- 728 Okunma
- 2 Yorum
- 3 Beğeni
GELİNCİKLER
GELİNCİKLER
İhtiyar konuştukça mazinin kapılarını aralıyor, maziyi, gün gün yeniden yaşıyordu. Güldüğü zamanlara tekrar gülüyor; ağladığı anlar için yine ağlıyordu. Az ileride ovayı kırmızıya boyamış gelincikleri gösterdi. “ O gelinciklerin her biri, bir önceki sene kuruduğu yerden yeniden filizlendi, yeşerdi. Zühre’min buralardan gelin olup gittiğinden beri, ben o gelinciklerde Zühre’min gül yüzünü görürüm. Billur sesini duyarım.” Geçti gitti seneler önceydi diyecektim, vazgeçtim. Aliş amcanın zihni hala o günleri yaşıyordu. Bu hikayeyi ilk defa anlatacağını söylemişti. Her gün yaşadığını ilk defa anlatacaktı. Ama kolay olmayacaktı.
Hikayesi saklı kalan insanımızın yaşadığı ve hiç unutamadığı hikayelerini bulup, derleme, yazıp ölümsüzleştirme fikri aklıma geldiğinde bunun çok iyi bir fikir olduğunu söyleyen Salih arkadaşım, “İlk olarak bizim köyde bir Aliş amca var, ondan başla. Köyde kimse kalmadı, herkes taşındı kasabaya ama Aliş amca köyden hiç ayrılmadı. Tek başına yaşıyor. Bir aşk hikayesi var diyorlar. Hüzünlü bir aşk hikayesi” demişti. O zaman ses kayıt cihazımı, çantamı hazırlayıp hiç vakit kaybetmeden, bu köye, Salihlerin köyüne gelmiştim. Şimdiden anladım ki adamcağızın bir ömür zihninde taşıdığı ve bir an bile aklından çıkarmayıp, ömrünün her saniyesini yaşadığı bir hikayesi vardı. Onu ağlatan, belki hayata bağlayan, belki de hayattan koparan bir hikaye. Çocukluğundan, gençliğinden köyde yaşadıklarından söz ederken, köyün doğusunda ovayı kan gölü gibi doldurmuş gelincikler onun gerçek hikayesini dile getirdi. Anlaşılan o gelincikler Zühre’ydi. Her biri bir Zühre’ydi.
Aliş amcanın evi sırtını yamaca vermiş, ovayı bütünüyle gören taş, kerpiç ve ahşap karışımı bir evdi. Tahta merdivenler, ahır olarak kullanılan zeminden üç üç buçuk metre yükseklikte ahşap bir taban ve sık döşenmiş tomrukların üstüne kerpiçle yapılmış bir tavanla örtülüydü. Balkon denilen mekan böyle olmalıydı. Üç tarafı açık ve tüm ovaya hakim bir görüntü. Aliş amca oturduğu sedirden kalkarak bana hiç bir şey söylemeden merdivenlerden indi ve ellerini belinde birleştirerek yürümeye başladı. Arkasından gitmem gerektiğini düşündüm. Ses kayıt cihazımı alarak peşinden gittim. Bir süre sonra gelinciklere doğru yürüdüğünü fark ettim. Gelincik denizi yanına yaklaştıkça, yeşil renk de kırmızıyla beraber kendini göstermeye başladı. Aliş amca gelinciklerin başladığı yerde büyükçe bir taşın üzerine oturdu ve bana “gel yanıma otur, onlar da duysun anlatacaklarımı” dedi ve hüzünle baktı. Ben de hemen yanı başına çimenlerin üzerine oturup, baktığı yöne doğru baktım. Sağ elini kaldırıp, işaret parmağıyla bir pelit ağacını gösterdi. “ İşte şu ağacın altında oturup dinlenirdim. O ağacın sağ tarafındaki gelinciklerin en çok olduğu yer benim fasulye ektiğim tarlamdı. Kara sabanla tarlayı sürerdim. Yorulunca soluklanmak için o ağacın altına geçer, ayranımı içer dinlenirdim. Zühre’yi ilk gördüğüm o gün askerden geleli iki ya da üç ay olmuştu. Yine öyle yorulmuş ve ağacın altına oturmuştum. Dalmışım. Bir türkü sesi geldi kulağıma. Çok uzaklardan geliyormuş gibiydi ama o kadar güzel bir sesti ki yüreğimin bam tellerine dokundu.” Hangi türküydü diyecektim ki türküyü mırıldanmaya başladı. “ Yenice yolları bükülür gider, zülüf ak gerdana dökülür gider./ Yiğidin sevdiği güzel olunca, ömrü arkasından sökülür gider.” Aliş amca da o kadar güzel söyledi ki ben o gün Zühre’nin tıpkı böyle söylediğini düşündüm. Aliş amcanın gözlerinden yanaklarına yine süzülmeye başlamıştı yaşlar. “ Ben türkünün geldiği tarafa sırtımı dönmüş oturuyordum. Hemen dönüp baktım. Sesi güzel, kendi sesinden güzel bir kız gelincik topluyor. Nutkum tutuldu. Gözlerim güzel gördü, kulaklarım güzel duydu. Yüreciğim yerinden fırladı, ellerim ayaklarım tutmaz oldu. İki omzuna düşmüş simsiyah iki örgü bağladı yüreğimi. Zümrütten miydi o gözler parladı da kamaştırdı gözlerimi. Gelinciklerin arasında bir çiçek bahçesi gibiydi. Bembeyaz fistanında sarılı, kırmızılı çiçekler vardı. Yazması ensesinden bağlanmış, uçları örgülerine yoldaş olmuş gerdanında sallanıyordu.” Aliş amca derin bir nefes aldı ve devam etti: “ Boş bulundum ki Zühre türkünün bir kıtasını bitirince ben ikinci kıtaya başladım. Kırmızı gül olsan al olamazsın, Azrail olsan da can alamazsın/ dünyayı kalbura koysan elesen, sen de benim gibi yar bulamazsın.” Aliş amca türküyü öyle söyledi ki bu türküyü bu kadar güzel söyleyen başka kimse olmazdı. Ben soru sormuyor araya girmiyordum. Aliş amca zaten yaşıyordu o günleri yeniden, tek bir detayı bile atlamıyordu. O kadar acı çekiyordu ki atlaması imkansız görünüyordu. “ Ben türküyü söylemeye başlayınca ürkek bir ceylan gibi kafasını kaldırdı, iki adım geriye gitti. Çok korkmuştu. Bu bakışlarından belli oluyordu. Aramızda beş altı metre vardı yoktu. Ben yanlış yaptığımı anladım. Onu korkutmuştum. Farkına vardığım da ‘ kusura bakma, korkma’ falan filan dediysem de Zühre koşa koşa kaçmaya başladı. ‘dur kaçma, yok yanlış anlama’ dedim ardından ama fayda etmedi. Gözden kayboldu gitti. Yaa işte, Zühre’min aşk ateşini gönlüme düşürdüğü yerdi burası. Bu gelincikler hepsine şahit oldu.” Aliş amca bunları söyledikten sonra yine dalıp gitti. Aceleci bir tavırla hikayenin devamını görmek için gözlerine baktım. Hüzünden başka bir şey görünmüyordu gözlerinde. “ O gün, o saatten sonra o günü, o ağacın altında akşam ettim. Yerimden kalkamadım. Yüreğimin yükü bedenime öyle ağır geldi ki yerimden kalkamadım. Kafamın içinden sorular birbirinin üstüne bindi. Bu kız kim, kimin kızı, bu kadar güzel bir kızın adı bağışlanmış mıdır, yani sözlü mü, nişanlı mı, bir yiğide gönül vermiş midir, gönlü dolu mudur, boş mudur?” hava kararmaya başlayınca zar zor kalktım. Katırları, sabanı toparlayıp köye doğru yola koyuldum. Benim bir garip anamdan başka kimsem yoktu. Ben anamın ilk ve tek çocuğuydum. Babam daha evleneli bir sene olmuşken bir ince hastalıktan terki dünya etmiş. Anam garibim de baba evine sığınmış. Babam rahmetliyi de öyle çok sevmiş ki öldükten sonra bir daha evlenmemiş. Birbirimize yarenlik ettik yıllarca. Eve döner dönmez katırları ahıra çekip yemlerini verip, hemen anama koştum. Ne oldu bittiyse anlattım. Anam yüzüme öyle bir baktı ki o an gönlümün sesinden ne anlama geldiğini anlayamadım. Bir müddet dut yemiş bülbüle dönen anamın dili çözülünce derdimin birine bin eklendi. Anam ‘talihsiz kuzum, bula bula sözü kesilmiş kızı mı buldun’ dedi. Başımdan aşağı kaynar sular döküldü.” Aliş amcanın hikayesinin can alıcı tarafı beliriyordu zihnimde. Beni iyice içine çekmeye başlamıştı. Artık kendimi bir derlemeci değil Aliş amcanın can yoldaşı gibi hissetmeye başlamıştım. Bu topraklarda dilden dile anlatılmış ve halkın belleğinde yer etmiş binlerce hikaye vardı. Bunlardan bazıları edebi eser olarak dünyaya yayılmıştı. Aliş amcanın hikayesi gibi saklı kalmış daha binlercesi de vardır mutlaka. Aliş amca hikayeye başladığı anlara göre daha sakinleşmişti. Anlatmaya devam etti: “ Anam söyledikten sonra gizliden gizliye soruşturdum. Zühre’m de benim gibi yetim büyümüş. Beş kardeşin en küçüğüymüş. Amcası onu köyden kasabaya göç etmiş bir adamla sözlenmiş. Henüz bir ay olmuş. Sözlendikleri adam Zühre’nin babası yaşındaymış. Karısı öldükten sonra yeniden evlenmek istemiş. Zengin sayılabilecek kadar varlıklıymış. Birileri aracı olmuş. Neymiş adam zenginmiş, yetim Zühre gün görürmüş. Tüm bunları öğrendiğimde aklım ‘geri geri’ dedikçe gönlüm ‘ileri ileri’ dedi. Bazen kendimden utandım sözlü bir kıza gönül verdim diye. Bazen dünyayı karşıma alayım dedim, gönlümün ateşi sönsün diye. Gün be gün arttı gönlümün ateşi. Ateşi arttıkça sızısı çoğaldı.” Aliş amca anlattıkça makul bir hal bürünmeye başladı. O an sanki bu adam birilerine bunları daha önce anlatsaymış, acıları dinecekmiş gibi geldi bana. Hemen önündeki bir gelinciğe uzandı. Koparacak sandım ama koparmadı. Narin bir dokunuşla sevdi gelinciği ve bıraktı. “ Aradan aylar geçti. Uykular haram oldu bana. Tarla tapan işlerini de iyice boşladım. İçimden hiçbir şey yapmak gelmiyordu. Anamdan başka kimseye de, ta ki bugüne kadar, derdimi açmadım.” Ben de öyle düşünmüştüm. İçinde yaşamış acılarını, tek başına katlanmış. Ama Zühre’ye nasıl söylemiş acaba diye merakım artmıştı. Aliş amca devam etti: “ Anam halimden bildiğinden benim kadar o da acı çekiyordu. Bana ‘vazgeç unut oğlum, kara sevdaya tutulma’ dediğinde artık vakit geçti. Çünkü karanında karası bir sevda beni yakıp yandırıyordu. Köyden kaçıp gitmeyi düşündüm çok zaman. Ama anamı bırakamazdım. Yüreğime gömmem gereken sevda vardı ama ben gidersem bu sefer de anamı diri diri gömmüş olurdum. Velhasıl saçlarıma aklar düştü, lokmalar ağzımda çoğaldı yemeden içmeden kesildim. Bir deri bir kemik kaldım. Konu komşu ihtiyarlar yüzüme karşı bir şey demediler ama anama hep babamı hatırlatıp ‘hekime görünsün bu çocuk, Allah esirgesin ince hastalığa düşmüş olmasın’ demişler. Anam garibim de iyiden iyiye korkmaya başladı. İşte ondan sonra ‘Oğlum bunun sonu hayır değil. Yapma oğlum, etme oğlum.’ diye yalvarmaya başladı. Neyse aradan geçen aylardan sonra bir gün Zühre’yi gördüm. Tarlada çalışmış, işi bitirmiş eve dönüyordum. Karşıdan bir araba geliyordu. Bizim köyde hiç araba yoktu. Yavaş yavaş ilerleyip yanımdan tam geçerken bir de ne göreyim. Şoförün yanında oturan Zühre’m değil mi? Arabayı süren de olsa olsa sözlüsüydü. Ama görenler dedesi ya da babası derdi. Beynimden vurulmuşa döndüm. Ama asıl olan Zühre’min bana bakışlarıydı. İlk gördüğümde beni görünce nasıl ürkekleştiyse o anda da sözlüsünün yanında öyle ürkek ürkek duruyordu. Bakışları imdat der gibiydi. O an anladım ki Zühre’min gönlü yoktu o adamda. Nasıl olsun ki körpecik Zühre’m ihtiyar bir adama gelin olacaktı. İçimde adama ve Zühre’mi bu adama verenlere karşı bir öfke birikti. Gözlerimden ateş çıkacak gibi oldum. ‘Yok’ dedim kendi kendime ‘bu kızı alıp kaçacağım.’ Hemen plan yapmaya başladım. Ama ilk önce bir yolunu bulup Zühre’mle konuşmalıydım.
Aliş amca alt dudağını ısırdı, yüzüne pişmanlık ifadesi oturdu: “ keşke keşke onu dinlemeyip kaçırsaydım” dedi. Ne oldu anlatsana Aliş amca dedim. Anlattı: “ Bir gün çeşmenin başında bekledim. Zühre’m geldi. Beni görünce duraksadı. Fark ettim ki elleri titriyor. Korkudan mı yoksa başka bir şeyden mi? Bilmiyordum. ‘Zühre’ dedim. Sesi çıkmadı. ‘Razı mısın o adamla evlenmeye’ dedim. Cevap vermedi. Suyunu doldurup tam giderken: ‘ kader böyleymiş’ dedi. Yüreğime bir ok saplandı. Hiçbir şeye aldırmadan, koştum arkasından, kolunu tuttum. ‘Zühre sana gönlüm düştü, kaçıracağım seni’ dedim. ‘söndür gönlünün ateşini, yanan yanmış zaten’ dedi. Donakaldım. Artık duyacağımı duymuştum. Zühre’min gönlü de bana düşmüştü. ‘bunu duydum ya hayatta yar etmem seni ellere’ dedim. ‘Bırak ne olursun bırak. Kaderin önüne geçilmez. Ben yanmışım sen de yanma’ diye ağlayarak uzaklaşıp gitti. Ben de koşa koşa anamın yanına vardım. Anama olanları anlattım. ‘ Doğru söylemiş. Başkasına verilmiş kız kaçırılmaz. Seni yaşatmazlar oğul’ dedi ağladı. Ahıra koşup doru atı çözdüm. Dağlara doğru delice sürdüm. Doru at nefes nefese kaldığın da dağların tepesine varmıştım. Hızlıca üstünden atladım. Öyle bir haykırdım ki Karacadağ’ın her yerinden aksisedam duyuldu. Diz çöküp toprağa hüngür hüngür ağladım.” Aliş amca ayağa kalktı. Çıktığı o dağı gösterdi. Sonra “ Akşam oluyor eve dönelim mi evlat” dedi. Farkında değildim ama akşam oluyordu gerçekten. “Olur” dedim. Köye giderken hiç konuşmadık. Köyün içine girdiğimizde, durdu ve gözleri birilerini ya da bir şeyleri arıyordu sanki “İşte onu son gördüğüm yer, burası” diyerek köyün meydanını gösterdi. Bir süre orada öylece kaldı. Sonra başını öne eğerek yürüdü. Eve geldiğimizde hava iyiden iyiye kararmıştı. Aliş amcanın hazırladığı yemeği yedik. Yemekten sonra “ Evlat, kusura bakma yarın devam ederiz. Ben erken yatarım, erken kalkarım, sana hayırlı akşamlar.” dedi ve odasına çekildi. Ben arkasından “Sana da iyi akşamlar amca, ben de şu kayıtları dinleyip yazmaya çalışacağım.” dedim. Ses kayıt cihazını açarak, ileri geri, durdur başlat hikayeyi yazmaya koyuldum. Yorulmuştum ben de. Bir saat ancak yazabildim. Sonra Aliş amcanın gösterdiği odaya giderek, deliksiz bir uykuya daldım.
Erken uyumuş olduğumdan sebep şafak sökmeden uyandım. Evin balkonunda bulunan çeşmede yüzümü yıkadım. Mis gibi yayla havasını içime çektim. Hava serinceydi. İçeri girip hırkamı alarak tekrar dışarı çıktım. Evin hayat denilen sahanlığında bir duman tütüyordu. Eğilip baktım. Aliş amca dut ağacının dibinde semaver yakmıştı. Bir de yerde ateş yakmıştı. Ateşin üzerinde ki yeşilbiberin, patlıcanın ve domateslerin mis gibi kokuları geldi sonra burnuma. Beni görünce “ Gel evlat kahvaltı edelim.” dedi. Hemen aşağıya indim. Bir tane üstünde hala buğusu çıkan kocaman Trabzon ekmeği gördüm. “ Bunu nereden aldın amca” dedim. “Orada fırın var, görmedin mi?” dedi. “ Kendim yaptım. Senelerdir de kendim yaparım. Farkındaysan bu köyde benden başka kimse yok.” dedi. Tamamen unutmuştum. Burada her şeyini kendisi yapıyor, yiyeceklerini kendisi yetiştiriyordu bahçesinde. Üç beş tane de keçisi vardı Aliş amcanın. Ateş semaverinde demlediği dağ çayı da harika olmuştu. Bir güzel kahvaltımızı yaptık. Keyif çaylarını da dutun altındaki peykede içtik. Tam ses kayıt cihazını getireyim mi diyecektim ki: “ Hadi teybini getir de anlatayım evlat” dedi. Ben de, “ Aliş amca ben sana nasıl teşekkür edeceğimi bilmiyorum. Bu hikayeyi hiç ikiletmeden anlatmayı kabul etmen bana çok büyük lütuf oldu. Çok sağ ol.” dedim. Aliş amca, “ Aslında ben sana teşekkür ederim. Zühre’min aşkını yeniden dillendirmeme vesile oldun.” dedi. Ses kayıt cihazımı alıp, geldim. Aliş amca anlatmaya devam etti. “ Zühre’nin ben de gönlünün olduğunu bile bile, başkasına gelin olup gideceğini bilmek bana daha da zulüm geliyordu. Vazgeçmedim. Bir gün gözümü kararttım. Kaçırmaya karar verdim. Zühre’mi de anamı da alıp gidecektim buralardan. Anama söyledim. ‘Kimimiz var oğul, kime, nereye gideriz.’ dedi. Haklıydı. Kaçırıp da sığınacak kimsemiz yoktu köyün dışında başka yerlerde. Çaresizlik geldi oturdu kapıma. Düşüne düşüne bir hal çaresi aradım. Yoktu. O gün benim kaderim, bana mı, başkasına mı güldü bilmem.” “Hangi gün, ne oldu Aliş amca? ” dedim. “Anlatayım oğul.” dedi. “ Öyle ufunet bastığı zamanlarda tarlaya atıyordum kendimi. Kah çalışıyor, kah pelit ağacının altında gelincikleri izliyordum. Gelinciklerin arasında Zühre’min salınışı gözümün önüne geliyor, türküsü kulağımda çınlıyordu. Pelit ağacının altında oturup gelincikleri izlerken. Önce hayal gördüm sandım. Zühre’m başını öne eğmiş, bir adım öne iki adım arkaya atar gibi ürkek ürkek geliyordu. Hemen doğruldum. Zühre’m dedim. Zühre ‘ düğün günü kararlaştırıldı, önümüzdeki ay olacak’ dedi ve ağlamaya başladım. Zühre’m de ağlıyordu. Seni alıp götüreyim buralardan dedim. Zühre kafasını kaldırdı: ‘ Kaçarız da, huzurumuz da kaçar Aliş.’ dedi. Kollarından tuttum. ‘Sanki böyle huzurun olacak mı?’ dedim. Aslında ‘bir çaresi var mı?’ Diye geldiğini anlamıştım. ‘Bu gece hazırlan seni almaya geleceğim.’ dedim. Zühre ‘ne olacaksa yanında olsun Aliş, tamam.’ dedi ve hızla uzaklaşıp gitti. Artık hiçbir şey umurumda olmayacaktı. Hemen eve gidip anama olanları anlattım. Anam da kabullendi. ‘Allah yolunu açık etsin oğul.’ dedi. Akşam yemeğimizi yedikten sonra anam namaza durdu. Son selamını verdi ellerini yüzüne götürürken birden yere yığıldı. Hemen sıçrayıp tuttum. ‘Ana! Ana!’ diye sarstım. Öyle cansız yığılıp kaldı kollarıma. Az sonra anladım ki canını teslim etmişti. Ben de öylece kalakaldım. Beynimden vurulmuşa döndüm. Yar buldum, yar yitirdim diye bir ağıt düştü dilime ki sorma. Konu komşuya haber ettim geldiler. Sabaha kadar bekledik. Sabah namazı anamı defnettik. Sonra taziyeler, mevlitler derken üç gün böyle geçti. Üçüncü günü gece kendi kendime kaldığımda olanları düşünmeye başladım. Yapayalnız kalmıştım. O gün hayatımı değiştirmek için bir karar vermiştim. Lakin Yaradan da bir karar vermişti hayatımı değiştirmek için. Zühre’min aşkıyla gönlüm viranken, anamın göçüyle evim viran olmuştu. Gönlümün kararı belliydi ama artık aklım başka telden çalıyordu. Zühre’m taziye dileğinde bulunmuş ve ‘unut Aliş nasibimiz buymuş’ dedi. Zühre’mden de bunları duyunca. Ferhatlar, Mecnunlar, Keremler yadıma düştü. ‘Aşıklar aşıksa ölmezler.’ dedim kendi kendime. Aşkımı içime attım. Üstünü örttüm.” Aliş amca kafasını kaldırıp Karacadağ’a doğru öyle bir baktı ki o bakışlarda bir derviş vakarı gördüm. Ben ona şu ana kadar bir aşkın kurbanı olarak bakarken şimdi bir ilahi aşk ehli gibi görmeye başladım. Sanki iki gündür yanında olduğum adam başka bir adamdı. Sonra fark ettim ki Aliş amca Zühre’ye ilk aşk günlerini anlatırken yeniden o delikanlı olmuştu. Ama onu yüreğine gömdüğü günü anlattığı anı yeniden yaşayınca, o günden bu güne eriştiği vakar, o deli dolu adamı tekrar geçmişin tozlu sayfalarına bırakıp bugüne dönmüştü. Aliş amca kalktı ve “ hadi evlat gelinciklere gidelim” dedi. Tarlalara doğru yürümeye başladık. Yol boyunca hiç konuşmadık. Aklımda bir sürü soru vardı ama sormaya gerek kalmadan, kendim cevabını buluyordum. ‘Ölümsüz aşk, ölümsüze duyulan aşktır’ diyen ne güzel demiş. Aliş amca da bu aşkı tatmaya başlamış anladığım kadarıyla. Zühre’nin aşkına odaklanmıştım ya o sebepten fark edemediğim bir şeyi fark ettim. Aliş amca hayvanlarla ve bitkilerle kendince bir iletişim kuruyordu. Tarlaların arasından giderken havada kuşlar sanki başımızda dönüyorlar, yanından geçtiğimiz otlar, çiçekler sanki selam duruyorlardı Aliş amcaya ya da bana öyle geliyordu. Gelincik tarlasına gelmiştik. Uzaktan baktığımda hareketsiz duran gelincikler yanlarına geldiğimizde uçuşmaya, sallanmaya başladılar. Olduğum yerde kalakaldım. Aliş amca da durdu ve bana baktı. “ Ne oldu evlat?” dedi. Ben kısa bir duraksamadan sonra, “ Biz yanlarına gelince, bunlara bir şey oldu, hareketlendiler sanki.” dedim şaşkınlıkla. Aliş amca tatlı bir tebessümle, “ Sana öyle gelmiştir evlat, ya da sen de aşktan anlıyorsun.” dedi. Anlamıyorsam da artık anlamaya başlıyordum. Pelit ağacının altına oturduk. Aliş amca, “ İşte böyle evlat o günden sonra kulaklarımı tıkadım. Zühre’me dair hiçbir şey duymadım. Hala da duymam. Gün geldi herkes göçüp gitti köyden. Ama hiç yalnızlık hissetmedim. Yaradan’ın başka mahluklarıyla yani nebatla, hayvanatla yaşayıp geldik bugüne.” “Merak etmedin mi hiç Zühre’yi?” diye sordum. Aliş amca, “ eğer huzuru olmasaydı, ben de huzurlu olmazdım. Bazı zamanlarda bir sızı duydum tam şuramda” diye elini tam kalbinin üzerine koydu. “ Gözlerimi kapayıp dua ettim. Sonra Zühre’min kulağına fısıldar gibi ‘Bu da gelir bu da geçer ağlama.’ dedim. Sızım kısa sürdü hep. Geçip gitti.” “Demek ki haber almak için haberci gerekmedi öyle mi?” dedim. Yine o engin vakarla, “ Gönülden gönüle yol var demiyor mu adamın hası” dedi. Aliş amca Zühre’sine çoktan kavuşmuştu. Vuslatın ne demek olduğu artık bana aşikardı. Kavuşmak, vuslata ermek demek fani bedenlerle değil, baki olan gönüllerle yaşanırmış. Aliş amca aşkın kaynağından besleniyordu. Bir süre ikimiz de sustuk. Pelit ağacının altında gelincikleri izledik, gelincikleri dinledik. Her biri bir Zühre’ydi. Bir aşkın hem seveni hem sevileniydiler. Ölümsüz bir aşkın hem zamanı hem mekanıydılar. Aliş amca susmuştu, ben bu hikayeyi gelinciklerden duymaya devam ediyordum. “Hicran zannetme, vuslata erdi onlar. Hüzünlü bir aşk hikayesi deme, mutluluğu erdi onlar. Gözyaşları döktüler deme, inci saçtı onlar.” Diyordu gelincikler. Gelinciklerin dilinden anlamak için ilk önce insanın gönül dilinden anlamak gerekiyormuş. Aliş amca yavaşça doğruldu. Yüzünde yine o mütevekkil gülümseme vardı. “ Gidelim mi evlat?” dedi. Ben ‘gelincikler’ diyecektim, vazgeçtim. “Gidelim” dedim. Geldiğimiz istikametten köye doğru yola koyulduk. Yine konuşmadık yok boyunca. Ama susan sadece bizdik. Bu aşka şahit olan her şey bir şeyler söylüyordu. Anlamasam da duyuyordum. Bilmesem de hissediyordum. Eve vardığımızda “Aliş amca ben müsaade isteyeyim” dedim. Aliş amca, “ Müsaade senin evlat. İstediğin zaman gene gel. Gelincikler seni sevdiler. Sen de sevdiysen onlar yine gel dertleşirsiniz.” dedi. “ Ben de…ben de onları sevdim.” Dedim. Vedalaştık Aliş amcayla. Arabama bindim ve yavaş yavaş yola koyuldum. Hep yaptığım gibi radyoyu açtım. Hiçbir şey tesadüf değildi. Radyoda bir şarkı çalıyordu. Sözleri şöyleydi:
Söyle birbirimizi nasıl sevdik
Saçları sırma gelincik
Gözleri sürme gelincik
Suçumuz neydi bizim
Sevdik birbirimizi deli sevdik
Saçları sırma gelincik
Gözleri sürme gelincik
Suçumuz neydi bizim
Sesini biraz daha açtım radyonun. Gelincikler çok uzakta görünüyorlardı. Arabayı durdurup, son bir kez baktım. Kırmızının muhteşem gizeminde, aşkın hangi renkte olduğunu sordum kendi kendime. Bazen yeşil, bazen sarı, bazen maviydi. Ama Aliş amca, Zühre ve gelincikler diyordu ki aşkın rengi kırmızıdır.
YORUMLAR
Aşkın rengi kırmızı ki her yerde kırmızı gelibcikler göz alıcıdır
Ayrılığın rengi siyahtır ki ayrikigi yaşayacaklara gözükür siyah gelincikler.
Ben görenlerden im:(
İz bırakan bir yazı tebrikler...
Mehmetbaki
https://www.youtube.com/watch?v=dx9NTfjkjgE
"Hiç bir şey tesadüf değildi"... "Aliş Amca" için dinledim ben de...