- 662 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
Hint okyanusundan gelen bir yabancı
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Şehirlerarası terminaldeydi. Uzaktan gördüm, yalnız başına oturmuş fotoğrafını çekiyordu belli bir açıyla. Beyaz elbisesi ile bir güneş gibi parlıyordu adeta… O, gözlerimde güneş halkları ile hare hare dolanırken; “nereye gidiyor acaba” diye düşünüyordum.
Tereddüt ederek yanına gidip oturdum. Aramızda belli bir mesafe vardı. Geldiğimi fark eden ama hiç muhatap olmak istemeyen ifadeyle dümdüz karşıya, önündeki boşluğa bakıyordu... Böylelikle bir iletişim içerisinde değildik ama beni görebiliyordu, ne yapmaya çalıştığımı kestirebilirdi. Uzak durma ve denetimin aynı anda gerçekleştiği bir yöntemdi uyguladığı. Bende doğrudan ona bakmıyordum, zaten yanına oturarak küstahlık sınırımın uç noktasına ulaşmıştım.
“-Merhaba” dedim ve merhaba dememesinden çekinerek hızlıca cümleye girdim; “ne kadar da güzel bir hava var…”
Aslında “ne kadar da sıcak bir hava var” diye düşünüyordum. Çünkü olağan dışı bir durumda, çok olağan olan başka bir şey düşünmek rahatlatıyordu beni. Ama buna rağmen ne kadar da güzel bir hava var demiştim. Oysa; kış aylarından yeni gelen yaz aylarına geçerken, havanın aydınlık olduğu durumlarda ortaya çıkan ve insanın içerisine umut veren “güzel hava” tabirinin kullanılmasının üzerinden çok zaman geçmişti ve sıcaklığın bunaltıcı olarak ön plana çıktığı mevsimin bu temmuz zamanlarında, güzel havanın cazipliği etkili olmuyordu.
“Yaz mevsimindeyiz, tabi ki de güzel bir hava var ama biraz; fazlaca sıcak” dedi. Gereksiz bir durum bildirimi yaptığımı bilerek konuyu değiştirmeye çalıştım;
“Her şey nasılda hızlı değişiyor, daha dün kış aylarını yaşıyorduk” diyerek devam ettim; “zamanın bu kadar hızlı değişmesine kim yetişebilir ki? Aslında daha önceleri üzülüyordum ben buna. İçimde derin bir yaşam sevgisi varken, zamanım daralıyor diyordum kendime. Sonraları ise zaman geçiyorsa bizde onun içinden geçiyoruz diye düşünmeye başladım. Zaman geçiyor ama bize kalanlar yerini koruyor her zaman. Bu zamanın içerisinde, gidip gidip bitiremediğimiz güzel yollarımız oldu bizim.. Hislerimiz oldu, anılarımız, dokunuşlarımız oldu. Hep kendince doğru, hep kendi hikayemize dair, ardının önemsiz olduğu an’lar bırakmadık mı ki hayatta?”
Kısa bir sessizlikten sonra “Öyle” diye cevap verirken ikimiz de aynı an da başlarımızı çevirdik ve göz göze geldik. Saniyenin beşte ikisi kadar olan bir bakışmaydı bu. Ne kadar da güzel diye düşünüyordum, yutkunmamı gizlemeye çalışarak.
- “Sinemadan hoşlanırım” diyerek diyalogumuzu geliştirmek istedim. En sevdiği filmi sorduğumda; Ali’nin Sekiz Günü diye cevap verdi. Ben olsam “notting hill” filmini seçerdim dedim. Gülümsedi. Gülümsemesinden cesaret alarak;
“Biliyor musun Tayland anılarını bir kitap gibi okudum” dedim. "Aaa öyle" mi derken şaşırmış bir haldeydi. “Nereden biliyor Tayland’a gittiğimi” der gibi bir ifade ile kalkmıştı oyuncu kaşları... “Tanınmış bir oyuncusun, seni takip etmekten keyif alıyorum” diyerek sapık kisvesinden hayran kisvesine sıçramayı düşündüm ama bir şey söylemedim. Zaten sinemadan hoşlandığımı söylemiştim. Sinemadan hoşlanan biri olarak tabi ki de onun kim olduğunu ve neler yaptığını biliyordum. Birçok insan tanıyordu onu. Ben ise hayatta 20 kişinin tanıdığı biriydim.
Konu geçişlerim ise birden bire bambaşka bir noktaya gidiyordu, konuşmak istiyordum çünkü. Sanki Küçük İskender’dim ve “Kaç yaşındaysam o kadar yıl sürsün konuşmam” diyordum içten içe.
“-Evet senin Tayland anılarını gördükten sonra bende gitmeye karar verdim. “ dedim.
-Beğendin mi?
- “Bangkok’u sevdim. Tabi adalar da güzeldi. Birde senin hikayelerin de bir şey yakalamıştım. O senin hikayelerindeki yakaladığım şeyi aradım.” dediğimde şaşkınlığı artmış gibiydi.
- Neydi benim hikayelerimde yakaladığın şey?
- “Sanırım sıradan biri oluşundu” dedim. Yani yola çıkmıştın ve tek başınaydın. Korkuların, merak duygun ve keşfetme içgüdün vardı. Bir maceranın peşinden gitmiştin ve sanki şöyle diyordun bana; “yaşamın içindeyim ve işte senin gibi zamanın tam ortasından geçiyorum bende.”
- “İçgüdüselleştirilmiş bir bakış açısı” diyerek cevapladı ve bir es verdikten sonra sorusunu ekledi; peki sen yakalayabildin mi böyle bir an?
- Aslına bakarsan uzun süre aradım. Yoğun şehirlerden, kokulardan geçtim. Yüzen çarşılardan tropikal meyveler aldım, berrak denizlere girdim, baharatlara bulandım, kalabalıklarda kayboldum ama bulamadım. Ta ki bir gün Hint okyanusunda bir fırtınaya yakalanana kadar... Muson yağmurlarının olduğu zamanda uzak yerlerdeki adalara giderken çok hızlı bir şekilde bulutlar yükseldi. Sis önümüzdeki beş metrelik görüş alanından daha fazlasını görmemize engel oluyordu. Şiddetli bir yağmur ve rüzgar sarmışken etrafımızı su üzerinde onlarca kaya parçasının olduğu bir alana girdik. Daha bir dakika önce sesimi bile duyamazken orada durgun bir denizin üzerindeydim. O fırtınalı okyanus sanki bir göl gibiydi artık ve yeşil tepelerle sarılmıştı etrafım. Yağmur yağmaya devam ediyordu ve her şeyi duyuyordum, görüyordum. Kuşların sesi, balıkların nefes alışı, yağmur damlalarının deniz üzerinde oluşturduğu halkaları... İşte o zaman yakaladım o an’ı.
- Ne hissettin?
- Yaşamı. Sürekli yaşamın ne olduğunu kendine soran biri olarak; “yaşam bu” dedim. Özgürdüm ve hissediyordum. Tabi ki yaşamın birçok tanımı vardır ve hiç biri açıklanmasına yeterli olamaz. Aynı bizde de bir şeyleri eksik bıraktığı gibi; hep bir şeyler eksik kalır yaşam tanımlamalarında da ama benim için yaşam buydu. Olması gerekenler, olmuş olanlar ve olacak olanların kesiştiği noktada gibiydim.
“Benim yaşadığım bir maceradan parçalar toplayarak böyle bir yolculuğa çıkman ve bunu anlamlaştırman hoşuma gitti” diyerek elini uzattı - “Begüm ben.”
“-Ben Mihan” dedim uzanan ele teşrif ederek.
-“eee daha başka”
-“bilmiyorum” dedim “işte öyle.“
“Hint okyanusundan gelen bir yabancı-" dedi gülümseyerek.
YORUMLAR
Belki hayali, belki gerçek bir karşılaşma Begüm Birgören ile. İster istemez akla Notting Hill'deki doğumgünü yemeği sahnesi, kızkardeş ile Roberts'ın neredeyse tek yönlü diyaloğunu akla getiriyor. “İçgüdüselleştirilmiş bir bakış açısı... Peki sen yakalayabildin mi böyle bir an?'' Begüm'ün en uzun repliği olmuş. Bu açıdan çok gerçekçi. Sondaki Hint Okyanusundan gelen yabancı cümlesi de ''Just a girl in front of a boy'' cümlesinin tonunda. Güne gelmenizi tebrik ederim. Saygılarımla.