hiç şu insanın sahibi ve Sani’i olmaz mı?
1028) Zaman olur, bir haramdan sakınmak için bin sünnet terk edilir. Zaman olur, bir tek sünnet için bin baş feda edilir.
1029) Ağlasan da gülsen de bilsinler ki gül sende.
1030) Bak sana insaniyet gibi bir nimet verilmiş, çiçekler dünya hanene halılar gibi serilmiş.
1031) Ne yapsan da yine atıl, ne iğrençtir şol batıl. Kim demiş ki nefse satıl, gel sen de hakka katıl!
1032) Bak yüreğimdeki ize, anlatır bunu her dize. Allah yeter, yeter bize, dermandır tüm derdimize.
1033) Aç kulağını, olma sağır! Sözlerimiz ağır, taşır ancak onları iman dolu bağır.
1034) Ey şu menzilimize, Muhabbetullah için gelen insan! Bil ki o kapı açılmaz, marifetsiz hiçbir zaman.
1035) Yoluna döndüm, kıbleye döndüm, aşkınla döndüm, ölümüm düğünüm, Rabbime döndüm.
1036) Kur’an diri ilân eder şehit kulu, bilmeyen öldü sanır onu, inkârcının bilmem nice olur sonu?
1037) Büyüklük ne yaşla olur ne de lafla. Büyüklük takva ile olur, anla!
1038) Biiznillah biz, başkalarının tattığını yedik, mideye indirdik ve sindirdik. Hakikati hikmete bindirdik, şiirlerle bildirdik.
1039) Ey nefis! Neden noksandır sende hayâ? Her yaptığını Bir gören var, bilmez misin âyâ?
1040) Aramayın beni gayrın hitaplarında, bulursunuz ancak kitaplarımda ve dahi aşk kokan mısralarımda.
1041) Arzdan Arş’a, Arş’tan arza, hep bilmece, tek bir hece, Hayy Hayy, Hakk Hakk.
1042) Sanma ki liderliğin kitabı vardır okunur. Ey evlat! Lider olunmaz, ancak doğulur.
1043) Kaderin inkârı, Allah’ın ilim sıfatının inkârı, Alîm isminin inkârı. Ve dahi bu hastalık, imandan eder insanı.
1044) “İkra!” emrini uygula, yüz çevirme kitabıma, Vedûd aşkı hatırına! Sadırımdan satırıma, bunlar lütuf insanlığa, asıldan asırlara.
1045) Ey evlat! Neden anlamak istemiyorlar beni? Dost dostun ya cenneti olur ya da cehennemi.
1046) Bir dava ki var mı kâinatta bundan daha büyük? Sanma ki İslâm’ı tebliğ etmek bize ağır bir yük.
1047) Kuru toprak olur birdenbire çayır, sen Hızır ile hazırı birbirinden ayır!
1048) Çoklukla övünmedik hiçbir zaman, imtihan imtihan içinde, her biri birbirinden yaman. Bu yol Hakk’a gider, aşka gider, doğru olmayanlar izimizi kaybeder.
1049) Murad edilen mertebe için bu imtihan zorunlu ve dahi her kaptan yolcularından sorumlu.
1050) Bil ki sünnet-i Resûlullah’ın inkârı, Kur’an’ın inkârına götürür insanı.
1051) Rabbimin âyetleri ne de güzel! Gönlüm elbette O’na özel.
1052) Ey nefis! Sen bil önce kendini! Kendini bilen bilir Rabbini, Rabbini bilen bilir haddini.
1053) Şın Sin’i geçer üç nokta ile, Hakk iyileri seçer hikmet ile.
1054) İdare er kişinin, şikâyet her kişinin, iftira şer kişinin işidir.
1055) Ağlıyorum gündüz gece, ismini zikrede ede, kavuşmak ne vakit diye? Sevgili’ye Sevgili’ye.
1056) Kapına edeple gelip de kovulan yoktur. Gönlümü aşkınla doldur ve dahi beni Sen’in yolunda soldur.
1057) Ne güzel çağrıdır ezan, gönülde ağrıdır su-i zan.
1058) Sizi bizimle bir tanıştıran var, Allah’tır yegâne yâr, O’ndan gayrı yâr mı var?
1059) Ölmüş insanın etini yemektir gıybet. Şüphe yok, elbette bundan ibaret!
1060) Siz sanki kalplerinizi aldırdınız, ne diye Kur’an’ı raflara kaldırdınız? Kalpsiz yaşayabileceğinizi mi sandınız?
1061) Helal lokma yolunda yorulmak, elbette hak ile yoğrulmak. Bir de niyet halis ise, olur aşk ile doğrulmak.
1062) Ne fark eder dün ya da bugün? İnsanların kaçtığı ölüm, bizim için ancak düğün.
1063) Duada açılır eller, rükûda bükülür beller, vuslat meleğini gözler, şol Yûnus Rabbini özler, gönüldendir bu sözler.
1064) Hamdolsun hak dindeyiz, bir Fas’ta, bir Çin’deyiz. Bir tabut içindeyiz, bilmem kaç niçindeyiz!
1065) Haram lokmanın göremezsin dünyada hayrını, yersen haramı tadarsın cehennemin nârını.
1066) Tayy-ı mekân n’ola? İhlâs gerek kula, Mim Şın’ı bula, bir adım bin adım ola, uzak yakın ola, devam eyle yola, aşkta verme mola! Gönül marifet dola!
1067) Ey evlat! Sakın zulme değme, asla zalimlere boyun eğme!
1068) Namazsız olmaktan, günahla dolmaktan, aşksız solmaktan, Sana sığınırım Ey Yüce Yaradan!
1069) Korkum ne ölüm ne ölmek ne de öldürülmek. Tek korkum, ilahi rızaya erememek.
1070) Uğrunda ölsem değer, neyleyim cenneti Rabbim? Sen beni sevmezsen eğer, cennet cehennemden beter.
1071) Kim demiş ki o ermiş, uzlet diyen bir derviş, şol Yûnus aşka ermiş, canı Canan’a vermiş.
1072) Allah’a iman eden elbette Allah’a tapar, şüphesiz herkes kendine yakışanı yapar.
1073) Şol Şems-i Şuara zincirleri elden salıversin, Rabbim samimi olmayanları bizden alıversin.
1074) Çıkar mıyız bu âciz bedenle bilmem ki seneye, tevekkül ettik Hakk’a, asla güvenmeyiz eneye.
1075) Bırak hidayet nerdeyi, sen arala perdeyi, bak nasıl giriyor nur-u Şems içeri!
1076) Oynanır büyük bir oyun, sanılır Müslim bir koyun. Ey haddi aşan gafiller duyun! Feraset-i müminle, bozulur her bir oyun.
1077) Duysun âlemler! Davetçi âciz bir eldim, ben bir başka geldim. Bir damlacık muhabbete, bir zerrecik aşka geldim.
1078) Şol fani dünyada, taht üstünde ölen de bir toprak üstünde ölen de.
1079) Hikmeti hakikat terazisinde tartmışsınız, maatteessüf yine bizi yanlış anlamışsınız.
1080) Gönül dünyasının güneşi hidayettir, ilim yurdunun başkenti marifettir.
1081) Rabbim bizi kendine has dost eylesin, seven sevdiğine sevdiğini söylesin.
1082) Şems etrafında niceleri aşkla döner amma, ona haddinden fazla yaklaşanlar yanar valla.
1083) Ne durdum ne de yoruldum. Sana sundum, Sen’den umdum, lütfunla ben aşkı buldum.
1084) Hakk aşkıyla her dem gönüllerde taht kurunuz, bataklıkta yetişen güllerden uzak durunuz.
1085) Öfke ile çıkmış, çıkmış meydana! Dilinde din, hâlinde kin. Dindarlık mı kindarlık mı bilinmez, Allah dostu gönüllerden silinmez, hiç kimseye kin gütmez ve dahi güdemez!
1086) Zahiri ilmi olup bâtıni ilmi olmayan kimse eli, ayağı, gözü, kulağı olup da kalbi olmayan kimseye benzer. Kalp olmayınca ne el tutar ne ayak, ne göz görür ne de işitir kulak. Bâtıni ilim ise ancak özü sözü bir olan sadık kimselerden tam bir sadakatle öğrenilebilir.
1087) Mümin haklıdan, münafık güçlüden yana olur.
1088) Sureten Müslüman sîreten Yahudi olanların nazarında ya onlardansınız ya da onlara düşman. Hâlbuki İslâmiyet menfi değil, müspet ihtilafa müsaade eder. O hâlde her bir mezhep, her bir meslek, her bir meşrep ve her bir ekol bu sözümüzden payına düşen hisseyi almalı ve sırat-ı müstakimde kalmalıdır.
1089) Allah ile dost olabilmek için evvela O’nun isimleriyle dost olmak, o isimlerin tecellisini her zaman ve mekânda okumak, her olay ve imtihanda o isimlere uygun hareket etmek gerektir ve elzemdir.
1090) Yaratıcının eşi ve benzeri olduğunu iddia etmek şirk olduğu gibi, yaratılanın bir ve tek olduğunu iddia etmek dahi şirktir.
1091) Kardeşlerim! Káliniz Kur’an olsun, hâliniz Kur’an. Söyleminiz Kur’an olsun, eyleminiz Kur’an. Fikri ve zikri Kur’an olandır Müslüman.
1092) Bir Müslümanın bilmediği konularda bilmiyorum diyebilmesi imanının güzelliğindendir.
1093) Kardeşlerim! Şunu iyi biliniz ki sözümüzle tasdik ettiklerimiz değil, özümüzle tatbik ettiklerimiz kurtuluşumuza vesile olacaktır.
1094) Kibirli insanların sözü sigaraya benzer. Ne yiyebilirsin ne de yutabilirsin. Ancak yakarsın; lakin içersen kirlenir ve pis kokarsın.
1095) Mütevazı insanların sözü bala benzer. Hem gıdadır hem de şifa.
1096) Dünyevi rütbeler ile uhrevi rütbeler çoğu zaman ters orantılıdır.
1097) Mütevazı olduğunu iddia etmekten daha büyük bir kibir yoktur.
1098) Dava adamı olmak bedel ister. Bu bedeli öderken gösterdiğimiz en küçük bir tereddüt, en küçük bir nazlanma bizi hakkın safından şeytanın safına çeker.
1099) Bir Müslümanın hatasını görerek ne diğer Müslümanları ne de İslâm’ı eleştirebilirsiniz. Akletmez misiniz? Hatalar da günahlar da şahsidir, başkasına mal edilemez.
1100) Kusursuz olan Müslüman değil, İslâm’dır. Bir Müslümanda görülen kusuru İslâm’a mal etmek Hakk’a isyandır.
1101) Nice ilim sahibi vardır ki ilimleri onları cehenneme girmekten kurtaramayacak.
1102) Sabrın karşılığı ancak kat kat mükâfattır.
1103) Ey evlat! Bil ki: Korktuğun kadar köle, cesaretin kadar hürsün! Hakk yolunda dik dur, zalimler mümin görsün!
1104) İman ne kadar kuvvetli olursa Allah’a güven ve tevekkül o nispette güçlü olur ve mahlûkattan o nispette az korkulur. İman ne kadar zayıf olursa Allah’a güven ve tevekkül o nispette az olur ve mahlûkattan o nispette çok korkulur.
1105) Evlilik hem bir sünnet ve hikmet, hem bir hürmet ve şefkat, hem karşılıklı ve samimi bir muhabbettir. Ve o aile hayatı ise, cennetin küçük bir numunesi ve âyinesidir.
1106) Samimiyet sözlerde değil, gözlerdedir. Ve dahi özlerdedir.
1107) Evlilik mükemmeliyet değil, mükellefiyettir. Kusur bulmak değil, huzur bulmaktır. Şiddet değil, muhabbettir. Hiddet değil, hikmettir. Hem hürmettir, merhamettir, şefkattir, emniyet ve sadakattir.
1108) Allah için yapılan her şey güzeldir. Allah için yapılmayan hiçbir şey güzel değildir.
1109) Kardeşlerim! İyi biliniz ki bizim bir tek gayemiz vardır: Yeryüzünde kıyamete dek ilahi aşkı hâkim kılmak.
1110) Şükür yapılan iyiliğin farkında olmak ve farkında olduğunu hissettirmek, bu iyiliği ilân ve i’lam etmektir.
1111) Bir âlime soru sorduğunuzda birtakım sorularınıza bilmiyorum diyebiliyorsa biliniz ki o Allah’tan korkan gerçek bir âlimdir. Ulema-i su’dan değildir.
1112) Ey ilim ehli! Sizden birilerine ne oluyor da biz Allah (c.c.) ve Resûlullah (s.a.v) böyle buyurmuş diyerek nassları bildirmemize rağmen bu hususta fikir beyan etme cüretinde bulunuyor?
1113) Fedakârlık olmadan hiçbir dava ne büyüyebilir ne de yürüyebilir.
1114) Pratiğe dökülmeyen hiçbir bilgi, bilgi değildir. Böyle bilgi olsa olsa kibirdir.
1115) Makam ehl-i tevazuda, tevazu ehl-i izzette, iktidar ehl-i basirette oldukça güzeldir.
1116) Edebi olmayanın ilmi çiğ ete benzer.
1117) Sürekli Allah’a bir şeyler adamak yerine kendinizi Allah’a adayınız.
1118) Önce insan ol, sonra Müslüman!
1119) Ey nefsim! Âyâ zanneder misin ki o eller ve gözler, kulaklar ve ayaklar senindir? Madem senin değildir, o hâlde onları sahibinin emrettiği yerde kullan; zira nefis yolunda kullanman emanete hıyanettir.
1120) Pek çok insan şair olmak ister; lakin pek az insan bunu başarır. Zira edip olmak bedel ister.
1121) Her varlık kendine has sanat ve hikmet diliyle Allah’ı anlatır ve tanıtır.
1122) Allah dostlarında kusur arayanlar hiç ummadıkları yerden mihnete girer. Ve dahi Allah dostlarına muhabbet edenler hiç ummadıkları yerden nimete erer.
1123) Kardeşlerim! Kim söylerse söylesin, hakkı kabul ediniz! Zira kimden gelse kime karşı da olsa hak haktır. Kimden gelse kime karşı da olsa batıl batıldır, zulüm zulümdür.
1124) Maksadımız halkın değil, Hâlık’ın rızasıdır; fâninin değil, Baki’nin muhabbetidir.
1125) Namazı küçük görenin büyük ameli yoktur.
1126) Allah bir kulunun kalbini İslâm’a açtı mı ona ilim öğrenmeyi kolaylaştırır.
1127) Rüya yorumu şiir yorumundan zor olmadığı gibi, âyet yorumundan da kolay değildir.
1128) Allah’tan layıkıyla korkan bir mümin O’ndan gayrı hiçbir şeyden korkmaz. Allah’tan gerçek anlamda korkmayan kimselerse her şeyden korkmaya her hadisenin karşısında titremeye mecbur ve mahkûmdur.
1129) Saadet her istediğine sahip olmak değil, var olanı anlamlandırabilmek ve olayları pozitif algılayabilmektir.
1130) Dava adamlarının, çekilen acının hangi dava uğruna olduğunu bilmesi ve idrak edebilmesi o acıyı bertaraf eder.
1131) Aklını kullanabilecek kadar cesursan, tarihte iz bırakmaya adaysın demektir.
1132) İşi ehline veriniz, adalete eriniz. Haklıya hakkını hak ölçüde veriniz, adalete eriniz. Din, dil, ırk, cinsiyet, mezhep, meşrep ayrımı yapmayınız, adalete eriniz.
1133) Kul olmak hatasız olmak değil, hatada ısrar etmemektir.
1134) Keşke bir kuş gibi zâkir, şâkir ve mütevekkil olabilseydim.
1135) Gerçek şair konulduğu her kalıbı infilak ettirir. Zira bize göre hakiki şair, kendi sahasında müceddid demektir.
1136) Şairler dörde ayrılır: Hakperestler, şekilperestler, kuralperestler ve lafızperestler.
1137) Derinliğini bilmediğiniz sulara balıklama atlamayınız.
1138) Kilitli kalbi zikir ve dua anahtarı açar.
1139) Şu aşk meşrebimizde maksadımız ve muradımız zarf değil, mazruftur. Mektup zarfa konulur; lakin zarf için yazılmaz.
1140) Allah’a malum nazarıyla bakmak O’nu inkâr olduğu gibi, Kur’an’a dahi malum nazarıyla bakmak Kur’an’ı inkârdan farksızdır.
1141) Bir insanın Allah katındaki derecesini anlamak istiyorsanız ehl-i takvanın kalplerindeki derecesine bakınız.
1142) Yalnız hıfzeden değil, aynı zamanda hazmeden bir nesildir nesl-i Kur’an.
1143) Dediler: “Her ne dua etsek bir türlü kabul olmuyor.” Dedim: “Dilinizle değil, amelinizle ve kalbinizle dua ediniz. Hem öncelikle dualarınıza kabulüne mâni olan tüm günahlarınızdan tövbe istiğfar ile kurtulunuz. Ve dahi makbul bir dua olunuz.”
1144) Yeryüzünde ilahi aşkı hâkim kılmak için kudsi bir seferdeyiz. Gönül dünyasının her bir ülkesini şehir şehir fethedeceğiz.
1145) İsraf kayığına binen, iflas denizinde batmaya mahkûmdur.
1146) Her hakikat mesleği, bir tarikat meşrebine gebedir. Tarikat güzeldir; fakat hakikatten kopmamak gerektir.
1147) Yazdıklarıyla gündem oluşturamayacağını bilen şair ve yazarlar, medyadaki gündeme ilişkin şiir ve yazı yazarlar.
1148) Samimiyetle kurulan hayaller önce emel olur, sonra amel ve nihayetinde olur reel ve gerçek bir rol model.
1149) Sadakat ve zincirle bağlanmak odur ki bağlandığın zat seni kovsa da ona küsmeyeceksin. Ne yaptım da kovuldum deyip sadakatini tazeleyeceksin. İnandığın değerler uğrunda çile çekecek ve gözyaşı dökeceksin.
1150) Hedef tarikatlar ise, biliniz ki: Maksat sünneti ortadan kaldırmak, Kur’an’ı kendi heva ve hevesine göre yorumlayabilmektir.
1151)Kitap okuyup da tüm kitapların sultanı hükmünde olan Kur’an-ı Azimüşşan’ı okumayanların diğer kitap okumayanlara karşı hiçbir üstünlüğü yoktur.
1152) İslâmiyet ne radikalizmdir ne de pasifizm. İslâmiyet hikmet, istikamet ve adalettir.
1153) En büyük sürünün en muhteşem ferdi olmaktansa, en küçük sürüye çoban olmayı yeğleriz.
1154)Kıymeti bilinmeyen her şey kaybedilmeye mahkûmdur. Ve dahi nimetin farkında olmak ve kıymetini bilmek bir nevi şükürdür.
1155)Umumun hukukuna taalluk eden bir konuda istişaresiz hareket edenin burnu yerde sürünsün.
1156) Ey ehl-i hak ve hakikat! Biliniz ki: Hak ve batıl mücadelesinde en çok hüsrana uğrayanlar siperini terk ederek sırat-ı müstakimden udûl edenlerdir.
1157) Bazı insanlar ateş gibidir. Ne nefsini bilir ne de haddini. Nefsini ve haddini bilmeyen hiç bilir mi Rabbini?
1158) Bir dilin gerçek üstadları o dilin şairleridir.
1159) Şol yolumuz araç değil, amaçtır. Hem şu ekolümüz dahi süfli bir heves değil, ulvi bir hedeftir. Hakk’a giden tarik-i hikmettir.
1160) Bin defa okusan da bir daha oku!
1161) İman binasının temeli tevhiddir. Temeli sağlam olmayan bina yıkılmaya namzettir.
1162) Ulvi bir gayesi olmayan insan durgun suya benzer.
1163) İnsan fikirle meşgul oldukça büyür, hadiseler ve insanlarla meşgul oldukça küçülür.
1164) Müslümanım diyen kimselerin ahirete inanmamış gibi hayat sürmelerini aklım almıyor, kalbim kaldırmıyor.
1165) Tabip hastaya bazen tatlı, bazen acı ilaç içirir. Lakin gayesi her zaman birdir, tedavi etmektir.
1166) Allah’ın en sade ve en samimi kulları enbiya ve evliyadır.
1167) Devlet idaresini üstlenmek mangal gibi, özgün bir yazar olmak dağlar gibi yürek ister.
1168) İslâm fıtrat dinidir ve fıtri bir dindir. Fıtrat da İslâm da fıtri olmayanı reddeder.
1169) İnsanlara teşekkür etmeyen Allah’a şükretmeyeceği gibi, insanlardan özür dilemeyen dahi Allah’tan af dilemez.
1170) Karanlık ve kalabalık kabadayıları mahlûkatın en korkağıdır.
1171) Dediler: Himmet nedir? Dedim: Kalbi, hâli, safi, halis bir dua ve niyazdır.
1172) Merkebi hangi koltuğa oturtursan oturt merkep yine merkeptir. Merkebe hangi kitabı yüklersen yükle merkep yine merkeptir.
1173) Mümin bukalemun gibi bulunduğu her ortamın rengini alan değil, belki girdiği her ortama kendi rengini veren insandır.
1174) Ekinler iki türlü kurur: Biri susuzluktan, diğeri aşırı sudan. Ve dahi insan haktan iki türlü udûl eder: Biri tefritten diğeri ifrattan.
1175) Tecrübe iki türlü kazanılır: Biri doğrulardan, diğeri hatalardan. Hata yoluyla kazanılan tecrübeler daha kalıcı ve daha sağlamdır.
1176) Kur’an ve sünnet merkezli tarikatlar imanın ve ehl-i sünnet itikadının muhafazası için ehl-i bid’anın saldırılarına karşı sarsılmaz barikatlardır.
1177) İnsan çalışarak dinlenir, dinlenerek yorulur. Pazartesi sendromu dediğiniz olay bundan ibarettir.
1178) İnsanların Allah ile olan irtibatlarındaki samimiyeti anlamak isterseniz kullar ile olan münasebetlerine bakınız.
1179) Cenab-ı Hakk toprak altına giren her tohumu dirilttiği gibi tevazu toprağına girip aşk gözyaşlarıyla sulanan her kalbi dahi velayetle diriltir.
1180) Tevekkül vazifeni yapıp ilahi vazifeye karışmamak ve O’na güven duymaktır.
1181) Allah dostlarında kusur arayanlar kendi kusurlarında boğulmaya, rezil ve zelil olmaya mahkûmdurlar.
1182) İnsanların kalitesi imtihan yaşadıkça ortaya çıkar.
1183) Kerametin en büyüğü kerametini bilmemek ve bildirmemektir, hem görmemek ve göstermemektir.
1184) İstişare ehil olanla yapılır. İlim ehl-i ilimle, sanat ehl-i sanatla, ticaret ehl-i ticaretle istişare edilir.
1185) Yeryüzünde nice meşhur vardır ki gökyüzünde hiçbir değeri yoktur. Yeryüzünde nice meçhul vardır ki gökyüzünde pek meşhurdur.
1186) Önce samimiyet sonra gayret.
1187) Gösteriş kişiliği oturmamış, karaktersiz kimselerin işidir. Samimi kullar her zaman sadedir ve Rabbi iledir.
1188) Riya insanı şirke, şirk ise cehenneme götürür.
1189) İnsanlara köle olmak istemiyorsanız kimseye sırrınızı vermeyiniz.
1190) İslâmiyet doğruluk ve samimiyetten ibarettir.
1191) Yâ Rab bize faydalı yağmur gönder, bize yağmurla fayda gönder. Yâ Rab zararlı yağmurdan, yağmurla gelen zarardan Sana sığınırız.
1192) Herkes hak ettiği yere varacak! Lakin samimiyet gerek, gayret gerek, sadakat ve sebat gerek.
1193) Elbet bir gün öleceğiz, Rabbimize döneceğiz. Mühim olan O’na güzel amellerle dönebilmek. İşte o zaman Sevgili’yi göreceğiz.
1194) Hakkı aramak ve araştırmaksızın çoğunluğa uyanlar iradesi yok olanlardır.
1195) Dünya araç, rıza amaç. Araç değişse de amaç değişmez. Araç yok olsa da amaç baki kalır.
1196) Cimriliğin en tehlikelisi ilmi olanıdır. İlmi eserler yazınız, ilmi yayınız. İlmi kendinizle birlikte kabre götürmeyiniz.
1197) Ey nefis! Unutma! Sen dürüst ve iyi kalpli biri olduktan sonra Allah’ın lütfuyla her zaman birileri yardımında olacak, etrafın meleklerle dolacaktır.
1198) Gördüm ki cennete giden yollar dikenlerle, cehenneme giden yollar güllerle kaplı. İnsan yola değil, menzile odaklanmalı. Fani güllere bağlanıp da baki olanlardan mahrum olmamalı.
1199) Kardeşlerim! Biz devlet idarecilerimizin istikamet ve selameti için ancak dua ederiz. Onlar gaza, biz dua eriyiz.
1200) Adalet; din, dil, ırk, mezhep ve meşrep ayrımı yapmaksızın haklıya hakkını hak ettiği ölçüde vermektir.
1201) Âlem-i İslâm’ın aklı ve komutanı Türkiye’dir. Er geç akıl latifeleri hikmete sevk edecek ve dahi komutan birliğine kumandanlık edecektir.
1202) Allah rızka kefildir; lakin rızasını kazanacağımıza değil. Kefil olunmayanı terk edip kefil olunanı dert etmek kâr-ı akıl mıdır?
1203) İlhamın kaynağı kesbî ilim değil, vehbî ilimdir. Ve dahi ulvi bir niyettir, samimiyettir, gayrettir, sadakat ve sebattır.
1204) İnsan kendisiyle barıştı mı etrafında kavga edecek birini bulamaz. İnsan kendisiyle kavgalı oldu mu etrafında dost bulamaz.
1205) İhlâsta ifrat ihlâssızlıktır. Ve dahi halkın seni ihlâssızlıkla suçlayacağından korkarak hayırlı bir ameli yapmaktan vazgeçmek ihlâssızlığın ta kendisidir.
1206) Taşmak için dolmak gerek.
1207) Durgun sudur beş duyu, marifet bulmak akarsuyu.
1208) Bu kâinat ve tüm mahlûkat aynadır. Size yaratıcınızı anlatır ve sahibinizi tanıtır.
1209) Nasıl ki dünyamızın güneş karşısında kendi ekseni etrafında dönüşü ile oluşan günleri vardır. Aynen öyle de diğer gezegen ve yıldızların dahi günleri vardır. Bu günler, dünyadaki günlerden farklıdır. Kimi daha uzun iken, kimi daha kısadır.
1210) Dünyanın yaratıldığı, daha sonra dağların oluştuğu, ardından zenginlik kaynaklarının var edildiği günler başkadır, bizim bildiğimiz, yirmi dört saatten ibaret olan, günler başkadır.
1211) Evet, siz ey münkir ve müşrikler! Gökleri yaratan, düzeni kuran ve devam ettiren, gökleri varlığına ve birliğine delil olan ışık saçan kentilyonlarca yıldızlarla donatan, gökyüzünü atmosferle korunmuş bir tavan yapan Allah’ı inkâr ediyorsunuz, O’na ortaklar koşuyorsunuz. Göklerin ve yerin isteyerek boyun eğdiği, buyruğuna girdiği, teslim olduğu Cebbar Allah’ı (c.c.) inkâr ediyorsunuz yahut O’na şirk koşarak büyük bir zulümde bulunuyorsunuz.
1212) Evet, siz ey münkir ve müşrikler! Gökler ve yer büyüklükleri ile birlikte kendisine boyun eğen en mukaddes Zât’ı, yahut O’nun isim ve sıfatlarını inkâr ediyorsunuz. O’na iman edip itaat etmekten kaçınıyor, kibirleniyor ve büyüklük taslıyorsunuz. Hâlbuki siz O Cebbar Zât’ın mülkünde çölde bir kum taneciği bile değilsiniz. Nasıl bir Zât’a isyan ediyor, nasıl bir zulüm ve cürüm işliyor ve nasıl büyük bir cezaya müstahak oluyorsunuz düşününüz ve hakikati görünüz!
1213) Günümüzde, bilim ehlinde hâkim olan görüşe göre: Güneş sistemi diye isimlendirilen yıldızlar topluluğu basit bir madde idi. Sonra o madde bir çeşit buhara dönüştü, sonra o buhardan ateş hâlinde sıvı meydana geldi, sonra ateş hâlindeki sıvı soğuyarak sertleşti ve katılaştı, sonra hareket şiddeti ile birtakım büyük parçaları fırlattı. O parçalar yoğunlaşarak gezegenler oldular ki şu dünya da o gezegenlerden biridir.
1214) Bilimde bitmişlik ve kesinlik yoktur. Bilim her vakit değişebilen ve değiştirilebilen teorilerden ibarettir. Demek ki Kur’an-ı Kerim’i her an değişebilen ve değişken bu teorilere göre yorumlayamayız. Ancak, bilimin anlattıkları ile Kur’an âyetleri arasında bir benzerlik, bir yakınlık gördüğümüzde, Kitâbu’t-Tefekkür isimli eserimizde olduğu gibi Kur’an âyetinin bu şekilde yorumunun uygun olacağını düşündüğümüzde bunların doğru olabilme ihtimalini söyleyebiliriz.
1215) Big Bang (Büyük Patlama) teorisine göre kâinat genişlemeden önceki ilk durumundayken aşırı derecede yoğun ve sıcak bir hâlde bulunmaktaydı. Bir başka deyişle âlem tek bir parça idi. Daha sonra Big Bang denilen büyük bir patlama ile birbirinden ayrılarak şu andaki şeklini aldı.
1216) Cebbar Allah (c.c.) kendisinden başka ilah olmayan öyle bir İlah’tır ki göklerde ve yerde her ne varsa ister istemez O’na teslim olmuş, itaat etmiş ve boyun eğmiştir.
1217) Allah’ın dini birdir. Tüm peygamberler insanları o bir tek dine, tevhid akidesine, yalnızca Allah’a kulluk etmeye ve yalnız O’ndan yardım dilemeye çağırmıştır.
1218) İslâm’a iman etmek, peygamberine tabi olmak, onun yaşam tarzını desteklemek fıtratın gereğidir.
1219) İslâm’a yüz çevirenler aslında Allah’ın dininden bütünü ile yüz çevirmiş olurlar. Zira Allah’a iman eden insanlar, yanlarındaki kitabı onaylayan bir peygamber gelince ona kesinlikle inanmak ve onu desteklemekle mükelleftirler.
1220) Tüm kâinatın varlığına ve birliğine şahitlik edip emrine boyun eğdiği Cebbar Allah’ın (c.c.) dinine, tevhid dinine, fıtrat dinine, hak dine iman etseniz de etmeseniz de yine en sonunda dinin ve din gününün sahibine döndürüleceksiniz, O’na dönmekten ve döndürülmekten başka hiçbir çıkar yolunuz yoktur.
1221) Mütekebbir zat ismidir; büyüklenme hakkına sahip olan tek varlık, her işte, her olayda büyüklüğünü ortaya koyan, yücelik ve büyüklük sıfatı kendine mahsus olan anlamına gelmektedir.
1222) Hiç şüphesiz Allah (c.c.) Mütekebbir’dir. Çok büyüktür, pek yücedir. Her eserinde, her işinde, her fiilinde, her hususta büyüklüğünü ilân eden ve gösteren, büyüklük, kibriyâ ve azâmet kendisine has ve büyüklenme sadece kendisinin hakkı olandır.
1223) Büyüklenmek, kibirlenmek, büyüklük taslamak ve gururlanmak asla mahlûkatın hakkı değildir, mahlûkatın hiçbiri böyle bir sıfata layık değildir. Bundan dolayı mütekebbir sıfatının insan için kullanımı hoş karşılanmaz ve doğru olmaz.
1224) İnsan kibirlenemez ve büyüklenemez. Zira yaratılmıştır, varlığı kendinden değildir, âcizdir, zayıftır, fakirdir ve fânidir. Hakkı büyüklenmek değil; aczini, fakrını ve zaafını anlayıp haddini bilmek, kendini hiçten yoktan var eden Allah’a (c.c.) istiğfar ve dua ile sığınmak, kulluk ve ibadet ile sabır ve şükür ile O’ndan yardım dilemektir.
1225) Ey insan! Senin hakkın kibir ve gurur değil; kulluktur, tevazudur.
1226) İnsanın kibir ve gurura hakkı yoktur. Zira sahip olduğu hiçbir şey yoktur. Vücudu dahi kendisinin değildir, insan ancak bir aynadır, o ayna Yaratıcısını anlatır ve sahibini tanıtır.
1227) Nemrud ve Firavun gibi azılı kâfirler kendilerini doğru okuyamadıklarından kibirlenmekle de kalmayıp ilahlık taslamak gibi bir ahmaklıkta bulunmuşlar. O hâlde insanın kendini doğru okuyamaması onu küfre, şirke götürür, esfel-i safiline düşürür.
1228) Tüm insanlar fıtraten gayet âciz, zayıf ve fakirdirler. Bu âcizlik, zayıflık ve fakirlikleri ile birlikte kudreti, kuvveti, zenginliği mutlak olan Mütekebbir Allah’ın (c.c.) varlığına, birliğine, büyüklüğüne ve mükemmelliğine şahitlik ederler.
1229) Böylesine âcizlik, fakirlik ve zayıflıktan kendilerini kurtaramayan fâni insanların büyüklük taslamaya kalkışmaları, cahillikten ve ahmaklıktan başka bir şey değildir.
1230) Mahlûkatın tekebbürü, kibri, büyüklenmesi hoş karşılanmayan çirkin bir durumdur, noksanlıktır. Ancak Allah’ın (c.c.) zât, sıfat ve fiillerinde büyüklüğün, yüceliğin ve mükemmelliğin her türlüsü mevcuttur. O hem ezelidir, hem ebedidir. O’nun bu yücelik, büyüklük ve mükemmelliğini ilân etmesi ve göstermesi, hiçbir yerde, hiçbir şekilde, ortak kabul etmeyen O Mütekebbir Zât’ın hem hakkı, hem de kendisinin celâl ve cemâl sıfatlarını kullarına tanıtması onları huşû ile saadet-i dareyne sevk etmesi büyük bir lütuf, ihsan ve ikram olduğundan son derece güzel ve mükemmel bir sıfattır.
1231) Yaratılanlardan kimi kendilerine geçici olarak verilenlerle kibirlenerek ve büyüklenerek, zorbalık yapmak isteyerek yahut öyle yapan ve yapmak isteyenlere aşırı derecede bağlanarak ve sevgi bağlayarak Allah’ın birtakım sıfatlarına şirk koşuyorlar.
1232) O Allah ki Yaratan’dır, yoktan var edendir, varlığı kendindendir. Diğer varlıklar ise, yaratılandır, var edilendir, varlıkları kendiliğinden değildir. Kendi nefislerinde sonsuz acz, fakr ve zayıflıkları ile noksan varlıklardır. Tekebbürleri de noksanlıklarına yeni bir noksanlık katmaktan başka bir şey değildir.
1233) Allah Azze ve Celle bütün büyüklüklerin, mükemmelliğin ve yüceliğin yegâne sahibidir. Büyük ve yüce olan O’dur, tekebbür O’nun hakkıdır ve O’na mahsustur.
1234) Mütekebbir Allah (c.c.) büyüklüğüne hiçbir şeyi ortak kılmaz, hiçbir toz kondurmaz, zâtına has olan büyüklük ve yüceliğini şirkin her türlüsünden tenzih eder.
1235) İzzet ve azamet, Allah’ın sıfatı iken, tevazu ve tezellül ise insanın sıfatıdır. Bundan dolayı insanın Allah’a has sıfatları kendine mal etmesi ve büyüklenmesi caiz olmadığı gibi insanı helake götürür.
1236) Karun, Hz. Musa’nın (a.s.) amcasının oğluydu. Kendisi Hz. Musa’dan (a.s.) sonra Tevrat’ı en güzel okuyan kişiydi. Çok fakir biriydi, ona Hz. Musa’nın (a.s.) duâsı ile simyâ dediğimiz kıymetli maddelerden altın yapma ilmi ihsan edildi. Ancak Karun lütfedilen bu ilim vesilesiyle zengin olunca “O servet, bana ancak kendimdeki bilgi sayesinde verildi.” deyip kibirlenip hakkı inkâr etmesi nedeniyle helak edildi.
1237) Hâlık fiil ismidir; her şeyi yoktan yaratan, var eden, varlıkların geçireceği hâlleri takdir, tayin ve tespit eden anlamına gelmektedir.
1238) Yaratma fiili iki farklı mânâyı ifade eder:
Birincisi: Yok iken var etmek, varlık vermek, hiçbir örneği yok iken icat etmektir.
İkincisi: Takdir etmek, eşyanın bütünüyle miktar ve derecelerini tayin etmektir. Bu da o şeyin eşya arasındaki miktar ve derecesini bütünüyle, noksansız bir şekilde bilmeye bağlıdır.
1239) Yaratma fiiline her ne kadar bazen bir şeyden başka bir şeyi ortaya çıkarma şeklinde bir mânâ verilse de bu mânâyı daha çok inşâ etmek yahut icat etmek şeklinde ifade etmenin daha isabetli olacağı kanaatindeyiz.
1240) İnsana nispet edilen en büyük, en güzel, en yüksek sanatlar Allah’ın (c.c.) takdir ettiği keşif ve inşa mahiyetinden ileri değildir, geçemez ve gidemez.
1241) İnsanoğlu, fiillerinin tafsilatını takdir edemediği gibi bir sinek ve hatta bir zerre dahi yapamaz, hâşâ yaratamaz! Zira böyle bir yaratma hem kuşatan ve sonsuz bir ilme, hem mutlak ve sonsuz bir kudrete ve külli bir iradeye bağlıdır.
1242) Allah Azze ve Celle tüm canlıları sudan yaratmıştır. Su her canlının ortak inorganik bileşiğidir, canlıların yaşaması için hayati öneme sahip bir maddedir. Hücrenin, dolayısıyla da canlıların büyük bir kısmı sudan oluşur.
1243) Allah (c.c.) yaratmanın her türlüsünü gayet iyi bilir. Hiçbir varlık hiçbir şekilde tesadüfen yahut kendiliğinden olmuş değildir.
1244) Kâinatta hiçbir canlı yoktur ki yaşamı Allah Azze ve Celle tarafından tayin edilmiş olmasın.
1245) Her canlıyı Allah (c.c.) yaratmış ve ne şekilde yaşamaları gerektiğini takdir, tayin ve tespit etmiştir. Tüm mahlûkat da O’nun bu hükmüne boyun eğmiştir.
1246) Allah (c.c.) dilediğini dilediği gibi yaratır. O’nun yaratması -ki O’ndan başka yaratıcı yoktur - bir modele, bir örnek edinmeye, bir taklide bağlı değildir. O kâinatı ve tüm mahlûkatı külli iradesiyle dilediği gibi yaratmıştır.
1247) Evet, her şey Allah Azze ve Celle’nin iradesiyle ve dilemesiyle olur. Her ne dilerse yaratır ve yapar. Dilemediği, istemediği hiçbir şey olmaz.
1248) Bari’ fiil ismidir; tüm varlıkları kalıptan döker gibi düzgün ve güzel, kâinattaki genel düzene uygun, varlıkların aza ve cihazatını birbiriyle uyumlu bir şekilde yaratan anlamına gelmektedir.
1249) O Allah, öyle bir yaratıcı ki Bari’dir. Mahlûkatını mükemmel bir nizam üzere düzenleyerek ve tamamlayarak birbirinden farklı özelliklerle, kâinatla uyumlu ve her bir azasını birbiriyle uyum içinde yaratır.
1250) Bu son derece hikmetli ve sanatlı çiçekler tesadüfen yahut kendi kendine olmuş değildir. Muhit ve mutlak ilim, külli irade, sonsuz hikmet ve kudret sahibi Bari’ Allah (c.c.) tarafından yaratılmıştır, yaratılmaktadır.
1251) İşte âdeta manevi kalıptan çıkarcasına düzgün ve tertipli yaratılan tüm varlıklar hâl dilleri ile “Yâ Bari’! Yâ Bari’!” okurlar. Bizleri de Allah’ı bu esma ile zikre ve marifete davet ederler.
1252) Allah (c.c.) tüm varlıkları kâinattaki genel düzene uygun bir şekilde yaratmıştır. İnsanı yaratan kim ise, insanın son derece uyumlu olduğu ve istifadesine sunulduğu şu kâinatı ve içindeki tüm mahlûkatı dahi yaratan O’dur.
1253) Bari’ Allah (c.c.) tüm varlıkların aza ve cihazatını birbiriyle uyumlu bir şekilde yaratmıştır.
1254) Musavvir fiil ismidir; varlıklara şekil ve suret veren ve onları birbirinden farklı özellikte yaratan anlamına gelmektedir.
1255) O Allah ki Musavvir’dir. Yarattığı varlıkların şekillerini, suretlerini ve özelliklerini takdir edip, dilediği şekilde icat eden ancak O’dur.
1256) Şekil ve suret, varlığa mahsus bir nakıştır ki bu nakışla diğer varlıklardan ayırt edilir. Bu şekil ve suret her insan tarafından kolaylıkla fark edilen zahiri bir nakış olabileceği gibi yalnızca seçkin insanlar tarafından fark edilebilecek hususi kabiliyetler, yetenekler de olabilir.
1257) Ey insanlar! Yaratıcınız Allah O’dur ki sonsuz ilim ve hikmetiyle, mutlak kudretiyle sizleri annelerinizin karnında, rahimlerinde külli ve noksansız iradesiyle dilediği gibi şekillendirir, size dilediği gibi suret verir. Bir damla sudan, rahim duvarına asılıp tutunan bir surete, oradan bir çiğnemlik et suretine, oradan kemiklere ve kemiklere et giydirilmesine derken insan suretine getirir.
1258) Musavvir Allah (c.c.) azalarınızın her birine ayrı ayrı şekiller, görevler tayin eder. Sizi öylesine şekilden şekle geçirir ki akıllara hayret verir. Mükemmel ve eşsiz bir yaratılışla suretten surete, nitelikten niteliğe dönüştürür. Bütün hücrelerinizi, dokularınızı, organlarınızı, kemiklerinizi, iliklerinizi, damarlarınızı, kaslarınızı, sinirlerinizi, salgı bezlerinizi mükemmel bir şekilde yerli yerine koyar ve erkek yahut dişi dilediği canlı bir insan suretine dönüştürür.
1259) Siz bir damla su iken Allah (c.c.) onu şekilden şekle, hâlden hâle geçirir, evirir çevirir canlı bir insan suretine getirir. Siz insanların cismani ve ruhani varlığı, maddi ve manevi suretleri, görünen ve görünmeyen yönleri Musavvir Allah’ın (c.c.) dilemesiyle, takdiri ve tasviriyledir.
1260) Bir damla suyu terbiye ederek onu erkek ya da dişi olarak hangi keyfiyette yaratacağını tercih etmek, ona gözler ve kulaklar, eller ve ayaklar, dil ve dudaklar vermek; onu gören, işiten, düşünen ve konuşan bir insan suretine dönüştürmek elbette yalnızca külli irade sahibi Âlemlerin Rabbi Allah’ın işidir.
1261) Kesinlikle biliniz ve hissediniz ki Yaratıcınız Allah (c.c.) O’dur ki açığı da gizliyi de görüneni de görünmeyeni de hakkıyla, kusursuz, noksansız ve mükemmel bir surette bilir.
1262) Sizi rahimlerde böyle tasvir edip şekillendiren Musavvir Zât öyle bir Allah’tır ki yerde, gökte, hiçbir yerde, hiçbir şekilde, hiçbir şey O’ndan gizlenmez ve ilim ve iradesinin haricinde gerçekleşmez.
1263) Tüm ilimler, bilimler, malumatlar, marifetler, gözler, gönüller, diller, dudaklar, kulaklar, akıllar, kalpler, iradeler, fiiller… Elbette yaratan ve yarattıklarını zerreden Şems’e, bilinenden bilinmeyene, görünenden görünmeyene her ne yaratmışsa A’dan Z’ye layıkıyla bilen ve onları genel olarak âlemdeki düzene ve sisteme bağlayan, uyum sağlatan, birbirleriyle anlaştırıp kaynaştıran varoluş gayelerine doğru sevk eden ve yürüten Musavvir Allah’tan (c.c.) asla hiçbir şey gizlenemez!
1264) Musavvir Allah (c.c.) hiçbir şekilde asla hiçbir şeye muhtaç olmayan mutlak ve sonsuz bir kudret sahibidir. Bu öylesine mükemmel ve muhteşem bir kudrettir ki, gökler ve yer, yaratılan, yok iken var edilen tüm kâinat ve mahlûkat zerresiyle, atomuyla, molekülüyle, hücresiyle, dokusuyla, organıyla, sistemiyle, tüm unsurlarıyla, canlı ve cansız tüm varlıklarıyla, gördüğümüz ve göremediğimiz, bildiğimiz ve bilemediğimiz tüm yönleriyle sadece O’ndandır ve O’na boyun eğmiş durumdadır.
1265) Bütün faaliyetler, hareketler O’nun mutlak ve sonsuz kudretinin tecellisidir. Görünen eşya O’nun kudretinin eseridir.
1266) Şu mükemmel ve muhteşem kâinat kitabı ve o kitabın yazarının külli iradesiyle koyduğu ve okuttuğu ve sonsuz kudretiyle uyguladığı yer çekimi kanunu, sıvıların kaldırma kuvveti kanunu, kütle çekim kanunu ve bunun gibi diğer kanunlar elbette Musavvir Allah’ın (c.c.) sonsuz kudretinin aşikâr delilleridir.
1267) Bu yaratma ve hâlden hâle, şekilden şekle, suretten surete çevirme ve getirme muhtelif şekil ve suretlerden sonra tekrar benzer özelliklerde hikmetli bir tek suret var etme, meydana getirme elbette ve elbette Musavvir Allah’ın (c.c.) sonsuz ve kuşatan ilminin, muhteşem ve külli iradesinin, akılları hayrette bırakan mutlak kudretinin tecellisinden ve eserinden başka bir şey değildir.
1268) Şu an yeryüzünde yedi milyar insan yaşamaktadır. Bu insanlardan hiçbirinin siması tam olarak başka bir insana benzememektedir. Ve yine Hz. Âdem’den kıyamete dek gelmiş ve gelecek hiçbir insanın siması da tam olarak birbirine benzememiştir ve benzemeyecektir. O hâlde şu an, şu dakika, şu sâniye belki şu salisede bir insanı yaratan Hâlık ve Musavvir Allah’ın (c.c.) Hz. Âdem’den kıyamete dek gelmiş ve gelecek bütün insanların simaları ezelî ilminde, görmesi ve gözlemi altındadır ki yaratılan o insanın siması şimdiye dek yaratılmış, bundan sonra da yaratılacak olan hiçbir insana benzemesin.
1269) Bak şimdi çiçeklere, kelebeklere, balıklara, kuşlara… Üzerlerinde tecelli eden şekillerin diliyle, hâl diliyle, nasıl “Yâ Musavvir! Yâ Musavvir!” okur ve okutturur; insanı hakikat ile buluştururlar.
1270) Ğaffar sıfat ismidir; çok mağfiret eden, bağışlayan ve günahları örten anlamına gelmektedir.
1271) İsraf sadece en basit anlamıyla yeme içme, giyinme gibi konularda geçerli olan bir hakikat değildir. İsraf kavramı hayatın tamamını, her alanını, her anını kapsar.
1272) Maddi israf olduğu gibi manevi israf da vardır. Fikir, zihin, istidat, kabiliyet, vakit, zaman, nefis, nefes, hayal, muhabbet, adavet gibi manevi ve soyut değerlerin dahi israf edilmemesi gerektir.
1273) İsraf kavramı her ne kadar maddi alanda ve mal sarfında kullanılsa da gerçek manada israf insanın iş ve amellerinde, yaptığı herhangi bir fiilde haddini aşmasıdır.
1274) Ey günahta aşırı gidip, Allah’ın lütfettiği latife ve azaları sırat-ı müstakimde kullanmayarak kendi nefislerine zulmetmiş insanlar! Siz her ne kadar israfa girerek, günah işleyerek, kendinize zulmetmiş de olsanız biliniz ki sizleri yok iken var eden, yaratan Allah’tır, sahibiniz Allah’tır, siz Allah’ın kullarısınız. O, günahlarınız ne kadar çok olsa da günahlarınızın hepsini affeder. Siz yeter ki sahibinizi arayın, hatanızı anlayın, tövbe edin, af dileyin, Allah’tan ümidinizi kesmeyin. Allah (c.c.) son derece bağışlayıcı ve şefkatlidir. Öyle merhameti sonsuz ve şefkatlidir ki yalnız O’na kulluk eden ve yalnız O’ndan yardım ve bağışlanma dileyen kullarına o sonsuz merhamet ve şefkatiyle ebedi saadeti, ebedi cenneti vaat etmiştir ve verecektir.
1275) Evet, Allah’ın rahmetinden ümit kesilmez ve kesilmemeli. “Zira kâfirler topluluğundan başkası Allah’ın rahmetinden ümidini kesmez.” (Yûsuf Sûresi, 12/87)
1276) Tövbe, kulun yaptıklarından ötürü vicdan azabı ve muhasebesi neticesinde pişmanlık duyması ve bu pişmanlığın ardından her türlü isyan, inkâr, şirk ve kötü amelden cüz-i iradesi ile vazgeçişi ve ona bir daha dönmemedeki kararlı duruşudur.
1277) Gerçek bir tövbenin bazı şartları vardır:
1) Tövbeyi geciktirmemek ve ertelememek.
2) Tövbe ederken ümitsiz olmamak, Allah’ın tüm günahları bağışlayacağını unutmamak,
3) Tövbeyi Allah rızası için, samimi bir pişmanlıkla yapmak,
4) Gafletle işlenen günahlara tekrar dönmeyi ateşe dönmek gibi görmek ve bilmek.
5) Edilen tövbeyi salih amellerle, faydaları ve güzel işlerle desteklemek ve telafi etmek.
6) Her salih amel gibi tövbenin dahi Allah tarafından kabul edilmeye muhtaç bir amel olduğunu akıldan çıkarmamak.
1278) Mümin, her zaman amelleriyle ilgili korku ve ümit arasında dengede olmalıdır. Zira ifrat mertebesinde olan bağışlanamama korkusu insanı ümitsizliğe ve hatta küfre götürebileceği gibi yine ifrat mertebesinde olan bağışlanma ümidi dahi insanı Allah’ın rahmetine güvendirip, nasıl olsa Allah bağışlar düşüncesiyle günah işleme hususunda helake götürebilir.
1279) Mümin Allah’ın rahmetinden ümidini kesemeyeceği gibi, başkalarını da ümitsizliğe sevk edecek konuşmalar yapmamalıdır.
1280) Kul Allah’ın (c.c.) adını anarak: “Vallahi Allah seni mağfiret etmez!” şeklinde kendini helake götürecek sözler sarf etmemelidir. Zira Allah’ın (c.c.) kimi bağışlayıp kimi bağışlamayacağını biz bilemeyiz.
1281) İnsanoğluna hem iyilik hem de kötülük yapma, hem sevap hem de günah işleme kabiliyeti verilmiştir. İnsan bazen gaflete gelerek, nefsine yenik düşerek hata edip kötülük yapabilmekte ve günah işleyebilmektedir. Ancak mühim olan kulun hatasını ve günahını anlayarak tövbe etmesi, Allah’tan (c.c.) bağışlanma dileyebilmesidir. Samimi bir şekilde pişman olarak, bağışlanma dileyen ve Allah’ın emir ve yasaklarına riayet eden bir kul Biiznillah Ğaffar Allah’ın (c.c.) sonsuz mağfiret pınarıyla buluşacaktır.
1282) Kahhar sıfat ismidir; kudretinin karşısında durulamayan, düşmanlarını kahreden, yok eden anlamına gelmektedir.
1283) Mülk, izzet, şeref, kuvvet, kudret, hâkimiyet ancak kendisinden başka hiçbir ilah olmayan, Kahhar olan Allah’a aittir.
1284) O kendisinden başka hiçbir ilah olmayan öyle bir Allah’tır ki her şeye, dilediğini yapma kudretine sahip, mutlak surette galip ve hâkimdir. O Hâlık’tır, mâsiva mahlûktur. Kâinat ve tüm mahlûkat O’nun tasarrufundadır, O’nun yed-i kudretindedir.
1285) O öyle Kahhar’dır ki mutlak galibiyeti ile tüm varlıklar O’nun hükmü ve emri altındadır. Yoku var eder, cansızı canlı, ademi Âdem eyler. Dilediğine dilediği surette varlık elbisesi giydirir ve hayat verir.
1286) O, varlığı ve hayatı kendi kanunları ile dilediği vakte kadar devam ettirir. Dilerse derece derece, dilerse aniden öldürür ve hayatı söndürür.
1287) Hiçbir şey asla Kahhar Allah’ın (c.c.) mutlak kudretine, külli iradesine karşı koyamaz, o kudret ve iradenin karşısında duramaz. O, kimin zilletini dilerse insanlar ne yaparlarsa yapsınlar onu zelil eyler. Ve de kimin izzetini dilerse insanlar ne yaparlarsa yapsınlar onu da azîz eyler.
1288) O her kimi dilerse yaşatır, ömrünü uzatır. Kime de ömür vermezse ne yaparsa yapsın yaşayamaz, ölür. O dilediğini dilediği gibi yaratır, dilediğini yaşatır, dilediğini öldürür.
1289) Hayat O’nun varlığına aynadır O’na işaret eder, O’nu gösterir. Mahlûkatta görünen hayatın fâni olması o hayatın kendilerinden olmadığına işaret eder. Hem o hayatın fâni olmasıyla birlikte ardından gelen fânilerde de aynı hayatın görünmesi o hayatın gerçek sahibinin devam ve bekasına ve kudret ve hâkimiyeti ile mutlak galip ve ebedi olduğuna şahitlik eder.
1290) Hayrı da şerri de yaratan O’dur. Fayda da zarar da O’ndan gelir. Kahhar Allah’ın (c.c.) kahır ve kudreti karşısında herkes ve her şey âcizdir.
1291) İman ettiği hâlde mizanda günahları ağır gelecek kimselerin uğrayacağı, kâfirlerin de ebediyen kalacakları yer olan cehennem elbette, tabiri caizse, her zerresiyle günahkârlara ve inkâra sapanlara “Yâ Kahhar! Yâ Kahhar!” okuyacak ve haykıracaktır.
1292) Vehhâb fiil ismidir; karşılıksız nimetler veren, çok fazla ihsan eden anlamına gelmektedir.
1293) Allah (c.c.) Vehhâb’tır, hibe edendir; karşılıksız nimet veren, bol bol ihsan edendir.
1294) Eldivenin ustası olur da elin olmaz mı? Gözlüğün ustası olur da gözün olmaz mı? Kulaklığın ustası olur da kulağın olmaz mı? Her resmin ressamı olur da insanın olmaz mı? Her hanenin ustası olur da şu dünya hanesinin olmaz mı? Her kitabın yazarı olur da şu kâinat kitabının olmaz mı? Elma kelimesinin kâtibi olur da elmanın olmaz mı? Her mahallenin muhtarı, her ilin valisi, her ülkenin başkanı olur da hiç kâinatın Hâkim’i olmaz mı?
1295) Bir mahallede iki muhtar, bir şehirde iki vali, bir ülkede iki başkan olmaz da son derece mükemmel ve düzenli ve tüm mahlûkatıyla son derece ölçülü ve hikmetli şu kâinatta hiç birden fazla ilah olur mu?
1296) En büyük nimet hidayettir. Hakkı hak bilip hakka tabi olmak, batılı batıl bilip batıldan uzak durmaktır.
1297) Cüz-i iradenin kullanılmasından sonra külli irade sahibi tarafından lütfedilen hidayet öylesine büyük bir nimettir ki her mümin “Rabbimiz, bizi hidayete erdirdikten sonra, kalplerimizi saptırma!” duasına her vakit muhtaçtır.
1298) Hidayet lütfedilen bir kalbin sapıklığa düşmekten yahut sapıklık tuzağına yakalanmaktan ateşten sakındığı gibi sakınması gerektir.
1299) Hidayet lütfedilmiş, imanı zevk etmiş bir gönülde ne gündüz ne gece, ne ibadette ne ticarette, ne söylemde ne de eylemde duyarsızlık ve unutkanlığa yer vardır.
1300) İman nuruyla aydınlanan bir gönül elbette dalaleti hidayete, şirki tevhide, küfrü imana, karanlığı aydınlığa, nikmeti nimete, fıskı takvaya, ifrat ve tefriti sırat-ı müstakime, süfli işleri ulvi işlere tercih etmez ve edemez.
1301) Mümin iman ve hidayetin kendisini bambaşka biri yaptığını, Vehhâb Allah’tan (c.c.) gelen bu büyük nimet sayesinde sonsuz nimetlere mazhar olduğunu, iman ve marifet anahtarıyla sayısız kapıları açtığını tam manasıyla idrak eder.
1302) Nasıl ki hem aydınlık hem de dosdoğru bir yolu bulan ve onda ilerleyen bir yolcu, karanlık ve eğri büğrü yollara girmekten ve düşmekten korkar ve kaçınır, hem nasıl ki yazın kavurucu sıcağında gayet serin ve gölgelik bir alanı bulan ve keşfeden biri tekrar o kavurucu sıcağa çıkmaktan kaçınır; öyle de hidayete erdirilen bir mümin de tekrar dalalete düşmekten, sapmaktan, sapıtmaktan, saptırılmaktan böylesine korkar ve kaçınır.
1303) İman bir nurdur hem gönlü hem geçmiş ve geleceği aydınlatır. Hem mükemmel ve muhteşem bir gölgeliktir, insanı küfrün çöl misali kavurucu sıcaklığından kurtarır ve ferahlatır. Kim karanlığı aydınlığa, çölü gölgeliğe tercih eder ve etmek ister ki? Elbette hiç kimse!
1304) O müminler ki iman ve hidayeti Allah’ın kendilerine lütfettiğini çok iyi bilirler. Ve o imanı kendilerine bahşeden Vehhâb Allah’ın (c.c.) kalplerine ilham ve ikram ettiği bu dua ile kalplerinin hâkimi Allah’a (c.c.) niyaz eder ve rahmet ve yardımını esirgememesini isterler.
1305) Vehhâb Allah’ın (c.c.) lütfettiği iman ve hidayet nimetinin kıymetini anlayıp kavrayabilmiş her mümin dua ve niyaz ile kálen ve hâlen ısrarla ve gözyaşı ile Allah’ın himayesine girmek ve O’na layıkıyla kul olabilmek için çabalar, kendisine lütfedilen nimetlerin en büyüğü olan bu iman nimetinin elinden çıkmaması, onu kaybetmemesi, yitirmemesi için bu nimeti kendine ihsan eden Vehhâb Allah’a (c.c.) dua edip yalvarmaktan başka çaresinin olmadığını kesin bir şekilde anlar.
1306) Rezzâk fiil ismidir; tüm mahlûkatın rızkını veren, beden için maddi; akıl, kalp, ruh gibi manevi latifeler için manevi rızıklar veren anlamına gelmektedir.
1307) Rezzâk olan Allah’tır bütün mahlûkatın rızkını veren ancak O’dur. O’ndan başka hiç kimse rızık yaratamaz, rızık veremez, asla buna güç yetiremez.
1308) Yerde, yerin içinde, denizlerde, okyanuslarda, havada, her nerede olursa olsun gördüğümüz ve görmediğimiz, bildiğimiz ve bilmediğimiz tüm mahlûkatın rızkını, yavru ve âcizlerin de hiçbirini unutmadan, karıştırmadan, hatasız ve noksansız bir şekilde yaratan ve ikram eden ancak rahmet ve kudreti sonsuz olan Allah’tır.
1309) Küçük bir sofra dahi o sofrayı serenin varlığına delil iken şu koca yeryüzü sofrasının kendi kendine serilmesi, bir taam ve tatlı dahi kendi kendine olmazken bu sayısız taam ve tatlıların kendi kendine olması elbette mümkün değildir.
1310) Yeryüzü öyle bir sofradır ki her çeşit yiyecek onda bulunur. Bu sofrada her an, her dakika sayısız misafirler oturur, karnını doyurur. Hem o sofrayı seren Rezzâk Allah (c.c.) her misafirine layık olduğu tarzda ikramda bulunur. Hem bu, öylesine geniş bir sofradır ki milyarlarca misafir aynı anda oturur, aradığını bulur. Bu sofra hiç boşalmaz ve dahi boş kalmaz.
1311) Yeryüzü öyle bir sofradır ki bu sofradan yalnızca insanlar faydalanmaz. Hayvanlar ve hatta bitkiler dahi bu sofrada ihsan ve ikrama mazhardır.
1312) Nasıl ki midemizin rızkı malum rızıklardır. Dilin rızkı tatlar âlemidir, gözün rızkı renkler âlemidir, koku alma duyumuzun rızkı kokular âlemidir, kulağın rızkı sesler âlemidir. Öyle de aklımızın rızkı Marifetullahtır, kalbimizin rızkı imandır, Muhabbetullahtır, irademizin rızkı ibadetullahtır, ruhumuzun rızkı Kur’an’dır.
1313) Bu kâinat sayısız rızık ve nimetlerle donatılmış bir sofradır. Bu nimet sofrasından en çok istifade eden ve ettirilen insandır.
1314) Ey küçücük midemiz için koca yeryüzünü sofra gibi seren Kerim Rabbimiz! Bedenimizi sayısız nimetlerinle rızıklandırdığın gibi aklımızı Marifetullah, kalbimizi iman ve Muhabbetullah, irademizi ibadetullah ve ruhumuzu Kur’an ile rızıklandır!
1315) Yâ Rab! Yüce ismin, ulu rızan hürmetine, esma-i hüsnan ve sıfat-ı kudsiyen hürmetine kalbimizi İslâm üzere sabit kıl! Bizi imanla yaşat, imanla Sana döndür! Kabrimizi bir bahçe-i cennet eyle! Ve bizi dar-ı saadette cemalinle müşerref kıl!
1316) Fettâh fiil ismidir; iyilik kapılarını açan, her türlü güçlük ve zorlukları kolaylaştıran, hak ile batılı birbirinden ayırıp aralarını açan, zafer ve fetih lütfeden, kalpleri faydalı ilimlere açan anlamına gelmektedir.
1317) Allah Fettâh’tır. Rahmet, rızık, muvaffakiyet ve bunun gibi her türlü maddi ve manevi iyilik kapısını açan O’dur.
1318) Fettâh isminin tecellisiyle maddi olsun, manevi olsun her türlü hayır ve iyilik kapısı açılarak suhulet ihsan edilir, zahiren zor olan işler kolaylaştırılır.
1319) Hayır ve iyilik kapılarını açarak, kilitlenip kaldıkları noktalardan kullarını kurtaran, zorluklarını kolaylaştıran ve insanı başarıya ulaştıran ancak Fettâh Allah’tır.
1320) Nasıl ki çalışmak, tarlayı sürmek, toprağı gübrelemek ve ekmek Rezzâk isminin kapısını çalmak ve bu isme mazhar olmak için fiilen duada bulunmaktır. Öyle de kapıların açılması, sıkıntıların ortadan kaldırılması ve sorunların çözüm bulması için insanın çalışması ve gayreti dahi Fettâh isminin kapısını çalmak ve bu isme mazhar olmak için fiilen dua etmek demektir.
1321) Hiç şüphesiz Fettâh Allah (c.c.) insana sayısız hayır kapıları açmış ve sayısız nimetler ihsan etmiştir. İnsanın hâl dili ile talep ettiği her şeyi ona en güzel şekilde lütfetmiştir. Akıl, eller, ayaklar, gözler, kulaklar, dil ve dudaklar bu nimetlerden sadece birkaçıdır.
1322) Ey insan! Allah (c.c.) sana öyle hayır ve iyilik kapıları açtı, sana öyle lütuflarda bulundu, seni öylesine çeşit çeşit nimetlerle donattı ki sen bu nimetleri görmemek, kıymetlerini takdir etmemek, bu nimetleri sana ihsan ve ikram edeni tanımamak ve tanımaya çalışmamakla kendine ve vazifesini yaparak Fettâh Allah’ın (c.c.) varlığını ve birliğini ilân eden tüm mahlûkata karşı müthiş bir zulüm ediyorsun, hem bu nimetlerin sahibine karşı nankörlük ediyor ve bu sayısız nimetleri ve tekvini âyetleri inkâr ediyorsun.
1323) Kur’an kâinat ve mahlûkatı mükemmel ve mûcize bir surette Allah’ın varlığına ve birliğine sadık şahitler ve aşikâr âyetler olarak gösterir.
1324) Ne kâinat ne de mahlûkat sahipsiz olabilir.
1325) Ey gafil ve cahil insan! Gözünü aç ve iyi bak! Ta ki Fettâh Allah’ın (c.c.) senin için açtığı hayır ve iyilik kapılarını gör! Şu koca kâinat bütünüyle, kâinata nispeten çölde bir kum tanesi küçüklüğünde olan, insana verilmiştir, senin hizmetine sunulmuştur.
1326) İnsana bunca hayır ve iyilik kapıları açtığı, sayısız nimetler lütfettiği, bunları da âyetleri olarak bildirdiği ve öğrettiği hâlde Fettâh Allah’a (c.c.) şirk koşan ve bu nimetleri ve âyetleri görmezden gelenden daha zalim, daha nankör kim olabilir?
1327) Allah Fettâh’tır. Hak ile batılı birbirinden ayırıp aralarını açan O’dur. Hiç şüphesiz O, Kur’an’ı indirmiş, Resûlullah’ı (s.a.v) göndermiş hak ile batılı, adalet ile zulmü, tevhid ile şirki, iman ile küfrü, hidayet ile dalaleti, nur ile zulmeti göstermiş ve öğretmiştir.
1328) Kur’an-ı Kerim, onun öğretmeni ve davetçisi Resûlullah (s.a.v) Fettâh ismine muhteşem, mükemmel ve mûcize bir aynadır.
1329) Kur’an’ın indirilmesi ve Resûlullah’ın (s.a.v) gönderilmesiyle hak gelmiş, batıl ortadan kalkmış, yok olmuştur. Kelamullah Kur’an mûcize hükümleriyle hakkı, adaleti, hidayeti, doğruyu göstermiş ve öğretmiş, insanı batıldan, zulümden, sapıklıktan, yanlıştan kurtarmış ve korumuştur.
1330) Fettâh Allah (c.c.) hak ile batılı birbirinden ayırıp, aralarını tabiri caizse gök ile yerin arasını açtığı gibi açmıştır.
1331) Fettâh ismi hak ile batılı birbirinden ayıran adaletli devlet başkanlarında da tecelli etmiştir. Adaletiyle meşhur halife Ömer bin Hattab (r.a), kendisine şerefli bir fetih lütfedilen Fatih Sultan Mehmet bunlardan sadece birkaçıdır.
1332) Dinde zorlama yoktur. (Bakara Sûresi, 2/256) âyetinin gereğince İslâm devletleri her zaman muhtelif din ve inançtaki insanlara hürmet ve hoşgörü ile yaklaşmış, onları inançlarında özgür bırakmış, asla din değiştirmeleri için baskı uygulamamışlardır. İslâm’ı ve tevhid akidesini hem hâlen hem de kálen en güzel bir şekilde anlatıp Fettâh isminin tecellisiyle birçok gayrimüslimin kalbinin fethine vesile olmuşlardır.
1333) Kalplerin sevgisini kazanarak, kulûb üzerinde taht kurmak ve onları fethetmek dahi Fettâh isminin tecellisiyledir.
1334) İslâm barış ve hoşgörü dinidir. Baskı ve zorbalık dini değildir. Gönülleri gönül rızasıyla fethetme dinidir. O yüzdendir ki geçmişte olduğu gibi bugün de gerçek ve samimi İslâm davetçileri sevgi, saygı ve hoşgörüyü esas alarak, kimseyi ayıplamayarak, kırmayarak ve azarlamayarak Fettâh ismine mazhar ve kalplerin fethine vesile olmaya çalışmaktadırlar.
1335) Fettâh ismi haşirde de tecelli edecek ve kendini mükemmel bir şekilde okutturacaktır. Fettâh Allah (c.c.) fâni dünyayı kapatacak, baki bir âlem olan âhiretin kapısını açacaktır. Hem muvahhidle müşriği, müminle kâfiri, salihle fasığı, mazlumla zalimi, hak ile batılı birbirinden ayıracak, aralarını açacaktır.
1336) Alîm sıfat ismidir; zaman ve mekân kaydı olmaksızın olmuş, şu anda olan, gelecekte olacak gizli, aşikâr her hadiseyi ve her şeyi hakkıyla ve layıkıyla bilen anlamına gelmektedir.
1337) Allah (c.c.) Alîm’dir, ezeli ve ebedi ilim sahibidir, ilmi muhittir, O’nun ilmi her şeyi kuşatmıştır.
1338) O öyle Allah’tır ki hem şehadet hem de gayb âlemini ezelî ilmiyle kuşatmıştır. Muhit ilmiyle geçmiş, gelecek ve şimdiki zamanı mükemmel bir surette ihata etmiştir. Kalplerin gizlediklerini ve tüm sırları bilir. Milyarlarca gezegenin, milyarlarca galaksinin, kentilyonlarca yıldızın, vücudumuzdaki hücrelerin, indirdiği kar ve yağmur tanelerinin sayısını, ağırlığını ve tüm keyfiyetini layıkıyla bilir.
1339) Nasıl ki bir aracı kullanırken ayağımız debriyajı, freni ve gazı; elimiz direksiyonu ve vitesin yönünü, gözümüz yolu bilmez. Bütün bunları bilen ve idrak eden aklımızdır ki elimizi, ayağımızı, gözümüzü birbirinin yardımına koşturur ve arabayı kontrollü bir şekilde kullanıp, durdurmamızı sağlar. Öyle de bu kâinatta elementleri canlıların yardımına, bulutları ve yağmurları bitkilerin yardımına, bitkileri hayvanların ve insanların yardımına, hayvanları insanların yardımına, vücudumuzdaki zerreleri hücrelerimizin yardımına koşturan elbette bütün bunları bilen ezelî ilim sahibi Alîm Allah Azze ve Celle’dir.
1340) Rahîm Allah’ın (c.c.) dilemesiyle indirilen yağmuru görünce kullarının yüzleri güler; zira o yağmur, kulların beklediği rahmettir ki kullar bu rahmete kavuşturulmuştur.
1341) İnsanın devenin ve diğer canlıların ilginç yaratılışına bakıp tefekkür etmesi ve onlarda tecelli eden Alîm ismini okuması ve anlaması akıl ve hikmetin gereğidir.
1342) Bak şimdi çiçeklere, meyvelere, kuşlara, balıklara ayrı ayrı renklere, desenlere, şekillere hepsinin sayısız ve sonsuz diller ile kuşatan ilme ettikleri şehadete sen dahi şahit ol!
1343) Bir işin kolay ve hızlı yapılması ile birlikte son derece sanatlı icadı o işi yapanın ustalığına ve ilminin derecesine ve mükemmelliğine delalet eder.
1344) Ey insan! Tüm kâinat ve mahlûkatın sonsuz dillerle ilmine şahitlik ettiği Alîm Allah’ın (c.c.) ilminin her şeyi kuşattığına sen dahi şahitlik et! Ve her şeyi bilen Allah Azze ve Celle’ye layıkıyla itaat et!
1345) Kâbid fiil ismidir; dilediğine darlık veren, sıkan, daraltan, dilediğinin maddi manevi rızkını daraltan, ruhları kabzeden anlamına gelmektedir.
1346) Allah Kâbid’dir, bazen darlık verir ve sıkar. Gerek bireysel, gerek toplumsal anlamda darlıkla imtihan edildiğimizde ümitsizliğe düşmemek ve isyan etmemek elzemdir.
1347) İnsan şu meydan-ı imtihanda darlık hâlinin de bir imtihan olduğunu unutmayarak, bu şuurla hareket ederek her vakit hiçbir maddi çıkar düşüncesi gözetmeksizin, sırf Allah’ın (c.c.) rızasını kazanmak ve din kardeşinin sıkıntısını gidermek amacıyla borç vermeye, Kur’an’ın tabiriyle karz-ı hasende bulunmaya devam etmelidir.
1348) Darlık hâlinde maddi anlamda bir şey bulamayan insan dahi, Allah’ı tesbih ve tazim ederek; ona şükür ve hamd ederek karz-ı hasende bulunmalıdır. Hiçbir şekilde ümitsizliğe düşmemeli ve Kâbid Allah’a (c.c.) isyan etmemelidir.
1349) İnsanın payına düşen isyan değil sabırdır, nankörlük değil şükürdür. Zira insanın yokken var edilmesi ve dahi insan olarak yaratılması şükür için gerekli ve yeterli bir koşuldur.
1350) Şimdi düşün ki beş kişi bir yerde birlikteler. Birden gayet lütufkâr bir zât geldi, hiç hakları olmadığı ve hiçbir emek vermedikleri hâlde onlardan birine beş bin, birine iki bin, bir diğerine üç bin, ötekine dört bin, derken birine de bin lira verdi. Şimdi, kendisine bin lira verilen adam itiraz edebilir mi, hiçbir emek vermediği hâlde bu lütfa ve ikrama karşı isyan edebilir mi? Gözünü daha yukarılara dikebilir mi? Buna zerre kadar hakkı var mı? Elbette hayır! Öyle de Allah (c.c.), insan hiçbir emek vermediği ve hiçbir ücret ödemediği hâlde onu yokluktan kurtarmış, ona varlık nimetini vermiştir. Ve verdiği nimetler ölçüsünde de onu imtihana tabi tutmuştur. Tabiri caizse beş bin lira verdiği kulu ile bin lira verdiği kulunun imtihanı bir değildir. Herkes kendine verilen nimetlerle orantılı bir imtihana tabidir. O hâlde insana düşen her vakit sabırdır ve verilen nimetlerin, alınan peşin ücretlerin şükrünü eda etmeye çalışmaktır. Sıkan da daraltan da az verip verdiği ile imtihana sokan da Kâbid Allah’tır.
1351) Rızkı daraltan ancak Allah’tır ve rızkın daraltılması ve az verilmesi O’na dayanır. Rezzak O’dur, dilediği vakit rızkı daraltır ve rızkını daralttığı kimseleri imtihan eder. İnsana elzem olan ümitsizliğe düşüp isyan etmemek, sabretmek, her vakit şükre ve hamde muhtaç ve bununla mükellef olduğunu bilmek ve böyle hareket etmektir. Ta ki o insan, imtihanı güzelce atlatıp bolluğa kavuşturulsun.
1352) Her zaman ve mekânda takdir yalnızca Allah’ındır.
1353) İyilik yapar gibi görünme! İyilik yap, görünme!
1354) Maddi sıkıntısı olmamasına rağmen, bir insanın ruhunun sıkılması, göğsünün daralması, koca yeryüzünün ona dar gelmesi dahi Kâbid isminin tecellisidir ve dua ve niyaza davettir.
1355) Bir beldenin uzun süre kuraklık yaşaması, o beldeye yağmur yağdırılmaması ile Kâbid ismi kendini okutturur. İnsanları istiskaya, dua ve istiğfara, belki yağmur namazına ve O’na niyaza davettir.
1356) İlmi bir meselenin anlaşılamaması, talebeye zorlaştırılması, tüm çabalara rağmen işlerin yolunda gitmemesi, hasılatın azlığı gibi her türlü sıkıntı, zorluk ve darlık hâli Kâbid isminin tecellisidir.
1357) Ölüm ve küçük kardeşi uykuda da Kâbid ismi tecelli eder. Ancak ölüm esnasında ruh tamamen kabzedilir, teslim alınır ve tutulurken uyku esnasında geçici olarak tutulur.
1358) İnsanda nefis ve ruh vardır. Birbirleriyle münasebetleri şems ile nuru, lamba ile ışığı gibidir. Ölüm esnasında hem nefis hem de ruh alınır. Uykuda ise, alınan sadece kendisiyle akledilen ve ayırt edilen nefistir. Kâbid Allah (c.c.) ölüm esnasında ruhu tamamen kabzeder ve alır. Nefsin alınması ölüm ve uyku ile olur ki bu da akıl ve temyiz gücünün alınmasıdır.
1359) Bâsit fiil ismidir; dilediğini darlıktan kurtaran, genişleten, açıp yayan, bollaştıran, dilediğinin maddi manevi rızkını genişleten ve ruhları cesetlere yayan anlamına gelmektedir.
1360) Allah (c.c.), Bâsit’tir, açar, genişletir, dilediğini darlıktan kurtarır, dilediğinin maddi ve manevi işlerini kolaylaştırır.
1361) Bâsit isminin tecellisiyle insanın rızkı genişletilir ve çoğaltılır. İşsizler işe kavuşturulur. Borçlu kimseler kolaylıkla borcunu eda eder, fakirler zenginleştirilir. Zor olan işler ve anlaşılması zor meseleler kolaylaştırılır. Uykuda kabzedilen akıl ve temyiz gücü bedene döndürülür. Sıkıntı hâli yerini feraha ve huzura bırakır. Hem bu ismin tecellisiyle göğüsler genişletilir, huzur ve sürur bulur. İşte bu hâl insanı fıtri olarak şükür ve hamde sevk ve davet eder. O hâlde insan, bu sevke riayet ve bu davete icabet etmeli.
1362) Allah’ın (c.c.) yağmur yağdırması ve rahmetini yeryüzüne yayması Bâsit isminin tecellisidir.
1363) Gerek bireysel, gerek toplumsal anlamda bollukla imtihan edildiğimizde şımarmamak, büyüklenmemek, kibirlenmemek ve en güzel şekilde karz-ı hasende bulunmak gerektir.
1364) Şu meydan-ı imtihanda bolluk hâli dahi bir imtihandır. Kul bunu unutup da cimrilik etmeyerek, bu şuurla hareket ederek maddi hiçbir çıkar gözetmeksizin, sırf Allah’ın (c.c.) rızasını kazanmak ve din kardeşinin sıkıntısını gidermek amacıyla hayra ve hasenata azami derecede gayret göstermelidir.
1365) Rabbimin merhamet ettiği hariç, nefis aşırı derecede kötülüğü emreder. (Yûsuf Sûresi, 12/53) âyetinin nassıyla Allah’ın rahmetiyle koruduğu kimseler dışında insan nefsi şüphesiz kötülüğe meyillidir ve çok cimridir. Ancak sağlam bir iman ve temiz bir itikad ile bu cimrilik illetinden ve nefsinin esir ve bineği olmaktan kurtulabilir. Zira nihayetinde Allah’a (c.c.) kavuşacağına kesin bir şekilde inanan bir insan, O’na en güzel amellerle ulaşmak ve O’nun rızasını ve muhabbetini kazanmak ister ve O’nun kendisine emaneten verdiklerini yine O’nun yolunda bol bol infak eder.
1366) Hakiki bir mümin asla fakirleşme korkusuyla Allah yolunda infaktan geri durmaz ve duramaz. Zira kendisini hiçten yoktan var edenin de elindeki tüm nimetleri verenin de onların gerçek sahibinin de Allah olduğunu bilir. Ve sağlam imanı ve temiz itikadıyla her nimeti O’nun yarattığını, her türlü noksanlıktan münezzeh ve mükemmel olan Allah’ın nimetlerinin tükenmeyeceğini görür ve O’na güvenir. Hem aldığı nefesi dahi O’nun bir nimeti görür ve O’na borçlu olduğunu bilir. İşte bu sağlam iman, temiz itikad o mümini gönüllü olarak Allah yolunda infaka sevk eder ve o mümin, amellerinin mükâfatını yalnızca O’ndan bekler.
1367) İmanın tereddütler ve şüpheler içinde sallanıp ve çalkalanıp durduğu, nifakın taht kurduğu bir kalp imanla küfür arasında gelir gider. Nimeti Allah’tan diler; ama dilediği nimet kendisine lütfedildiğinde o nimeti sebeplere verir, başkasından bilir.
1368) Kâmil bir imanı elde edemeyen, imanın gönlünde taht kuramadığı kimseler Allah’a (c.c.) söz verirler, Allah (c.c.) onlara istediklerini verince de nifaka girer, düşer ve hemen sözlerinden dönerler. Zekât ve sadaka vermenin, Allah yolunda infak etmenin bir nimet olduğunu bilmezler ve bilemezler. Bu nimetten ve bu nimetin kendisinden kabul edilmesinden mahrum edilen kimseler hüsrana uğrayanların, asıl zarar edenlerin ta kendisidir. Ancak bunu bilmezler ve derk edemezler.
1369) Allah’a (c.c.) söz verip de tutmamak kalbi nifaka düşürür.
1370) İnsanın şükrünü eda edebileceği az mal, şükrünü eda edemeyeceği çok maldan daha hayırlıdır.
1371) Hâfid fiil ismidir; yukarıdan aşağıya indiren, alçaltan, dereceleri düşüren, zalimleri, kâfirleri, kibirlenip büyüklenenleri alçaltan anlamına gelmektedir.
1372) O Allah ki Hâfid’dir, dilediğini yukarıdan aşağıya indirir, hor ve hakir kılar.
1373) Allah (c.c.) müşrikleri, kâfirleri, mülhidleri, zalimleri, kibirlenen asileri, Firavun ve Nemrudları alçaltır ve hakir kılar.
1374) Meleklerin Hz. Âdem’e (a.s) secde etme meselesi; Allah’ın (c.c.) Âdem’in şahsında meleklerin insanoğluna, insanlığa hizmetkâr kılınmasıyla insana yaptığı lütuf ve ihsanı insanlığa hatırlatmasıdır. O hâlde bu secde ve boyun eğme emri sadece Hz. Âdem’e (a.s) mahsus bir iş değil, tüm insan türüne lütfedilen bir şereftir.
1375) Hz. Âdem tüm insanlığın babası, temsilcisi hükmündedir. O hâlde Hz. Âdem’in yaratılışını, Âdem soyunun yaratılışı; Hz. Âdem’in biçimlendirilmesini, onun soyunun biçimlendirilmesi; Hz. Âdem’e secde meselesini, tüm insanlara, insan türüne secde anlamında yorumlayabiliriz.
1376) Allah (c.c.) insanlığa, insan türüne öyle büyük bir şeref vermiştir ki bu şerefin en somut göstergesi Hz. Âdem’in meleklere secde ile emrolunmayıp, meleklerin Hz. Âdem’e secdeyle emrolunmasıdır.
1377) İnsan kendisine lütfedilen kabiliyetleri ve duyguları istikamet dairesinde kullanmazsa, sırat-ı müstakimde hareket etmezse değil meleklerden daha üstün ve şerefli olmak, hayvanlardan daha aşağı bir mertebeye iner, aşağıların en aşağısına düşer.
1378) Hz. Âdem’in yaratılışı ve meleklerle İblis’in Hz. Âdem’e secde etmekle emrolunmaları bir imtihandı; bu imtihan, İblis’in nefsine ağır gelmiş, benliğine dokunmuş ki o İblis gafletle dolmuş, Yaratıcısı’nın emrine itaat etmesi gerektiğini unutmuş, özünü ve gerçek yüzünü ortaya çıkarmıştır.
1379) İblis’in daha önce meleklere arkadaşlığı Allah’ın tüm emirlerine itaat eden bir melek olmasından değil, belki o zamana dek kendisine emredilenlerin hoşuna gitmesinden, Allah’ın emrettikleri ile nefsinin arzu ve isteklerinin çelişmemesinden idi. Ne zamanki nefsinin arzu ve isteklerine zıt olan “Âdem’e secde edin!” emri geldi, kibrini ve nankörlüğünü ortaya koydu.
1380) Şeytanın mesleğinin özü hak ve hakikati gizleme ve örtme yanlış ve batılı süsleme, güzel ve şirin gösterme, hile ve oyunlarla sapma ve saptırmadır.
1381) Kendini çok bilgili zanneden kimselerin bir bölümünde görülen maddeciliğin ve maddeperestliğin bir meslek edinilmesi İblis’in sözde maharetidir.
1382) Ateşin hiffet ve hiddeti, müthiş ızdırabı; toprağın vakarı, sağlamlığı, yumuşaklığı, olgunlaşma kabiliyeti ve müthiş tevazusu gösterir ki İblis’in kibrinden ve nankörlüğünden kaynaklanan itaatsizliği ve isyanı gibi, nefsinden kaynaklanan malumat ve marifeti dahi ne derece hak ve hakikatten kaynaklanan bilgi ve marifetten noksandır aşikâr bir şekilde görülmektedir.
1383) Sınavın şekli değişse de mahiyeti asla değişmez. Allah’ın emri ve nefsin istekleri arasında cüz-i iradenin doğru kullanılması…
1384) Evet, bu bizim tebliğ görevimizdir, yapmamız emredilen, Allah’ın verdiği ve yüklediği bir görevdir. İyiliği emretme, kötülükten sakındırma ve caydırma görevi. Biz bu görevimizi yapmakla mesuliyetimizi yerine getirmiş oluruz. Hem mazeretimizi Allah’a iletir ve vazifemizi yaptığımızı Rabbimize göstermiş oluruz. Kim bilir belki de sakınır ve yaptıkları yanlış işlerden vazgeçerler. Hidayet yalnızca Allah’tandır ve dahi takdir Allah’ındır.
1385)Ey insanlar! Siz temelde üç grupsunuz. İsyankâr ve günahkârlar; itaatkâr olup iyiliği emredip kötülükten sakındıranlar ve itaatkâr olduğu hâlde nasihat etmekten uzak duranlar.
1386) Hâfid isminin tecellisiyle şahıslar alçaltıldığı gibi Roma ve Bizans gibi koca imparatorluklar dahi alçaltılmış, yıkılmış ve tarihin karanlık sayfalarına gömülmüşlerdir.
1387) Hâfid Allah (c.c.) kullarını kimi zaman günahlarından ötürü kimi zaman ise sırf imtihan olsun diye alçaltır. O hâlde her alçaltılmayı bir günah ve isyana bağlamamak gerektir. Alçaltan Hâfid’dir, alçaltılma hikmeti muhteliftir.
1388) Râfi’ fiil ismidir; yükselten, yücelten, dilediği kullarını şan ve şeref sahibi yapan, derecelerini yükselten, yüksek hakikatlerden haberdar eden anlamına gelmektedir.
1389) Allah (c.c.) Râfi’dir, dilediğini yüceltir ve yükseltir, aşağıdan yukarıya çıkarır, şan ve şeref sahibi yapar, ulvi hakikatlere muhatap kılar.
1390) Râfi’ Allah (c.c.) dilediğini yükseltir, dilediğine şan ve şeref verir onun ismini dünyada ve ahirette yüceltir.
1391) Allah dostlarının hayatlarında, bizim için nice ibretler, hikmetler ve ümitler vardır.
1392) Kul, hiçbir vakit ümitsizliğe düşmemeli, gaflet ve isyanı terk edip Allah’a kulluğa dönmeli ve yönelmelidir.
1393) Râfi’ Allah (c.c.) muvahhid Müslümanları, kendisinin varlığına ve birliğine inananları ve bu inançlarına şirk katmayan ve bulaştırmayanları yüceltir ve yükseltir.
1394) Melekût; Allah’a has hükümranlıktır. Melekûtun gösterilmesinden kasıt ise Âlemlerin Rabbi Allah’ın kâinatta kurduğu mükemmel ve muazzam düzeni, iradesiyle koyup kudretiyle uyguladığı kanunları araştırıp anlayabilecek bir istidatın verilmesidir ki Allah bu kabiliyeti dilediği kullarına ihsan eder.
1395) Hanîf; Allah’ı bir bilen, Hakk’a yönelen ve bâtıldan hoşlanmayan kimsedir.
1396) Hz. İbrahim’in (a.s) Kur’an’da anlatılan tefekkürü şüphesiz ki Rabbini aramaktan ziyade gök cisimlerine tapanları kınamak, reddetmek ve onların bâtıl bir itikad üzere olduklarını ilân etmek idi.
1397) İnananlar ve imanlarına şirk bulaştırmayanlar, bütünüyle Allah’a teslim olanlar, yalnız O’na dayananlar ve kendilerini O’na adayanlar, taatte ve itaatte bu imanlarına asla şirk mikrobunun yaklaşmasına ve bulaşmasına müsaade etmeyenler var ya işte Allah katında güvende olmak onların hakkıdır, doğru yolda olanlar da onlardır.
1398) İtaatte imana şirk bulaştırmamaktan maksat Allah’ın (c.c.) helal kıldıklarını helal, haram kıldıklarını haram bilmektir. Allah’ın helal kıldığını hiç kimse haram kılamaz, Allah’ın haram kıldığını hiç kimse helal kılamaz. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyrulur: “(Yahudiler) Allah’ı bırakıp, hahamlarını; (Hristiyanlar ise) rahiplerini ve Meryem oğlu Mesih’i rab edindiler. Oysa bunlar da ancak, bir olan Allah’a ibadet etmekle emrolunmuşlardır. O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur. O, onların ortak koştukları her şeyden uzaktır.” (Tevbe Sûresi, 9/31)
1399) İzzet ve şerefin yegâne sahibi olan Allah Râfi’dir. O dilediği kimselerin derecesini yükseltir ve onları yüceltir.
1400) Nasıl ki Râfi’ Allah (c.c.) müminleri ve salihleri yüceltir ve yüksek mertebe ve makamlara eriştirir. Öyle de devletleri dahi büyültür, yüceltir ve yükseltir. Nitekim Kur’an ve sünnete ittiba eden Osmanlı İmparatorluğu Râfi’ isminin tecellisiyle yükseltilmiş ve yüceltilmiştir. Ancak ne zamanki dünyaya ve gaflete dalmış, Kur’an ve sünnetten uzaklaşmış o zaman duraklamış, gerilemiş ve Hâfid isminin tecellisiyle alçaltılmıştır.
1401) Bak şimdi ağaçlara, kuşlara, uçaklara, su üstünde duranlara nasıl da yükseltilmeleriyle “Yâ Râfi’! Yâ Râfi’!” okur ve okuttururlar!
1402) Bir ehl-i küfrün İslâm ile şereflenmesi, bir ehl-i takvanın salih amelleri vesilesiyle manevi mertebelere yükselmesi, Resûlullah’ın (s.a.v) Mirac Mûcizesi, kulun bir nevi miracı olan namaza durması, ruhların bedenlerden ayrılarak semaya yükseltilmesi Râfi’ isminin tecellisidir.
1403) Muizz fiil ismidir; izzet ve şeref veren, dilediğini aziz kılan anlamına gelmektedir.
1404) Allah (c.c.) Muizz’dir, dilediğine izzet ve şeref verir ve onu azizlerden eyler.
1405) Muizz Allah (c.c.) dilediğini şereflendirir, onurlandırır. Hiç kimse, hiçbir şey O’nun hükmünün dışına çıkamaz, O’nun verdiği kararı bozamaz. O her şeyin tek sahibi ve tek hâkimidir.
1406) Her kim izzet ve şeref diliyor ve istiyorsa, hakir olmaktan kurtulmak ve aziz olmak talep ediyorsa şunu iyi bilsin ki: İzzet ve şerefin tamamı mülkün tek sahibi Allah’ındır. O hâlde insan, şerefi ve izzeti onların yegâne sahibinde ve O’na kullukta aramalı. Zira dünya da O’nundur ahiret de âlem-i şehadet de O’nun’dur âlem-i gayb da.
1407) İzzet, şeref, üstünlük ve itibar hakikate karşı direnmek, hakka karşı gelmek, bu uğurda çaba sarf etmek, inatçılık etmek, insanları doğru yoldan alıkoymak olmadığı gibi “Dinde zorlama yoktur.” (Bakara Sûresi, 2/256) âyetinin sırrınca vurmak, kırmak, yakmak, yıkmak, kaba güç kullanmak, zorlamak, zorbalık yapmak da değildir.
1408) İzzet ve şeref nefs-i emmareye karşı direnmek, onun kötü arzu ve isteklerini dinlememek, nefse binek olmayı reddedip nefse binip kulluğa ermektir.
1409) İzzet ve şeref Allah’a boyun eğip, korku ve ümitle O’na yönelmektir. Her an O’nun gözetimi altında olduğumuzu bilmek ve hissetmektir. O’nu sevmek, zikretmek ve O’nun sevgisini talep etmektir.
1410) Allah’a (c.c.) yalnızca kelime-i tevhidler, tesbihler, tazimler, şükürler, hamdler, istiğfar ve zikirler, hoş kelimeler, güzel sözler yükselir ki onları da ancak salih amel yükseltir.
1411) Güzel kelime ve sözlerin Hakk’a yükselmesi ve kabul edilmesi yalnızca bu sözlerin samimiyetine delalet eden, bu sözleri tasdik eden salih ameller iledir.
1412) Nasıl ki ağaç, büyür, gelişir, uzar ve meyve verir. Öyle de ihlasla söylenen, salih amelle desteklenen bir ağaç hükmünde olan güzel söz dahi büyüyüp gelişerek meyvesini verir.
1413) Kul güzel bir söz söylediğinde melekler o sözlerle semaya yükselir ve o sözleri Allah’a (c.c.) arz eder, takdim eder. O sözler salih amellerle desteklenmemiş ve ihlasla söylenmemişse kabul edilmez.
1414) Üstünlük ve itibarın tek sahibi Allah’tır; izzet ve şeref yalnızca O’na kullukla kazanılır.
1415) Kötü emeller ve amellerle elde edilen kaba güç kısa ömürlüdür, dirilmemek üzere ölmeye ve yok olmaya mahkûmdur.
1416) Muizz ismi ancak mümin ve Müslümanlarda tecelli eder. Hakiki izzet ve şeref, hakiki üstünlük ve itibar yalnızca imanda ve İslâm’dadır.
1417) İlmiyle amel eden âlimlerde, yalnızca Allah’a kulluk eden ve kendini O’na adayan abidlerde, altı yüzyıl sene üç kıtada hüküm süren Osmanlı İmparatorluğu’nda, Fatih Sultan Mehmet gibi kumandanlarda gözlemlenen izzet ve şeref dahi Muizz isminin tecellisidir.
1418) Şükrü eda edilebilen az mal, elbette şükrü eda edilemeyen çok maldan çok daha hayırlıdır.
1419) Allah-u Teâlâ kapkara gecede, kara taş üzerindeki kapkara bir karıncayı ve o karıncanın içindekini ve bunun gibi tüm mahlûkatı aynı anda eksiksiz, noksansız ve mükemmel bir surette görür.
1420) Tevazu dersi verdi, öğretti bana toprak. Dua nasıl edilir, öğretti bana yaprak.
1421) İlham kaynağı oldu, öğretti bana bir gül; nasıl şiir okunur, öğretti bana bülbül.
1422) Dedi ömür bitiyor, yerinde durma sen, koş! Nasıl zikir edilir, öğretti bana bir kuş.
1423) Açamam gözlerim, su olmuş çağlar. İnsan dediğin, boş yere mi ağlar?
1424) Deniz dibi her dem, bakmakla görünmez. Kimdir şu abdal, bir türlü bilinmez.
1425) Sanıyorlar yazıyorum, ağlıyorum, ağlıyorum. Rahmet oldum yağıyorum, sudûrun toprağına.
1426) Ruh cesette sanki kafeste kuştu. Veliler her dem, zikirle coştu. Şu fâni dünya, elbette boştu.
1427) Sen’i sevmek ey Rabbim! Her şeyden evla ya diyorum ben her yerde, âşık oldum Mevla’ya!
1428) Yoktur bu aşkta bir riya, ne hayaldir ne de rüya. Dermandır her derde, âşık oldum Mevla’ya.
1429) Azrail gelir, ruhu alır. Ne adın kalır ne sanın kalır. Şol bedeni, toprak alır. Ne adın kalır ne sanın kalır. Mal, mülkünü vârisler alır. Ne adın kalır ne sanın kalır.
1430) Gönlü aşk ile pakladık, uykuyu kabre sakladık.
1431) Varmak için hakikatin tadına sarıl derviş, Allah’ın bir adına!
1432) Göklere ve yerlere, varlığın onur verir, Yûnus aşkınla erir.
1433) Dünyaya ve ukbaya, varlığın onur verir, Yûnus aşkınla erir.
1434) Faydası yok boş hülyanın, umrunda mısın dünyanın? Vahyi dinle, kalma yarım!
1435) Belki bugün belki yarın, ölüm sana senden yakın. Vahyi dinle, Rab’den sakın!
1436) Nedir şu hırçınca tavrın? Kölesi olma kirli aklın; vahyi dinle, sen de arın!
1437) Şiir bana hasret, şair Sana hasret. Bitmiyor ki gurbet, Rabbim ne vakit davet?
1438) Hasretle gelen, hep hasret çeken, hasret bırakarak, göçüp gider.
1439) Taşmak için dolmak gerek; iman gerek, ilim gerek.
1440) Yakmak için yanmak gerek; amel gerek, ihlâs gerek.
1441) Dosdoğru yoldur, gövdene kol; aşk ne güzel bir ekol.
1442) Bakmadan görebilmek, duymadan işitebilmek, aşktır en güzel bilmek.
1443) Âşık ağlıyor, gökler de ağlıyor. Bak, rahmet olmuş yeryüzüne damlıyor!
1444) Seyyah her nefeste yalnız Hakk’a çağırıyor. Şol can bir kafeste o yüzden ağlıyor.
1445) Uçtun yine çılgın ruhum, bizi Arş’a bağlarsın. Bülbül olmuşsun dilim, her dem Hakk’a çağırırsın.
1446) Coştun yine sarhoş gönlüm, sular gibi çağlarsın. Bülbül olmuşsun dilim, her dem Hakk’a çağırırsın.
1447) Diyar-ı Şuarâ’nın yeni yeni gülleri, bülbül olmuş ötüyor, tertemiz dilleri.
1448) Gönlümüzde muradımız, dilimizde niyazımız, ceset bize ancak kafes, aşk kokarız nefes nefes.
1449) Yalnız Hakk’ı andım, O’dur tek muradım, bu aşk ile yandım, sen şair oldum mu sandın?
1450) Güller seni anıyor, güller seni arıyor, güller sensiz ağlıyor. Muhammed! Muhammed! Sensin muhabbet.
1451) Neyleyim kullukla geçmeyen baharı, günah takvanın uçup giden buharı.
1452) Esirgeme insanlardan güler yüz ve selamı, insan ölçerek söylemeli her daim kelamı.
1453) Elimde bir kitap sayfaları yırtık, vuslat meleğini gözlüyorum artık.
1454) Bildikçe bilmediğimi bildim.
1455) Uyku yeri kabirdir.
1456) Şol aşkımız Hakk’a delil.
1457) İyilik yap; ama sezdirme!
1458) Kusursuz olmak Allah’a mahsustur. Allah’tan başka kusursuz hiçbir varlık yoktur.
1459) Bizi Hak’tan sor!
1460) Gönül imanla nurlanır.
1461) İyiler görünmeyi sevmez.
1462) Herkes ektiğini biçer.
1463) Bakış akıştır. Neye bakarsan tüm latifelerinle oraya akarsın.
1464) Korkaklar tarih yazamaz.
1465) Bizimle olan bizim gibi olur.
1466) Bizim vazifemiz davet etmek, hak ve hakikati tebliğ etmek. Allah’ın takdiridir hidayet lütfetmek, O’ndan başka hiç kimse hidayet veremez.
1467) Aşktadır bizimle özler.
1468) Kul aldıkça ah gönül der Allah.
1469) Nefis buz misali eritilmeli.
1470) Kin gitmeden din gelmez.
1471) Hakkım Hakk’a emanet.
1472) Bilgelik tevazuyu iktiza eder.
1473) Hâlim bilir bir tek Alîm.
1474) Can Canan’ın yolunda verilir.
1475) Her kul fakirdir.
1476) Söz az olsun mana fazla.
1477) Aşk özlem duymayı ister.
1478) Aşk toprak gibi olmaktır.
1479) Kim edebilir bize dünyayı dar? Allah var, Allah Yâr…
1480) Ey yolcu! Tek dostun Allah olsun, gönlün O’nun aşkıyla dolsun.
1481) Ey yolcu! En büyük düşman nefistir. Zira diğer tüm düşmanlarının sana yapabileceği en büyük kötülük kısacık dünya hayatına son vermek olabilir. Nefsin ise, gaflet, sefahet ve dalalet ile ebedi hayatını tehdit eder.
1482) Hakk’a giden her yol güzeldir.
1483) Her nefes bir zikir borcudur.
1484) Her nefise ve her nefese tövbe gerek.
1485) Din yalnızca Allah için öğrenilir ve yalnızca Allah için öğretilir.
1486) Hayırda acele etmek meziyettir; kibir Hakk’a isyan, halka eziyettir.
1487) Dinlemek işitmenin gayrıdır.
1488) Kadına utanmak erkeğe kıskanmak yakışır.
1489) Bilim ilimsiz olmaz.
1490) Mizansız tekfir bir hastalıktır.
1491) Akıl vahiyle nurlanır.
1492) Her bir zerremizle yalnız Allah’a kulduk. Ey yolcu, biz huzuru yalnızlıkta bulduk!
1493) Kur’an yükleme, Kur’an’ı yüklen!
1494) Sözlerimiz hakkı batıldan ayıran elektir, hayırlı işlerde aceleci olmak gerektir.
1495) Kalp kırmak büyük günahtır, zulümle alınan ahtır.
1496) Ey yolcu! Çoğunluğa değil, hakka uy!
1497) Tasavvuf; tevazudur, huzurdur.
1498) Menfaat mahrumiyete açılan kapıdır.
1499) Bilmek ayrıdır, hissetmek ayrıdır. Arif âlimin elbette gayrıdır.
1500) İslâm Kur’an ve Sünnet dinidir.
1501) Vazifemiz siyaset değil, diyanettir.
1502) Gözün uyusun lakin gönlün uyumasın.
1503) Övgü Allah’a mahsustur.
1504) Biz dilimizle değil, gönlümüzle konuşuruz.
1505) Kusurunu göremeyen başkalarında kusur arar.
1506) Tarikat ve hakikat et ile tırnak gibidir.
1507) Hem zulmet hem de zalim denilmesin öyle mi?
1508) Niçin yaratıldıysan onun için yaşa.
1509) Önce düşün, sonra konuş!
1510) Korkulacak biri varsa O da Allah’tır; zira O ezeli ve ebedidir, âlemlerin Rabbi’dir, her şeyin tek sahibidir, her türlü noksanlıktan münezzehtir, yüceler yücesidir.
1511) Bin düşün, bir konuş!
1512) Zalimin cezası yarına kalır, yanına kalmaz.
1513) Dost dostun aynasıdır.
1514) Halka değil, Hakk’a şikâyet edilmekten korkunuz.
1515) Biz ancak Hakk’a boyun eğeriz.
1516) Hak’tan ümidimi kesmedim hiçbir zaman, ölmek mi yoksa yaşamak mı daha yaman?
1517) Sana olan şol sevgim ki yalan değil, ömrüm yoluna feda aşkıma delil.
1518) Kim der ki riyada, zerre kadar hayır var. Sahte şöhret dünyada, cehennemde olur nâr.
1519) Ey yolcu! Git, ibadetini Hakk’a göster, sen bana adaletini göster!
1520) İnsan nasıl olur, anlamam imansız. Ey Rabbim, inkârın imkânsız.
1521) Her musibete sabret! Kin besleme affet! Çık gafletten, tövbe et! Yık isyanları, gel şükret!
1522) Mahşer dümdüz meydan, çok bekletme Mevlam! Dünya yalan dolan, var mı hâlâ alan?
1523) Bildikçe Rabbimin aşkıyla doldum, bildikçe âdeta yok oldum, bildikçe konuşmaya korkar oldum.
1524) Gözyaşlarım oldu sel; bak, uzatıyoruz el! Bu yol aşkın yoludur, dünyayı bitir de gel, aklını yitir de gel!
1525) Kalsak da bu ekolde tek başımıza yaya, yine de gerisin geri dönmekten ederiz hayâ. Öyle ya, yoksa ne deriz mahşerde Mevla’ya?
1526) Gece karanlık mı karanlık, bir de üstüne sis. Gidiyorum, sessiz sessiz.
1527) Mümin döker ak ter, delil olarak vicdan yeter. Nifak zehirli ok, kimi aç gezer kimi tok. Aşktan gayrı gayemiz yok. Terk et fıskı, gül kok!
1528) Aşk bizi mecnun eylesin. Ruh söylesin, kalp dinlesin. Kalp söylesin, halk dinlesin. Birdman Father bu dünyayı neylesin?
1529) Çeliştiğinde vahiy ile nakil, vahyi esas alır elbette akil.
1530) Bak kimi demirci kimi terzi, Allah dostu verir hikmet dersi.
1531) Akıl fikir karında, ışık yoktur yarında. Hikmet zahir batnında, ilim hilmin karnında.
1532) Dünya bir cevizdir içi boş, ona kanıp aldanmak nahoş. Hakk’a kul olabilmek ne hoş, nesl-i Kur’an için durma, koş!
1533) Ey zalime gıpta eden gafil! Bekle, gör! Yakında olacak rezil, Hak Teâlâ edecek onu zelil.
1534) Ey gafil nefsim! Kalk seherde, Hakk’ı ana ana, hakkı ara! Tebliğ et İslâm’ı, bir işe yara! Ey Rabbim, ne olur bizi düşürme dara! Aşkın gönlümde derin bir yara. Ya Vedûd, Sen’in sevgin sara!
1535) Gönülden kastımız çam kozalağı gibi et parçası değildir, attığımız hiçbir adımda muradımız mâsivâ değildir. Hem kemalat söylemde değil, eylemimiz bellidir. Müminin özü, sözü birdir; gözlerinden bellidir.
1536) Ağlama, sızlama güven Allah’a! Hiç sorma, kendini yorma! Evet, bu da takdir-i Hüda. Lakin tedbir senindir, sakın unutma!
1537) İnsan ki her nefesini sayılı olandan veriyor, her geçen gün ömür sermayemiz eridikçe eriyor. Nasıl kutlarsınız evlat doğum günü, keserek pasta? İşte bu ameliniz yüzünden Şâir’ül İslâm yasta.
1538) Ara gönlünle ihlâsı bul, olsun her amelin makbul. Ey şaşkın kul! Durma öyle kalk, doğrul, arayışa koyul, mürşid-i kâmili bul!
1539) Anarım, ağlarım. Ağlarım, çağlarım. Dağdan, taştan sorarım, ben Rabbimi ararım. Hakkıyla tanıyamadım, işte ona yanarım.
1540) İşimiz gücümüz diyanet, en sevmediğimiz iş siyaset.
1541) Gelir zamanın delisi, sanmayın Allah velisi. Der: “Anmayın Hak’tan gayrı, kalp olur mu O’ndan ayrı.”
1542) Her ne dilersen dile; ama Hak’tan dile!
1543) Müminin vazifesi etmektir sefer, netice Allah’tan, dilerse verir zafer.
1544) Bir güler, bir ağlar, Yûnus yürekler dağlar. Gönülleri Hakk’a bağlar, taş bağırlıdır dağlar; bu aşk ile nasıl ağlar?
1545) Allah’tan gayrı kimseden istemedim yardım, ben dahi bu inançla hakka ve aşka vardım.
1546) Rahmani hiçbir rüya boş değil, hikmeti çöpe atmak hoş değil. Gel, yalnızca rükûda eğil! Şol aşkımız Hakk’a delil.
1547) Kâmil kul, kusuru hep kendinde arar.
1548) Görürüm sana aldanan çok. Ey yalan dünya! Senin elindeki zehirli ok. Tacına, tahtına karnım tok, benim Allah’tan gayrı derdim yok.
1549) Aklı su-i zanda gezdirme, karıncayı deve ezdirme, bizi kendinden bezdirme! İyilik yap, ama sezdirme!
1550) Her ne dilersen dile, Hak aşkıyla dile! Şol gönül ancak, böyle gelir dile.
1551) Gözden göze, özden öze, hâlden hâle, kalpten kalbe şol dersimiz. Ne diye konuş dersiniz?
1552) Ey gafil nefsim! Nedir senin değerin? Bilirim yara derin. İnsan isen ederin, bıraktığın eserin.
1553) Kusursuz kul aramak büyük bir günahtır; zira kusursuz olan yalnızca Allah’tır.
1554) Öldü diyor kimileri, soldu diyor birileri. Şol âşık aşkıyla diri, sanmayın delinin biri.
1555) Gel, sen Rabbini ara, bul! Mahşerde geçmez para pul. Kurtuluş imandadır, bil! Bak, bitiyor ömür denen pil!
1556) Bir gönle gir de gel! Kafesten uç da gel! Cisimden sıyrıl da gel! Bu yol aşktan bir el, ekol Arş’a gider gel!
1557) Ey nefsim! Bak ardına ne var senden kalan? İsimsiz bir kabir, gerisi yalan!
1558) Hak aşkını yaza yaza, kışım dahi döndü yaza.
1559) Aşk ile gönüller yaptıkça yapacağız, biz dahi Allah’tan her geleni ettik tasdik. Kıyamete dek eserlerimizle duracağız, batılın karşısında her dem dimdik.
1560) Melek gelir bana özel, gönlümdeki aşka özel. Ölümdür mahlûkat içinde, elbette batını en güzel.
1561) Hedeflerim var, gayelerim var, büyük mü büyük. Ne olur Ya Rab, omzuma ağır gelmesin bu yük!
1562) Dediler: Bize tasavvufla ilgili öyle bir söz söyle ki bir daha asla kimseden tasavvufu sormayalım. Dedim: Tasavvuf dünyada da ukbada da Allah’tan gayrı hiçbir şeyi görmemek ve istememektir.
1563) Müminin rıza-i ilahi olmalı ancak emeli, bu niyetle uzatırız her bir yana aşk kokan eli.
1564) En güzel tebliğ hâl dili ile edilendir, yaşamadığımıza davet de ne demektir?
1565) Ne Şems ne de nücûm üflemekle söner. Ey evlat! Sen sen ol, her dem hakkı öner!
1566) Korkunun yoktur ecele hiçbir faydası, müminin İslâm olmalı ortak paydası.
1567) Bilirim gafil olana bu yol çok zor; bizi bizden değil, bizi Hak’tan sor!
1568) Sözümü duyan uyana! Küle döndüm yana yana. Yollarımı çevir Sana! Her kelimem aşktan yana, selam olsun anlayana, sevdamızla ağlayana!
1569) Gördüm ki nedir bilinmez keramet. Gayret keramettir, sadakat keramet. Sebat keramettir, ihlâs keramet. Keramet kerametini, bilmemek ve bildirmemektir; hem görmemek ve göstermemektir.
1570) Sırât-ı Müstakîm’e gönül vermiş genç adam, müttakîne imam eyle, Sen güzel Yaradan! Ey ins ve de cin gaflet neymiş, geç oradan! Gel kulak ver, gel de hakkı seç buradan.
1571) Sen yarattın beni ey bir tek Rabbim madem, kurban olsun Sana vücûd verdiğin Âdem.
1572) Et gönlünü, her dem zikirle ihya! Kim dedi sana fikri et, imha?
1573) Her gün düşer ömür binasından bir taş yere, düşünmez misin ey gafil insan bu gidiş nere?
1574) Ne bu kibir böyle? Bir söyle, bin dinle! Verdin sen de sevdiklerini kabre elinle, bir gönül kırılmasın şol kemiksiz dilinle.
1575) Gönlüm hakkı arar, batıl hakkı sarar. Ey Rabbim! İmansız yürek neye yarar?
1576) Ey evlat! Yürüme öyle, ağır ağır! Sen koşar adım Hakk’a çağır! Duysun bizi her bir bağır, kim demiş ki bağır çağır, sen Hak yoluna hikmetle çağır!
1577) Batıl hakka açmış savaş, her gün ölüyoruz yavaş yavaş. Hiç nefse bağlanır mı maaş? Gel, aşk limanına yanaş!
1578) Yanlışa doğru diyemem, haram lokma yiyemem. Şol kardeşim aç iken, ben bir lokma yiyemem.
1579) Samimiyet, gayret ve sadakat ile ağaçlar dahi gelirler dile. Yaprak ellerini açarak, dua ederler dize dize bize. O hâlde Hak’tan gayrısına minnetten kaçarak, sebat gerektir hepimize.
1580) Kimileri her hayırda var iken, hep görünmemek ister. Kimileri hiçbir hayırda yok iken, her yerde görünmek ister.
1581) Mahlûkat âyât, eşsiz ilânat. İmansız hayat, her yaşta bayat.
1582) Bırak âlem aşkımızla delirsin, biz çağırdık mı koşarak gelirsin. Ey nefis! Sen küfürle zelilsin, her hâlinle Rabbine delilsin.
1583) Ey nefsim! Ben Hakk’a adandım, bil! Ey Rabbim! Ne olursun günahlarımı sil!
1584) Azizim âlimin elbette her koşulda bildiği ile amel etmesi gerektir. İşte bu, kitap yüklü merkeple âlimi birbirinden ayıran elektir.
1585) Hakikat ayrıdır, hayal ayrıdır. Su-i zanla bakma, kendini yakma! Her ne ise düşüncen, gönlümüzdeki gayrıdır.
1586) Her şey her dem güzeldir bakmasını bilene, her şey çirkindir bakmayı bilmezsen ey ene!
1587) Aşkı gönle kazamaz, korkaklar tarih yazamaz.
1588) Bu aşktır saçım başım yolduran, ey ol deyince olduran, gönlü aşkla dolduran, dilersen de solduran! Şol Yûnus’tur sürgünde duran, ne olur kurtar beni bu zindandan! Ey eşi benzeri olmayan Yüce Yaradan!
1589) İki bir olursa, niyazımız muradımız olur. Bir iki olursa, muradımız niyazımız olur. Hakk’ı anan, hakkı bulur. Bizimle olan, bizim gibi olur.
1590) Ey nefsim! Ölüm sana senden yakın, sen her dem Hak’tan sakın. Tûl-i emele düşme sakın, etmesin şeytan akın.
1591) Şol Seyyah aşka, ne güzel bir misal. Ayrılık değildir ölüm, aslında en güzel visal.
1592) Teslim ol imana ey ateş, yoktur Allah’a hiçbir eş!
1593) Bizim vazifemiz yalnız davet etmek, aşk-ı lâhûtîyi tüm dünyaya ilân etmek. Asırlar evvel bir âşıkça görülen, bu aşktır tüm âlemleri bürüyen. Bahtiyardır bizimle yürüyen.
1594) Amelleri sözlerini, sözleri amellerini, tekzip eden hiç kimse, âlim olamaz, ilahi aşk ile Vallahi dolamaz.
1595) Ey ol deyince olduran, ey sol deyince solduran! Gönlümü aşkınla doldur; ne dünya ne de ukbada soldur!
1596) Kur’an’dadır şüphesiz en doğru haber, olmayalım asla birbirimizden bihaber.
1597) Onur ile her zaman dudaklarda adın, en büyük değeri İslâm’da buldu kadın. Sen, cennet; ayağı altına serilen anasın, her vakit sevgi, şefkat ve özveriden yanasın. Ey evlat, sen insansın ecdadı hürmetle anasın! İsyan edersen validene ateşlerde yanasın!
1598) Her zaman ve mekânda duy beni ey iman dolu sine! Hem dünyada hem de ukbada şahit ol şol abdalın sevgisine!
1599) Gel dergâhımıza, anlam yükle şol saatlere! Aldanma yalan dünyadan gelen boş vaatlere.
1600) Gül kokulu sözler, iman eden yüzler, uykuya hasret gözler, yalnız Hakk’ı özler. Yûnus vuslatı gözler, aşktadır bizimle özler.
1601) Sanma yolumuz bilinenden bir koldur, meşrepler içinde aşk en güzel ekoldür.
1602) Kalmaz bu sancak asla yerde, mühim olan hangi omuzda ve nerde!
1603) İmansız yürek ancak çöldür, ne varsa nefisten hepsini öldür!
1604) Ruhum O’ndan uzak kafeste mi kafeste. Bak, gör ey yolcu ne söyleriz son nefeste!
1605) Ömrüm gül olsaydı, güller gönlüm olurdu. Gönlüm gülle dolsaydı, yer gök bülbül olurdu.
1606) Rab ile kestiler irtibatı, yerle bir ettiler maneviyatı, yok saydılar manevi hattı. Deprem gelip çattı, dediler: “Fay hattı.”
1607) Ancak temiz bir gönülle akil olur akıl, ne olur ey Rabbim bizi de aziz kıl!
1608) Bize zulmederek aldığınız ancak ahtır, intikam alanların en hayırlısı Allah’tır.
1609) Merdivendir hak yoluna konulan her engel. Ta ki ey yolcu, Hakk’a sağlam adımlarla gel!
1610) Kim dedi sana nefsini buz gibi dondur? Erit nefsini, ona toz kondur!
1611) Boşa geçip giderken ömrün, bir musibetle açılır gönlün. Diyar-ı Şuarâ’da hikmeti gördün, işte şimdi sen de aslına döndün.
1612) Zikreden yürekte kalmaz kir, elbette Rabbimiz Allah bir, fikreden zihinler hakkıyla bilir. Gel, yokluk kapısından sen de gir!
1613) Bir yanım göçtür, bir yanım toprak. İman en büyük güçtür, sanma ölüm bize çok ırak.
1614) Bizi bizden bilenler, bizi bizden sorarlar. Kendilerini de bizi de boş yere yorarlar.
1615) Ey “Ol!” deyince olduran, doğru yolu bulduran, Sen’sin şol gönlü iman ile dolduran.
1616) Ehl-i imanın boş bıraktığı her alan ehl-i küfürce dolduruluyor, imanlar günden güne solduruluyor.
1617) Çocuklar bir zamanlar kendilerine arardı akran, şimdi her nereye gitseler arıyorlar bir ekran.
1618) Hak ehl-i hakkı her dem gayrette görmek ister, dava adamı olmak elbette bedel ister.
1619) Defol git, ey kin! Ta ki yerleşsin yüreğe hak din.
1620) Diyorlar ki: “Yeter artık sen de bu dünyaya alış!” Ey Yûnus, sen yalnızca Hakk’a kavuşmak için çalış!
1621) Mutlu edebildiysen bir yetimi eğer, bil ki aziz dostum bu dünyalara değer.
1622) Bin bina dikmektense, bir gönül yapmalı. Kul dediğin Hakk’a, her daim tapmalı.
1623) İçi başka dışı başka, olmuş cıvata misillü laçka. Münafığın hâli bambaşka, nasıl ersin ilahi aşka?
1624) Şol nefis ki ne güzel bir araç! Kimi hakka, kimi batıla aç.
1625) Yordunuz bedeni hep şerde. El, ayak konuşur mahşerde.
1626) Zikrullah ile dikilir gönle çiçek, ölümdür her çağda değişmeyen gerçek.
1627) Mûcizeler okunduğu yerde, Kur’an devadır her derde.
1628) Cahil gafille atışır, gönlüm zikirle yatışır. Arif hayırda yarışır, zahir bâtınla savaşır, ilim hikmetle barışır.
1629) Ey sen âmil! Bil ki tahkikle elde edilir, şol iman-ı kâmil.
1630) Öldürsen de güldürsen de sürgün sürgün gezdirsen de özüm Sen’de, gönlüm Sen’de Ya Rabbi.
1631) Hakkım Hakk’a emanet, hakka uyan bulur selamet.
1632) Uyarsan nefse olursun pişman, odur insana en büyük düşman.
1633) Gökten indiriliyor mücessem rahmet kar; fıskın ve zulmün kalmaz senin yanına kâr.
1634) Yûnus O’na her bir zerresiyle vurulmuş, Sevgili gönlüme ne güzel kurulmuş!
1635) Vaktimiz yok, işimiz çok. Boş sözlere, karnımız tok.
1636) Bir dağ olsa zalim, ezer geçerim. Mazlumu görünce, tir tir titrerim.
1637) Gönülde ulvi niyet, gerektir samimiyet. Her nefesimiz gayret; seyret âlem, et hayret!
1638) Gönül koşar, her dem hakkı arar, hak dini tebliğe verdim karar.
1639) Bu ulvi aşk ki her dem her nefes gönlümü yaralar, Rabbim onun hürmetine sır perdesini aralar.
1640) Dünya sürgün, dünya ne zor bir gurbet! Ölüm düğün, ölüm ne güzel bir şerbet!
1641) Budur işte gül kokulu dosdoğru yol! Sırât-ı Müstakîm ne güzel bir ekol!
1642) Durmaz döner hayır ile şerri birbirinden ayıran çark, ta ki görünsün iyi ile kötü arasındaki müthiş fark.
1643) Haktır İslâm, ne güzel bir din! Tutma asla, insanlığa kin!
1644) Dünyanın bitmez çilesi, nifakın yitmez hilesi.
1645) Korkmuyorum ölümden, kim korkar ki düğünden!
1646) Ey yolcu! Dizeleri kısa, manayı uzun tut! Nefis adına olan her öfkeyi yut! Yaptığın her iyiliği anında unut! Mümine yakışan her zaman ve her yerde ancak umut.
1647) Vazifen olmayana karışma, nefsinden başkasıyla yarışma! Gaflet denen illete alışma, sadece dünya için çalışma!
1648) Ey yolcu! Hakk’a giden yolu ara, bul! Sırât-ı müstakîmden etme udûl!
1649) Ey yolcu! Dini ilimlerde tevazuya götürmeyen bilmek, kuşkusuz ki olur ancak manen ölmek.
1650) Gönül toprağını, tövbeyle sürerim. Zikirle muhabbet ekip, aşk biçerim.
1651) Ne bahtiyardır izimizi bulan. Diyar-ı Şuarâ’dan kokumuzu alan. Hayırlı olan, hayırla dolan.
1652) Ey oryantalist! Şekilden şekle girme, yapma tarihselcilik! Adam öldürmekten beterdir elbette fitnecilik.
1653) Uykuya hasret gözler, yalnız Rabbini özler.
1654) Bilir hâlim, Rabbim Alîm. Azar âlem, yazar kalem. Dinler zalim, inler âlim.
1655) Şol aşkımıza bir tek ihlâsla erilir, can ancak Canan’ın yolunda verilir.
1656) Rüzgâr olup essem Hû deyu aşka, çağırsam halkı hakka bir başka.
1657) Şol sözlerimizden herkes nasibini alır; zeki insan lezzet, bilge insan ibret alır.
1658) Ey nefis! Olma kitap yüklü merkep! Bir kenara ilim, bilim, medrese, mektep. İnsana elzem önce edep, ilkin edep, evvela edep, en başta edep…
1659) Sevdama şahit huzur dolu geceler, gönlüm her dem bu aşkı heceler. Dilime dökülür aşktan heceler, dilime dökülür arştan heceler.
1660) Rüzgâr ansızın eser, bırak sen de bir eser! Şol ekolümüzde, her talebe bin eser.
1661) Ne bu telaş, ne bu endişe ve hile? Tevekkülle devam gerektir her işe. Şol rızık dediğin takdir-i ilahi ile. Kısmetinse gidemez hiçbir yere. Kısmetin değilse, olamaz hırs çare.
1662) Hakk’a davette son nefese dek dök ter! İbadetini Hakk’a, adaletini halka göster!
1663) Münafığın işi gücü hep hile, bu yolda çekilmeyince çile, Hak ismi pek ağır gelir dile.
1664) Hırsla değil, tevekkülle çalışmalı; insan Hakk’a güvenmeye alışmalı.
1665) Evvel ve Ahir Bir Allah var, Ezeli Ebedi Allah yâr.
1666) Mümin-i kâmil olanlar mal yığmaz, şol aşkımız ki yere göğe sığmaz.
1667) Dinle beni ey güzel kuş! Düzlük bana her bir yokuş. Dünya hayatı sürgün, tükeniyor sayılı gün. Aslında birer nimet, başa gelen her musibet.
1668) Meyletme dünyaya, dalma boş bir hülyaya, yüz çevirme Mevla’ya! Gel, gir şu deryaya, gül kokan dergâha.
1669) Her an bir adım daha büyüyecek, bu ekol yeryüzünü bürüyecek.
1670) Hayat-ı dünya hayat-ı ukbadan bir anındır, en güzel misaller Kelamullah Kur’an’ındır.
1671) Rabbinin yoluna çağır hep hikmetle! Hiç kimseyi kazanamazsın hiddetle.
1672) Hak katında her kul fakir, O’na isyan eden olur hakir.
1673) Bir pusuladır her bir vicdan, doğruyu buldurur her zaman.
1674) Zina zulümle gezerse el ele, elbette peş peşe gelir zelzele.
1675) Kur’an ile sünnetin arasını açmak, esasen hakikat ve hikmetten kaçmak, biliniz ancak bid’alara kapı açmak, her bir yana fitne tohumları saçmak.
1676) Ey nefsim! Şol dilini lal, hâlini kál eyle! Ey Rabbim! Şol Yûnus’u gerçek dostun eyle!
1677) İslâm’dır ancak izzet, ilim bitmeyen lezzet, Rabbim Sen hikmet lütfet!
1678) Bir araç ki çalışmaz gazla. Söz az olsun, mana fazla. Her dem hak yoluna gazla! İyiler ki kalmaz fazla.
1679) Hayret etme işime, haram değmez dişime. Var git, bak kendi işine ve dahi kendi içine!
1680) Şol nefsim ki yere toprak gibi serilsin, Sevgili’den bize ulvi bir aşk verilsin.
1681) Biz dergâhımızı gönüller toprağına kurarız, Allah diyen her gönülde elbette biz konuşuruz.
1682) Yoktur Rabbimin hiçbir takdirine asla niyem, yalnızca O’nun rızasını kazanmaktır gayem, Hakk’ın yolunda aşkla anlam bulur her saniyem.
1683) Ey sahipsizlerin yegâne sahibi, Yûnus yalnızca sevginin talibi.
1684) Makamın olmuş malın mülkün olmuş neye yarar? Ağlamayan göz, temiz olmayan kalp her dem zarar.
1685) Aramayın siz bizi kabristanda mezarda, okunamaz ismimiz bulutlarda yazar da.
1686) Hoparlörden gelse ne çıkar baykuş sesi, bülbülün aşk kokan sesi keser nefesi.
1687) Dediler: Dostu Allah olanın elbette düşmanı çok olur. Dedim: Allah dost olduktan sonra dünya düşmanın olsa n’olur?
1688) Akarsu nasıl durulur? Gönlüne mühür vurulur, ölüm gelir seni bulur, o vakit hâlin nice olur?
1689) Zalim ejderha olsa, tevekkülle ezer geçerim. Her bir âlem içinde, yalnız hakkı seçerim.
1690) Küfür soğuktur münafık her dem üşüyor, bir ulvi aşk ki gönülden dile düşüyor.
1691) Sevgili’den bize ulvi bir hâl verilsin, Diyar-ı Şuarâ bizim ile dirilsin.
1692) Mazlumdan Arş’a yükselen ancak büyük bir ahtır, intikam alanların en hayırlısı Allah’tır.
1693) Dibi olmayan kap nasıl dolsun, dalkavuk ki nasıl adam olsun.
1694) Arama Fas’ta, Çin’de; hikmet gönlün içinde.
1695) Salat selam olsun sana, ey gül yüzlü Peygamber! Ömrüm, gönlüm, gülüm; ben senin bülbülünüm.
1696) Varlığınla gurur duyarlar, Sen’den gelene uyarlar. Yoluna adanan kullar, Rabbim aşkınla sarhoşlar.
1697) Ey nefis! Ölüm sana gelmeden sen kendine gel!
1698) Ey yolcu! Bin defa mazlum olsan da bir defa zalim olma!
1699) Ey yolcu! Seni cehenneme sürükleyen nefsin dururken sen başkalarına mı düşmanlık ediyorsun?
1700) Ey nefis! Bir dakika sonraya çıkacağının garantisi yokken ne diye bir senelik rızkını endişe edersin? Hayatının garantisi yokken sen rızkını mı garanti altına almaya çalışıyorsun?
1701) Allah’a en sevimli amel vaktinde yenilen yemek değil, vaktinde kılınan namazdır.
1702) Mükemmel olmayanın mükemmeliyetçi olmaya hakkı yoktur. Ve dahi Kuddûs Allah’tan (c.c.) gayrı mükemmel olan yoktur.
1703) Hakk’a giden her yol elbette güzeldir. Tarikat da güzeldir, hakikat de. Çirkin olan Kur’an ve sünnetten kopmak, batıla dalmaktır.
1704) Dediler: Sanat sanat için mi, yoksa sanat toplum için mi? Dedim: Ne sanat sanat içindir, ne de sanat toplum içindir. Sanat yalnızca Âlemlerin Rabbi Allah içindir.
1705) Cenab-ı Hak mühim hikmetlere binaen Kadir gecesini Ramazan ayı içinde; duaların makbul olduğu vakti Cuma gününde; veli kullarını insanlar içinde; eceli ömür içinde ve kıyametin vaktini, dünyanın ömrü içinde gizlemiştir.
1706) Bizim dergâhımızda dil ile söylenip de hâl ile desteklenmeyen hiçbir sözün kıymeti yoktur.
1707) Ey nefsim! Seni nefes nefes yaşatan Rabbini neden her nefeste zikretmiyorsun?
1708) Ey nefsim! Şu kusurlu hâlin ve noksan amellerin her daim tövbeyi gerektirir. Hem noksan ve geciktirilmiş tövben dahi yeni tövbeleri gerektirir. O hâlde her dem tövbe etmek gerektir.
1709) Ulema eczacı, evliya hekimdir. Hastalık teşhis edilmeden ilaç kullanılmaz.
1710) Kalp imanla, iman amelle dirilir.
1711) Her tesettürlü Müslüman olmadığı gibi, her tesettürsüz dahi gayrimüslim değildir.
1712) Kardeşlerim! Dünyayı kalben terk ediniz. Ta ki dünya peşinizden koşsun. Ve dahi ahireti de kalben terk ediniz. Ta ki umum nimet ve güzellikleriyle o da peşinizden koşsun. Siz yalnızca Allah’ın rızasını ve sevgisini maksat edininiz. Zira en büyük gaye, en ulvi hedef, en yüksek maksat, en yüce amaç budur.
1713) Din yalnız Allah için öğrenilir ve yalnızca Allah rızası için öğretilir.
1714) Hayırlı işlerde ağır davranmak nifak alametidir.
1715) Sohbet meclislerinde anlatılanları işitmekle kalmayınız, dinleyiniz. Biliniz ki dinlemek işitmenin gayrıdır.
1716) Meal Kur’an’ın birebir çevirisi değildir. Meal bir anlayış tarzıdır, bir yorumdur. O hâlde yalnızca meal üzerinden Kur’an’ı doğru anlamak mümkün değildir, mealle birlikte tefsir okumak da gerektir ve elzemdir.
1717) Şehadet düğününü görmek için kâfir kurşunuyla nişanlanmak gerek.
1718) Mümin bukalemun gibi girdiği her ortamın rengini alan değil, belki her girdiği ortama rengini ve kokusunu verendir. Münafık bukalemun misillü her girdiği ortamın rengini rahatça ve kolayca alabilen zavallı ve bedbaht kimsedir.
1719) Yalnızca zahiri ilimlerle mürşit olunmaz. Mürşidinde kusur arayan mürit o mürşitten feyz alamaz.
1720) Mürit mürşidinden samimiyet ve sadakati nispetinde istifade eder.
1721) Ne garip bir asırda yaşıyoruz ki kadınlar utanmayı, erkekler kıskanmayı unuttu.
1722) Bilimin yüzde sekseni ilimdir.
1723) Hak bir davada sıkıntı ve meşakkat olur makbuliyete alamet.
1724) Mizansız tekfir sahibini helak eden bulaşıcı bir hastalıktır.
1725) Vahiy aklı teyit ve tekit eder.
1726) Ey nefsim! Kur’an yüklenen bilgisayar, laptop, telefon, tablet ve flash bellekten bir farkın olsun. Kur’an sana yüklenmesin sen Kur’an’ı yüklen.
1727) Hayırda acele etmek hırs değil, meziyettir.
1728) Gerçek hükümdar mülkün gerçek sahibidir. O hâlde ezelden ebede dek yegâne hükümdar Allah Azze ve Celle’dir.
1729) Müslüman çoğunluğa ve ortama değil, hakka uyandır. Çoğunluğa ve ortama uyanlarsa iradesi yok olanlardır.
1730) Eş cinsellik nefisleri ve nesilleri ifsat eden bir virüstür. Reçetesi meşru dairede yapılan evliliktir.
1731) Cenab-ı Hak insanı bazen musibetle bazen nimetle imtihan eder. Ne musibet anında isyan etmeli ne de nimeti görünce şımarmalı. Her dem Hakk’ı anıp O’na tevekkül kılmalı.
1732) Tasavvuf kalbi, hâli ve halis bir tevazudan ibarettir.
1733) Maneviyatta, gayesi menfaat olanın akıbeti mahrumiyet olur.
1734) İman etmek ayrıdır, hidayete ermek ayrıdır. Arif âlimin elbette gayrıdır.
1735) Her kadın öğretmen, doktor, mühendis olabilir; lakin her kadın ev hanımı olamaz. Ev hanımı olmak herhangi bir işle meşgul olmamak değildir. Hakiki ev hanımı yuvayı ayakta tutan ayaklarının altı öpülesi insandır, anadır.
1736) Sabır ve tövbe musibeti hafifletir; isyan denen illetse yeni musibetleri celbeder.
1737) Yöneticilik nefis ve hissiyatla değil, akıl ve mantıkla yapılır.
1738) İslâm’ı gelenek ve görenek dinine, atalar dinine dönüştürmeyiniz. İslâm Kur’an ve sünnet dinidir.
1739) Allah Azze ve Celle buyurur: “Kim Resûl’e itaat ederse Allah’a itaat etmiş olur. Yüz çevirene gelince, seni onların başına bekçi göndermedik!” (Nisâ Sûresi, 4/80) Peygamber (a.s.m) şu an aramızda olmadığına göre, ona itaat sünnetiyle amel etmekten ibarettir.
1740) Ey evlat! Şimdi git ve uyu! Gözün uyusun; lakin gönlün uyumasın. Zira gönlü uyuyanlar cehennemde uyanırlar.
1741) Övünmekten ve övülmekten övgü zatına ve şanına mahsus olan Âlemlerin Rabbi Allah’a sığınırım.
1742) Tesir ancak Allah’tandır. Yaratan da O’dur yaşatan da. Mülk O’nundur, bütün hayır O’nun kudret elindedir, O dilemedikçe hiç kimse hiçbir şey dileyemez. O’nun bir lütfudur ki biz dilimizle değil, gönlümüzle konuşuruz.
1743) Nefis kendi kusurunu göremeyince haşa rabmiş gibi gayrın kusuruna bakar, işte bu amel kendini yakar.
1744) Tarikat insanı sahil-i selamete ve kâmil mümin mertebesine çıkarır. Aklı tarikatsız inkişaf ettirenler Marifetullahta aklen ve zahiren çok ileri görünseler de kalben ve bâtınen pek nakıstırlar.
1745) Tarikatların mahiyetini anlayamayan zavallılar ne velayeti anlayabilir ne de Marifetullahta gerçek anlamda yol kat edebilir.
1746) Marifetullahın merkezi, mahal-i iman olan kalptir. Kalbe yerleşmeyen ve amele yansımayan marifet; marifet değil, malumattır belki malumatfuruşluktur.
1747) İnsanlara zulmedenler kendilerine zalim denilince neden zorlarına gider bir türlü anlamıyorum. İnsan aynalardan nereye kadar kaçabilir?
1748) Nefs-i emmâre şeytanın mürididir.
1749) Tasavvufsuz adam yemişsiz ağaca benzer.
1750) Allah’ı tanımak ve anmak için yaratılan elbette Allah’ı tanımak ve anmak için yaşar ve yaşamalı.
1751) Münafıkların misali pirinç içindeki beyaz taş gibidir. Pirince benzer; lakin pirinç değildir.
1752) Seçenek iki görünüyor:
Birincisi: Konuşmadan önce düşünmek. Bu seçeneği tercih edenler her zaman huzurludur.
İkincisi: Konuştuktan sonra düşünmek. Bu seçeneği tercih edenler genellikle huzursuz ve mutsuzdur. Çünkü onlar, düşünmeden konuştuklarının mahkûmudur.
1753) Ey yolcu! Şunu iyi bil ki korkunun ne sana ne de ecele faydası vardır. Korkulacak biri varsa o da Allah’tır. Korkaklar asla tarih yazamaz!
1754) Kardeşlerim! Başınıza bir musibet geldiğinde: “Acaba ne hata ettim de bu musibete uğradım?” deyiniz. Ancak gayrın başına gelen musibetlere hüsn-ü zanla bakınız ve bu musibet vesilesi ile Cenab-ı Hakk’ın onların derecelerini yücelttiği yönünde olsun zannınız.
1755) Çok konuşanın çok şey bildiği sanılan toplumlar yok hükmündedir. Zira bilge insanlar çoğu zaman susar, yalnızlaştıkça yalnızlaşır satırlara konuşurlar.
1756) Bir insanın gerçek karakterini öğrenmek istiyorsanız, o kimsenin toplumda en zayıf görülen insanlara nasıl davrandığına bakınız.
1757) Gerçek edipler mükemmel bir dinleyici ve harika bir gözlemcidir.
1758) Biz ancak Allah korkusuyla susar, Allah korkusuyla konuşuruz.
1759) Düşünmeden konuşmaktan Allah’a sığınırım.
1760) Kırdığınız bardağa su dolduramadığınız gibi kırdığınız gönle de hiçbir şekilde dolamazsınız, siz artık o gönülde olamazsınız.
1761) Kardeşlerim! İyiliğin karşılığı ancak iyiliktir. Kötülüğün karşılığı ancak kötülüktür. Lakin siz, size kötülük edenlere dahi iyilik ediniz. Böylece yeryüzüne iyilik tohumları eken kimseler olunuz. İşte o zaman eserlerimize gerçek bir talebe olursunuz.
1762) Ey hatipler! Allah’tan korkunuz, hakka uyunuz, hakkı duyurunuz. İnsanları razı etmek için âyet ve hadisleri gizlemeyiniz. Yoksa mümin olarak çıktığınız o kürsülerden kâfir olarak inme tehlikesi var.
1763) Ey evlat! Günaydın bir hava durumu raporudur ki günün aydığı bizce de aşikârdır. Sen selam vermeyi tercih et!
1764) Bazı iyilikler sünnettir, bazıları farz. Sadaka sünnettir, zekât farz. Ey gafil! Çalıştırdığın adamın hakkını alın teri kurumadan vermen sana farz. Zannetme ki İslâm kafana göre bir tarz. Çalıştırdığın adamın hakkını verme, sünnet olan sadaka ile gösteriş yap öyle mi?
1765) Dediler: “Ey şair nedendir şu âlem-i İslâm üzerindeki kara bulutlar?” Dedim: “Müslümanım diyenler Kur’an’ı unuttular ve unutturdular.”
1766) Ey yolcu! Zalimin zulmü sakın seni Hakk’a isyana sevk etmesin! Bilesin ki er ya da geç herkes hak ettiği karşılığı görecek. Allah Azze ve Celle Halîm’dir, erteler, yarına bırakır; lakin kimsenin zulmünü yanına bırakmaz.
1767) Biz dilimizle değil, gönlümüzle konuşuruz.
1768) Herkes yönetici olabilir, pek çok insan müdür olabilir; ancak pek az insan idareci olabilir.
1769) Oruç nefsin süfli hayat mertebesinden sıyrılıp ve kurtulup kalp ve ruhun ulvi hayat mertebesine çıkmaktır.
1770) Dalkavukluk insanı karaktersiz ve kişiliksiz yapar.
1771) Bizim davamız hak ve hakikattir. Siyaset üstü bir gidişattır. Hiçbir partiye, hiçbir siyasete alet edilemez.
1772) Kötü ahlâk sahibi kimselerle dost olmanın neticesi onlar gibi olmak, gafletle dolmak ve güzel ahlâk sahibi kimseler hakkında kötü zanda bulunmaktır.
1773) Zulmettiğiniz kimsenin sizi kula değil, Hakk’a şikâyet etmesinden korkunuz.
1774) Ey yolcu! Namaz sana Hak’tan başkasına boyun eğmemeyi öğretmedi mi?
1775) Meydan-ı imtihan olan şu dünyada her insanın imtihan süresi ömürdür. O hâlde insanoğlunun en kıymetli sermayesi zamandır ki ne satın alınır ne borç verilir ne de borç alınır.
1776) Allah’ın yüceltmeyi murat ettiği kimseyi hiç kimse alçaltamaz. Allah’ın alçaltmayı murat ettiği kimseyi hiç kimse yüceltemez.
1777) Ehl-i şirkin tövbesi tevhide dönmektir. Ehl-i küfrün tövbesi kelime-i şehadet getirmektir. Ehl-i isyanın tövbesi günahı terk edip taate dönmektir. Ehl-i ilmin tövbesi dahi İslâm’ı tebliğ etmektir.
1778) Bir insana oturduğu koltuktan, makam mevkiden ötürü değer verenler insanların en değersizidir.
1779) Ey yolcu! Günahlardan ötürü tövbe etmek gerektir. Tehir etmeden, ertelemeden, geciktirmeden. Lakin kul hakkına taalluk eden günahlarda tövbe de yetmez, o kulu bulup helalleşmek gerek. Zira kul hakkını Allah affetmez. “Kul ile helalleş!” der.
1780) Gerçek keramet samimiyetten ibarettir.
1781) Gafil odur ki herkeste kusur, nefsinde huzur bulur. Arif odur ki nefsinde kusur, Zikrullahta huzur bulur.
Şâir’ül İslâm Yûnus Kokan
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.