- 535 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
KIRGINLIKLARIMIZ - 4
BÖLÜM 4/5:BİZİ DUYDU
Nasıl ve nerede başlarsa başlasın hikâyeleriniz, mutlu sonla bitmiyorsa eğer; geride falına bakılmamış bir fincanın dibinde bana bulanmış bir sır kalıyor öylece. Zaman geçtikçe ağırlaşan kokusuyla, kaskatı kesilen bedeniyle fincanı mezar belleyen sır; bir lahitin içindeki Firavun cesedi gibi kalıyor gelecek yüzyıllardaki yolculara. Sır sandığınız ne varsa yüz binlerce yıldan kalma, hepsi sizden öncekilerin yanıldığıydı aslında. En kadim hikâyelerinizde olduğunu sandığınız o tek hece, kendinize sormaktan kaçındığınız sorunun ete kemiğe bürünmüş sonra da çürümüş haliydi.
Hatırımın çiğnendiği günden beri kimse anlamasa da beni, ben yine de anlarım siyahın ve beyazın tekmil lisanını. Kâh Asya’da bir Hindunun ellerinde kâh Amerika’da bir Afronun ellerinde bulurum kendimi. Evvel zaman içinde su da yoktu, ateş de. Ne siz vardınız ne sırlarınız. Bir ben vardım. Safi ben. Yıldız yorgan altında bir çift köz aradım ısınayım diye. Bir çift göz aradım sonra, bildiklerimi anlayacak bir çift göz. Bir rüzgâr esti sonra, bir ateş parladı ve söndü. Safi bir ateş… Dört incir yaprağı düştü yere. Bir sarkaç salındı. Sonra bir çift söz çalındı kulaklara. Hatırı çiğnenecek söz…
Usul usul geçti mevsimler. Geçtiklerini gören bir siz yoktunuz. Bir ben vardım görmediğinizi bilen.
Taş bakıra, bakır tunca bıraktı yerini. Derken doğdu Mesih, bezdi Çinliler ve göçtü kavimler. Fethedildi şehri şehir. Haraç vermekten bıktı tüccarlar, keşfedildi yeni yerlerle beraber yeni şeyler. Ve ben, soğudum sırlarımla, ekşidim ağızlarınızda. İlk yudumla girdim zihinlerinizin en ücra kuytularına. İğdiş ettim en mahrem sırlarınızı.
Dişleri dökülmüş koca karılar, bastonlu dedeler, silinmiş çehreler, kesilmiş başlar, edilmiş küfürler, yenilmiş küfürler, atılmış kazıklar, yenilmiş kazıklar ve daha niceleri katar katar geçiyor gözlerinizin önünden. Yanıt aradığınız sorular çekiyor kervanın başını. Siz, onları sır sanıyorsunuz; öncekileri sandığınız gibi. Oysa sır sandığınız ne varsa yüz binlerce yıldan kalma, hepsi sizden öncekilerin yanıldıklarıydı aslında. En kadim hikâyelerinizde olduğunu sandığınız o tek hece kendinize sormaktan kaçındığınız sorunun ete kemiğe bürünmüş, sonra da çürümüş haliydi. Bu yüzden bir ceset gibi kokuyor, bir korkak gibi yaşıyordunuz. Ve kimse duyumsamasın kokunuzu diye, ucuz parfümler sıkıyor; kimse anlamasın korkaklığınızı diye cesur hikâyeler anlatıyordunuz birbirinize.
Nasıl ve nerede başlarsa başlasın anlattığınız hikâyeler, mutlu sonla bitmiyorsa eğer; geride falına bakılmamış bir fincanın dibinde bana bulanmış bir sır kalıyor öylece. Zaman geçtikçe ağırlaşan kokusuyla, kaskatı kesilen bedeniyle fincanı mezar belleyen sır; bir lahitin içindeki lanet gibi kalıyor gelecek yüzyıllardaki yolculara.
Adımın geçmediği hikâyelerizle hiç konuşmadığımı düşündünüz yıllar yılı, anlamanın en güzel konuşma olduğunu bilmende hem de. Bense koyu renkli takım elbisemle otururum fincanlarınıza. Dinleyip sergüzeştinizi, anlayıp ahvalinizi ayan ettim kendimi nice eprimiş gözlere. O sizi kavuran, beni fincandan çekip çıkarırken rengimle ve kokumla girdim hikâyelerinize. Anlamadınız! Adım anılmasa da hikâyelerinizde, kokum ve rengim kaldı zihinlerinizde, bin yıllık lanet gibi. Ve siz öğrenemediniz; koku duyumsanır önce ve ille de renk okunur isimden önce.
Şimdi bana bulanmış iki kelime üç hece duruyor, fincanın dibinde. Sırra vakıf şu ateşin şahitliğinde sizi duydum kırk yıl geçmeden çiğneyecek olsanız da hatırımı sizden öncekileri duyduğum gibi.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.