- 800 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
Onlarca Pencere
Zeytine batırdığı çatalıyla oynamaktan vazgeçmeye niyeti olmadığına karar vermiştim ki aniden bıraktı çatalı, onunla oynarken zihnini meşgul edip yaşamı askıya almasına yol açan her neyse çok sıkılmış da ondan uzaklaşmak istermiş gibi. Gözlerini yüzüme çevirdiğinde kocaman bir gülümsemeyle buyur ettim onu kahvaltı boyu uzağında kaldığı sofraya. “Bak bu reçeli daha dün yaptım” dedim, kayısı reçelini önüne sürerken. “Yağlı ekmek üzerine bir parça sürdüğünde emsalsiz bir lezzeti vardır.”
Böyle havadan sudan konuşmalara da ihtiyacı oluyor bazen insanın. Hep hesaplı kitaplı; yaşına, konumuna, bin türlü özeliğine göre kelimeleri bir düzene sokmaktan yorgun düşersin bir zaman sonra. Seni dışarıya tanıtan tüm kimliklerinden soyunmak, sere serpe dökmek istersin kendini ortaya. Bir çeşit tatile çıkmak gibidir bu ‘her zamanki senden kaçışlar’ da. Kahvaltı sofraları da bu kaçış noktalarının en başında gelir.
Tabii bu kural çocuklar için pek de geçerli değil... Onlar o kaçışa gerek bırakmayacak kadar uzağındalar gerçeklerini örten o kılıfların... Ama şu an karşımdaki mahzun bakışlı küçük oğlan gibi hayatın bir yetişkin olmayı dayattığı çocuklar, kendilerini saklamak için ister istemez başka başka yüzlere ihtiyaç duyabiliyorlar maalesef. Tıpkı biz büyükler gibi onlar da dağlar, denizler koyuyorlar başkalarıyla araya. “Madem bir çocukmuşum gibi davranmıyorsunuz bana, ben de bende gördüğünüz yetişkin olurum. Sizin gibi maskeler takarım yüzüme.” der gibi...
Bana bakışlarındaki şaşkınlığı çok iyi anlıyordum bu yüzden. Ona sıradan bir çocukmuş gibi davranıyordum, yadırgaması öyle doğaldı ki! Yaralı bereli bir ruhun yüzüne kattığı gölgeleri es geçip o yaralardan tamamen kurtulmuş, içinin acımasından korkmadan dolu dolu nefesler alan herhangi bir çocukmuş gibi ona reçelli ekmeklerden söz ediyor, “Maskelerin ardına saklanmana gerek yok, onlar varken de seni görebiliyorum. En başta da bir çocuk olduğunu...” diyordum.
“Seni bugün çok hoşlanacağın bir yere götüreceğim.” dedim, ona az önce söz ettiğim muhteşem reçelli ekmeği hazırlamak üzere reçel tabağını önünden alırken. O cümleyi sarf eder etmez de panik halinde zihnimde sıralamaya giriştim onu götürebileceğim yerleri. Hayvanat bahçesi, aqua park, akvaryum, sinema... Nereye gideceğimizi sorarsa hazırlıksız yakalanmamalıydım.
Acaba ona kendisini unutturacak o kayboluş hissini hangisi verebilirdi? Halası olarak ona bu zor günlerinde destek olmam istenmişti benden. Erkek kardeşimin sözcüklerinden çok sesiyle anlattığı şeyler durumun son derece vahim bir noktaya varabileceği konusunda fazlasıyla ikna etmişti beni. Şebnem’le ayrılıyorlardı... Belki diye başlayacak hiçbir cümleye yer vermeyecek kadar kesin bir ifadeyle söylemişti bunu. Geri dönüşü yoktu.
Allahtan yaza rastlamıştı bu kriz hâli. Okulların tatile girmesi işlerini biraz olsun kolaylaştırmıştı. Hemen ben gelmiştim akıllarına. Şehir dışında bahçeli evim ve çiçeklerimle kalbi acıyan bir çocuğa yardımcı olabilir, ne zamandır ona dost gülüşler göndermeyen bir dünyaya bir parça uzaktan bakmasını sağlayabilirdim. Hatta belki o dünyayı yeniden gülümsetmesini sağlayacak o büyük sırrı verirdim ona: “Gülümseyen bir çehre istiyorsan karşında, önce sen gülümsemelisin” derdim.
“Onu sevebilir miyim?”
Pencereye yönelmiş gözlerini takip edince derin bir nefes aldım. “Tabii ki...” dedim cama patilerini dayamış, bize bakan köpeğim Lucy’e gülümseyerek. “Bak, o da seninle tanışmaya can atıyor. ‘Pencereyi aç’ demek istiyor bana.”
Sanki geniş bir yol açılmıştı içimde... Daha pencereyi açmadan içimde onlarca pencere birden açılmış; önceden hiç temas etmediği yerlerimde dolanmaya başlamıştı hayat, taptaze bir havayla sarmalanmış olarak. Yeğenim kendiliğinden göstermişti bana kaybolacağı yeri. En ufak çıkar gözetmeyen bir sevginin içinde var olmak bir çeşit koza örmek değil miydi hayata karşı? Annesi ve babasının onu bana gönderirken akıllarından geçen de muhtemelen böyle bir şeydi.
Kısa bir süre için de olsa bir parantez açmak istemişlerdi hikâyenin acıtmaya başlayan o yerinde... Bir çocuğa çok fazla gelen yanlarından arındırmak için cümleleri, öncelikle ikisinin hikâyelerine bir son vermeleri gerekliydi. Yoksa asla merkezdeki yerine yeniden kavuşamayacaktı canlarından çok sevdikleri varlık. Birbirine öfke duyan iki yetişkinin olduğu bir ortamda çocuk gülüşlerine yer kalmayacak kadar daralırdı çünkü dünya. O öfkeye aykırı kaçan her şey kaçışmak zorunda kalırdı o alanın sınırlarından... İşin kötüsü bu kaçışa maruz kalan o kadar çok şey vardı ki öfke öncesi dönemden yâdigar!.. Bir noktada isyan eder, “Ben de gideyim peşlerinden” derdin, önceki senden geriye koca bir posa kalmasından korkarak. Ama nereye gidebilirdin ki?!
İşte onlar da bu soruya cevap bulmaya çalışmışlardı belki, onu bana gönderirken. “Gidebileceğin bir yer var” demişlerdi.
Pencereye doğru ilerlerken, kollarının arasında ayağı incinmiş bir kediyle Şebnem belirdi zihnimde. Kardeşimle nişanlılığı döneminde birkaç günlüğüne bende kalmıştı. Annemle teyzem müstakbel gelinle biraz vakit geçirmek için bir sabah bana gelmişlerdi. Benim eve yakın bir göl vardı. Onun kıyısında piknik yapmaya gidecektik. İçimizde en heyecanlı olan da Şebnem’di.
Sonra birden o kedi çıktı karşımıza. Ayağı incinmiş, topallayarak karşı yönden bize doğru ilerliyordu. Hepimizi üzmüştü bu durum hâliyle. Ama Şebnem’in yaşadığı, üzüntüyü çok aşan bir yerdeydi... Vah vah demekten öte bir şeyler yapmaya, o durum her neyse onu yaşayan varlığa bir şekilde dokunmaya ihtiyaç duyulan bir noktaydı orası... Şebnem de bu ihtiyacı duyan herkesin o anda yapacağı şeyi yaptı: Koşmaya başladı yani. Bir hamlede yaralı kediye ulaştı ve onu kollarının arasına alarak az önce zihnimde beliren sahnenin içine yerleştirdi. O resimde üçümüzün de ona dair çok önemli bir fikir edinmesini sağlayan o kadar çok şey vardı ki!
Ben de Lucy dolayısıyla hayvan sevgisine yabancı sayılmazdım aslında. Ama Şebnem’deki kadar tüm hayvanları kapsayacak bir umman haline dönüşememişti henüz bu duygum. Velhasıl o gün Şebnem’deki en önemli özelliklerden birine şahit olduk: Onun sınırsız şefkati...
Üçümüz göle doğru, gölgeli bir köşe bulmak üzere ağır ağır ilerlerken o kucağında kedi, o yaz sıcağında benden az önce aldığı, bulunduğumuz noktaya epey uzaktaki bir veterinerin adresini bulmak üzere yollara dökülmüştü bile. Üstelik onunla gitmek için tüm ısrarlarımı geri çevirerek hassasiyetinin hayvanlarla sınırlı olmadığını da göstermiş, “Beni beklemeyin, güzel güzel pikniğinizi yapın, ben bulurum sizi” diye seslenmişti, sesiyle gülücükler göndererek. Annemle teyzemin piknik yapmak için geceden kimbilir nasıl bir telaş ve hevesle yaptıkları hazırlıkların mahsûlü envai çeşit yiyecek dolu sepetler ve ondan da önemlisi yüzlerine şimdiden vurmuş o göl kenarındaki ağaçlıklı, püfür püfür, cennet köşenin gölgesi peşinden gitmeyi ne kadar istesem de durdurmuştu beni.
Pencereyi açtığımda Lucy yıllar önceden tanıdığı bir dostuyla karşılaşmış gibi var gücüyle havlayıp büyük bir sevinçle Can’a doğru atıldı. Yeğenim de aynı coşkuyla karşılık verdi ona ve başını uzun uzun okşadıktan sonra “Bekle beni, hemen geliyorum” deyip bahçeye çıkmak üzere kapıya yöneldi. Annesi hayvanlarla olan dostluğunu ona da aşılamıştı demek ki. Onu buraya göndermesi öylesine verilen bir kararın neticesinde gelişen bir durum değildi yani. Belki de onun tazecik ruhuna ektiği tohumların yeşermesi için gereken o güneşi bulmuştu burada: Köpeğimle kuracağı arkadaşlığın kozasıyla sarmalayarak onu bu zor günlerin karmaşasından uzakta tutmak istemişti.
Kahvaltılıkları toplamak üzere sofraya yönelmiştim ki; Şebnem kucağında o yaralı kediyle, yıllar ötesindeki o resmin içinden bir kez daha gülümsedi bana, “Endişelenmene gerek yok!” der gibi... “Acı çeken bir varlık söz konusuysa sonuna dek bana güvenebilirsin.”
YORUMLAR
Son derece akıcı ve güzel bir anlatımdı. Ne yazık ki bir çok şeyde olduğu gibi boşanma olaylarında da en fazla etkilenen çocuklar aslında. Onların bu zor zaman sürecini en sağlıklı şekilde aşmalarını sağlamak ise çok önemli.
Kutlarım
Selam ve sevgiler
Mavilikler
Yazım hakkındaki güzel görüşleriniz için teşekkürler :))