- 514 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Çünkü kaçıyorlar biricik olmaktan
İnsan biricikliğini farketmedikçe ibadet etmek istemez. Yani herşeyi yaratan (Vahid) olarak inandığı Allah’ın herbirşeyi de yaratan (Ehad) olduğunu farketmedikçe üzerine yaratılışının sorumluluğunu almaz. Bu fıtrî birşeydir. Birebir muhatap alındığını hissedenler ancak birebirin yükümlülüğünü hissederler. "Borçlarınızı ödeyin!" diye bir çağrısı olsa devletin, şu çağrı elbette genele olduğu için, bireylerin çoğu ’kendilerini çağrışımın dışında görerek’ aldanırlar. Hem aldanırlar hem aldatırlar. Çünkü bu noktadaki aldanışlar aslında bir tür kendi kendini aldatışlardır. Mugalatanın beslendiği yerse ’herşeyin içinde sıradan birşey olmak’tır.
Fakat böylesi bir çağrı ismimize yapıldığında sorumluluktan kaçamayız. Borcumuzu ödemediğimiz takdirde devletin karşısında birey olarak sorumlu tutulacağımızı, gözden kaçmamanın bedelinin şu olduğunu, yakinen hissederiz. Hatta uyarıda detaylar arttıkça, yani ’birebirliğin yansımaları’ çoğaldıkça, üzerimizdeki baskı da artar. İşyerimize ayrı, evimize ayrı, hatta işverenimize ayrı bir not ulaştığında; üzerine bir de kapımıza tahsildarlar geldiğinde, sağda-solda bizi sorduklarında, iş ciddiye biner. Gider borcumuzu tıpış tıpış öderiz.
İnsan ki, üzerine alınma yeteneğinin sahibidir, elbette kulluktan kaçınamaz. Kendisine verilenin ’bizzat kendisine verilen’ olduğunu farkedenin teşekkürden kaçabilmesi mümkün değildir. Kimse boyadığı duvardan teşekkür beklemez. Ancak beslediği köpekten bir kuyruk sallamakla olsun alamet-i memnuniyet bekler. Hayvanlarsa nimetin inceliklerini farketmekte bizden çok çok çok aşağıdırlar. Öyle ya! Hangi hayvan güneşin batışını seyreder? Hangi kunduz denizi izlemekten lezzet alır? Hangi kedi şiir yazar, okur, ezberler? Bütün bunlar bir şekilde ’bize özel’liğin alametleridir. Hatta denilebilir ki: Lezzet birebirliğin delilidir.
Peki lezzet birebirliğin delili nasıl olur? Bunu anahtar-kilit örneğiyle açıklamak mümkün görünüyor bana. Şöyle yapalım: Kendimizi binlerce kilitten oluşmuş bir demir duvar olarak tahayyül edelim. Etrafımızdaki varlıklar da birer anahtara dönüşsünler. Aaa, bakınız, şu ekmeğe benzeyenleri ağzımıza ve karnımıza denk gelen kilitleri açtılar. Hem, yine bakınız, şu çiçekli miçekli şeyler gözlerimize denk gelen kilitlere uydular. Dahası, şaşırmamak elde değil, şu şiire benzeyenleri kalbimizdeki kilitleri ’çıt’ diye açtılar. Yahu, arkadaşım, bu uyum nasıl varoldu? Bu anahtarlar şu kilitlere nasıl uydu? Herhalde bunların ustası birdir. Şu anahtarları yapandır şu kilitlerin sahibi. Leyla’yı yaratandır Mecnun kalbinin hâkimi.
İşte, ’Sanki benim için yaratılmış!’ dediğimiz herşey, her detay, her nesne, her güzel, her yara, her nimet, her dokunuş, her tadış, her yaşayış, hatta en temelde ’yalnız bizde yazılmış olan şu hayat’ en özünde ’bizzat kastedilen’ olduğumuzu hissettirmiyor mu? Haydi, yediğin ekmekte bu sırrı göremedin, çünkü onu çoklarla bölüşürsün. Anladım. Fakat daha dün bir şiir yazdın. Bu şiirin senden öncesi yok. Senden sonrası yok. Bu mısraları senden önce sezen, yazan, dokuyan başkası yok. Nasıl onda biricikliğini göremezsin/göremedin? Nasıl adını okuyamadın? Nasıl oradan Allah’ın Ehadiyetini farketmeye bir yol bulamadın? Bu ’sana özel tecelliler’ nasıl olur da sende bir ’teşekkür hissi’ doğurmaz?
Arkadaşım, sende herşeyi anladım da, bir bunu anlayamadım. Şu hayatta en çok istediğin şeylerden birisi ’biricik’ olmaktır. Parmakla gösterilmektir. Kıymeti bilinmektir. Benzersiz tanınmaktır. Sevilmektir. Sevilmektir. Sevilmektir. Fakat sorumluluğunu almaktan bahsedilince de en çok ondan kaçıyorsun. Eh, ne diyelim, hayırlar olsun.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.