- 577 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Bid'a dinin evrimidir
İki şey arasında benzerlik kuruyorum: ’Mutasyon’ ve ’bid’a.’ Ve yine iki şey arasında benzerlik kuruyorum: ’Modifikasyon’ ve ’içtihad.’ Bu benzetmeyle nereye varmak istiyorum? Öncelikle ’mutasyon’ ve ’modifikasyon’ kavramlarını konuşarak başlayalım işe.
Modifikasyon nedir? Modifikasyon bir türün ’sahip olduğu genetik çeşitlilik içinde’ bazı özelliklerinin öne çıkıp diğer bazılarının arkaplanda kalmasıdır. (Yokolması değildir.) Nasıl misallendirilir? Bizim zamanımızdaki ders kitaplarında anlatılan şöyle kolay bir örneği vardır: Bir ormanda hem ’koyu’ hem ’açık’ renkli bireyleri olan bir kelebek türü yaşamaktadır. (Tıpkı insanların esmeri-sarışını olması gibi.) Sonra bu ormanın yakınlarına termik santral inşa edilir. Oluşturduğu kirlilik nedeniyle hava ağırlaşmaya başlar. Renkler canlılıklarını yitirirler. Hatta ağaçların kabukları dahi koyulaşır.
İşte, tam bu dönemde, kelebek kardeşlerde şöyle bir değişim yaşanır: Daha önceleri, açık renkli kelebeklerin sayısı çok, koyu renklilerin sayısı gayet az iken, santralden sonra koyu renkli kelebeklerin sayısı çoğalır. Hatta açık renkliler neredeyse tükenirler. Peki bu yaşanan nedir? Bir dönüşüm müdür? Bir mutasyon mudur? Santralin oluşturduğu kirlilik kelebeklerin yeni iklime/şartlara uyum sağlayacak şekilde evrimleşmesini mi sağlamıştır? Hemencecik cevap verelim: Hayır. Böyle birşey olmamıştır. Ya? Yaşanan şeyin ismi ’modifikasyon’dur. Açılımı da şudur: Bir türün zaten en baştan beri sahip olduğu genetik çeşitliliğin içinde bazı özellikler (ve onlara sahip bireyler), değişen şartlarla birlikte, daha ’hayatta kalır’ hale gelmiştir.
Bilim insanları da zaten bu olayı açıklarken şöyle derler: Kelebeklerin hayatta kalmalarını sağlayan şeylerden birisi de ağaç kabuklarıyla aralarındaki renk uyumudur. Bu Allah tarafından kendilerine bağışlanmış bir kamuflajdır. Daha önceleri bu kamuflaj açık renkli kelebeklerin fizyolojisi ile uyumluyken santralden sonra koyu renkli kelebekler daha avantajlı hale gelmişlerdir. Böylece daha çok hayatta kalmışlardır. Çünkü kuşlar tarafından daha az avlanmışlardır. Açık renkli kelebeklerse yeni dönemde daha ’kolay görünür’ olduklarından sık avlanırlar ve azalırlar.
Burada hassaten dikkat edilmesi gereken husus şudur: Kelebeklerin zâhirde yaşadığı bu değişim aslında bir değişim değildir. (Özde bir farklılaşma yoktur.) Asılda zaten varolan özelliklerden bir kısmının diğer bir kısma baskın hale gelmesidir. Bu tıpkı matematikle ilgili bir meslek grubunda sayısal zekası yüksek insanların çoklukla bulunmasına benzer. İnsanlar bu mesleğe girmek için bir evrim geçirmezler. İlgisiz genlerini yoketmezler. (Matematikçilerin çocukları illa matematikçi olmak zorunda değildir.) Ya? Bu meslekte tutunmalarını sağlayacak hususiyetlere sahip olan (daha doğrusu bu hususları öne çıkmış) bireyler mesleğe daha çok dahil olurlar. Mesleklerinde de daha başarılı olurlar. Yoksa sırf kalıplarına bakarak komandoların insandan daha üst birşeye evrilmiş olduklarını söyleyemeyiz. Sadece lazım meziyetleri öne çıkmıştır.
İşte İslam’da hak içtihadların durumu da böyledir. Mezheplerin varlığı ’mutasyona’ değil ’modifikasyona’ yakındır. Onlar dinde yeni birşey ihdas etmemişlerdir. Dinde zaten olanların (yani özde bulunanların) farklı önceliklerle tebarüzüne vesile olmuşlardır. Çünkü, tıpkı modifikasyonda olduğu gibi, türün yüzde doksandokuz özelliği aynı kalmıştır. Mezheplerin de (elbette hak mezhepleri kastediyoruz) ayrı düştükleri konular aynı düşündükleri konular yanında devede kulak kalır. Mürşidim bu konuda der ki:
"Asırlara göre şeriatler değişir. Belki bir asırda, kavimlere göre ayrı ayrı şeriatler, peygamberler gelebilir ve gelmiştir. Hâtemü’l-Enbiyadan sonra, şeriat-i kübrâsı her asırda her kavme kâfi geldiğinden, muhtelif şeriatlere ihtiyaç kalmamıştır. Fakat teferruatta, bir derece ayrı ayrı mezheplere ihtiyaç kalmıştır. Evet, nasıl ki mevsimlerin değişmesiyle elbiseler değişir, mizaçlara göre ilâçlar tebeddül eder. Öyle de, asırlara göre şeriatler değişir; milletlerin istidadına göre ahkâm tahavvül eder. Çünkü, ahkâm-ı şer’iyenin teferruat kısmı, ahvâl-i beşeriyeye bakar, ona göre gelir, ilâç olur."
Ancak burada şuna özellikle dikkat etmek gerekir: İçtihad ile bid’a aynı şey değildir. Bid’aya da bir benzer bulmamız gerekirse, onu ’modifikasyona’ değil, ’mutasyona’ benzetmeliyiz. Çünkü mutasyon bir faraziyedir. Ve der ki: "Bazen olur ki, çevresel şartlar nedeniyle, tür başka bir türe dönüşür." Bu iddianın altını dolduran hiçbir örnek yoktur doğada. Ve evrim bir muğalata ile yolunda ilerler. Yani bize kainattaki modifikasyon örneklerini gösterir ve onların mutasyona delil olduğunu söyler. Tabir-i caizse, atı gösterip, eşeği satar.
Fark nettir. Bir türün başka bir türe dönüşmesi kendi gen havuzundan başka bir havuza dönüşmesidir. Kendi renklerini yoketmesidir. Sahip olmadığı seçenekleri seçmesidir. Elinde bulunmayan şıklardan bir şıkkı işaretlemesidir. Bir atın gen havuzunda eşek olmanın formülü yoktur. Yoktur ki, bunu modifikasyonlar gibi, "Arkada kalan bir özellik öne çıktı!" diye tabir edelim. Hatta iki tür arasındaki çiftleşmelerde dahi melezlerin soyu kesik olur. Yani katır diye ayrı bir tür devam etmez. Katırlık fertte kalır. Biraz daha inceye girdiğimizde ise şunu görürüz:
Türler bireylerinde gerçekleşen genetik bozulmaları içlerinde eritmeye meyillidirler. Bir türün bireyinde genetik bir bozukluk meydana geldiğinde, eğer bu bozukluk onu öldürmezse, bir sonraki nesilde bu farklılık yutulur. Eritilir. Görünmez kılınır. Ancak akraba evliliklerinde falan tekrar kendisini gösterir. Ve bu bozukluklar neredeyse her örneğinde hayatı kötü etkiler. Bireyin yaşamını güçleştirir. Hatta mutasyonların yüzde doksandokuzu kanserdir.
Bid’a da buna benzer. İslam’ın asırlar önce tebeyyün etmiş hak mezheplerinden birisine dahil olmayan, ayrı ve usûlsüz, bazen de yanlış usûllere sahip olarak, ortaya çıkan bid’a ekolleri de din için bir tür genetik bozukluktur. İçerideki gen havuzundan (meşru seçeneklerden) beslenmedikleri için bireyin manevî hayatına zarar verirler. Tıpkı, bir kanser gibi, büyüdükçe İslam’ı incitirler. Çünkü üzerine yaratıldıkları fıtrata uyumlu olmaya çalışmazlar. Nasıl ki, genetikte bir sonraki neslin hayatta kalması, bir önceki nesille genetik uyumuna bağlıdır; İslam’da da manevî hayatın devamı selef-i salihîn ile uyuma bağlıdır. Kur’an, sünnet, icma ve kıyas gibi delil yöntemleri bu uyumun arayışıdır. Bütün bir rivayet geleneği bu uyumu sağlayacak haritanın muhafazasıdır.
Bediüzzaman bu konuda da bize şöyle ışık tutar:
"Nasıl ki, bir cisimde, neşvünemâ için tevessü meyli bulunur. O meyl-i tevessü ise—çünkü dahildendir—vücut ve cisim için bir tekemmüldür. Fakat, eğer hariçte tevsi için bir meyil ise, o vücudun cildini yırtmaktır, tahrip etmektir, tevsi değildir. Öyle de, İslâmiyetin dairesine Selef-i Salihîn gibi takvâ-yı kâmile kapısıyla ve zaruriyât-ı diniyenin imtisali tarikiyle dahil olanlarda meylü’t-tevessü ve irade-i içtihad bulunsa, o kemâldir ve tekemmüldür. Yoksa, zaruriyâtı terk eden ve hayat-ı dünyeviyeyi hayat-ı uhreviyeye tercih eden ve felsefe-i maddiye ile âlûde olanlardan olan o meylü’t-tevsi ve irade-i içtihad, vücud-u İslâmiyeyi tahrip ve boynundaki şer’î zincirini çıkarmaya vesiledir."
Özetlersem: Arkadaşlar, ’modifikasyon’ ve ’hak mezhepler’ içimizde yaratılan ’gen kitabının’ ve vahyedilen ’din kitabının’ (sünnet-i seniyyeyi de içinde sayıyorum) içinden gelen ’genişlemeler/çeşitlenmeler’ olduğu için bünyemize zarar vermezler. Ancak ’mutasyon’ ve ’bid’a’ ne içimizde yaratılan ’gen kitabına’ ne de vahyolunan ’din kitabına’ uyumlu oldukları için soyları kesik olur.
Fertleri ebter olur. Meyveleri arızalı olur. Genişletme çabaları yaralayıcı olur. Yani, radyasyona maruz kalmış bir birey, dünyevî anlamda, acılı bir ölüme ne kadar yakınsa; ehl-i sünnet dışı bir öğretiye maruz kalmış müslüman da, en az onun kadar, uhrevî anlamda acılı bir bahta yakındır. Çünkü, hem genetik bilimi hem de din ilmi, içeriden gelen değişimlere ne kadar müsaadekârsa, dışarıdan yapılan müdahalelere de o kadar mesafelidir. Ne diyelim? Cenab-ı Hak ayaklarımızı fıtrattan ve haktan ayırmasın. Âmin.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.