- 547 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
KIRGINLIKLARIMIZ - 3
BÖLÜM 3/5:HATIRI ÇİĞNENEN KAHVE
Elindeki son kahveyi sahibine teslim etmek için hareketlenen kız tepsideki son fincanda yüreğinin son parçasını taşır gibi nazenin ve korkuyla yürüdü. Fincandaki kahve gibi köpürmüştü içi. Şimdi ya ocaktaki fincan gibi taşacaktı kuzine dibine ya da soğuyup çekilecekti fincanın derinliklerine. Soğursam diye düşündü, çekilirsem fincanıma şu dört huysuzdan biri bakar falıma, görür akıbetimi. Oysa bilmiyordu, hatırı çiğnenecek kahvenin falına bakılmayacağını.
Birkaç adım ilerisinde ve birkaç adım çaprazında, sobanın dibinde bir delikanlı yerden beş on santim yükseltilmiş şark köşesinin başında suyolunu tutmuş aslan gibi yatıyor, bacakları neredeyse odanın ortasına kadar uzanıyordu. Bir kalenin surlarını andıran belinin altında aynı surlara bağlı iki kule gibi duran kalın bacakları gövdesiyle zemini buluşturuyor, tabanlarının bastığı ahşap zeminde küfür gırla gidiyordu. Göz yuvalarında koyu yeşil misket gibi yuvalanmış iki iris şark ve garp seferlerini yeni tamamlamış bilge hükümdarlar gibi yorgun ama meraklı tavırlarla bir ona bir de karşı duvara bakıyordu. İri kıyım parmakları arasında bir odun parçası can teslim ederken yanı başındaki toplu mezardan bir feveran yükseliyor, ahlar vahlara karışıyordu.
Köşedeki saatin akrebi dertleşirken yelkovanıyla kız en kesif kokulu fincanı duvarda asılı duran gülümsemeyi takınarak ikram ediyordu delikanlıya. Gülersem diye düşündü gülersem ve bakarsam gözlerinin içine korkmadığımı belli ederim dengime. Belli belirsiz bir tebessümü zoraki iliştirirken dudaklarına, delikanlının gözlerine kısa ama galip gözlerle baktı. Anlına dökülmüş sarıya çalan saçları koyu yeşil gözlerini parmaklık gibi perdelemiş içlerindeki yer yer beyazlar milyonlarca azılı mahkûmun arasındaki birkaç cesur gardiyan gibi poz vermişti.
Bir çift göz korkuyu ve merhameti; sevgiyi ve güveni nasıl gösterebilirdi insana? Nasıl girebilirdi sıratla arasına? İlk günahı düşündü kız, ilk günah böyle bir günah olmalıydı. Meyvesi mürdümeriği, çekirdeği mayhoş, rengi kurşunun rengi… Yoksa bu bakışların bir anlamı kalmazdı. Mademki adına kader dedikleri kitap yazılmıştı ta ervah-ı ezelde, bir yerinde geçmeliydi bu kurşuni günah ve cezası. Bilmeliydi insan kaç bin yıl korkmaktı bir çift yeşil göze bakmak. Mademki yazıyordu her sorunun cevabı kara kaplı kitapta, o halde bulmalıydı hangi sorunun cevabı hangi sayfada.
Korkunun evrenselliği belirsizliğin belirginliğiyle birleşmiş koyu yeşil kurşun gibi namlu ucuna gelmişti. Kız tek kelime etse yahut bir kez baksa, delikanlı istem dışı düşürecekti tetiği. Anladım diye düşündü kız, koyu yeşil olamayacağına göre gerçek kurşunun rengi; namluya sürülü kuru sıkıydı çıkacak gürültünün dengi. İri kıyım bir avuç fincana değerken kızın duyduğu ilk sesti düşen tetiğin ete kemiğe bürünmüş sesi. Barut kokusu ve barut isi bir namlunun alevi ateş böceği gibi sönüverdi. İki kelime ve üç heceyle söz olup vurdu kurşun, kanattı çıktığı yeri. ‘’Sen misin?’’
Elif, Lam, Ra gibi üç simge diye düşündü kız. Anlamsız gibi ama gebe nice anlamlara. Sessizlik bir kurşunun çığlığında dolaşıyordu her yanı ahşap evin her yanı ahşap odasını. Karşı duvarda sarı renkle çerçeveli fotoğrafın sol üst köşesinden sekip yörüngelerinden çıkmış gezegenlerin yörüngelerine oturdu. Aynı sis perdesi sırrını veremeye hazır derviş gibi dönerken kızın kahve gözlerini, kuru sıkı merminin çığlığı kara bir delik gibi yutuyordu tüm gizemini.
Kuzine dibinde, ahşap zeminin en yorgun yerinde gün görmemiş küfürlerin havada uçuştuğu demlerin birinde h/iç sesine yenilmemiş kız rakipsiz bir ses tonuyla ‘bir fincan kahve’ dedi, delikanlının gözlerine bakarak. Ey fincan kahve! Bir çift göz esritmesin seni. Rengim senin rengindir. Kokunu en çok ben bilirim, seni demlediğim cezvelerin dibinde. Ne çok kızsan da bana, kimse bilmese de lisanını; ben yine de sayarım kırk yıl hatırını, benli gözlerin uğruna.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.