- 571 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
KIRGINLIKLARIMIZ - 2
BÖLÜM 2/5:KADİM BİR SORU
Kahve kokusu kızla beraber deveran ederken odada, kuzine dibindeki odun dolu kutuya ilişti delikanlının gözleri. İçindeki odunlar soy kırıma uğramış bir kavmin koyun koyuna uzatılmış cesetleri gibi boylu boyunca yatıyordu. Hemhallerinden yapılmış karton, bir toplu mezarı andırıyor kutu üzerindeki kufi yazılar ambiyansı behemehâl tamamlıyordu. İçlerindeki en cılız cesede ne yaptığını hiç bilmeden uzanıverdi. Eline aldığı odun parçasını bir sarraf titizliğiyle bir cesedi değil de, cevheri inceler gibi dikkatle incelemeye koyuldu.
Dört huysuz ihtiyar delikanlıyı izlerken tilki kurnazlığıyla gülümsüyor, odaya dolan kahve kokusu lakırdılarını bıçak gibi kesiyordu. Şimdi telve konuşuyor, en okkalı en ağdalı küfürlerini köpüre köpüre iliştiriyordu dört huysuzun zamanla pörsümüş boyunlarına; kırk yıl geçmeden çiğnenecek hatırı uğruna. Kız tepsideki son kahve fincanını sahibine teslim etmek için odaya girdiği edayla yürürken ‘FAL’ geliverdi aklına.
Merakla incelediği odun parçasını bir şeye kızmış gibi aniden kutuya fırlatıverdi delikanlı. Gözlerini karşıya mıhlamış baktığı yeri hatta koca evi yıkıp yok etmek istiyordu sanki. Karşı duvarda soluk sarı renkle çerçeveli bir fotoğraf oturduğundan beri dikkatini çekiyor, dört ihtiyarın meraklı bakışları arasında fotoğrafı kaçamak süzmeye çalışıyordu. Kahve kokusuyla dağılan dikkatleri fırsat bilip kimlik tespiti yapan polis merakıyla fotoğrafı incelemiş tespitin hıncını da zavallı odun parçasından çıkarmıştı.
Fotoğraftaki kız kısa kesim saçlarını kippa gibi örten kepiyle sol omzunun üzerinden alaycı bir gülüş fırlatıyordu delikanlıya. Aynı sis perdesi bir efsun gibi dururken kızın gözlerinde, delikanlı elindeki tepsiyi ona uzatan aslın suretiyle kendini kıyaslıyor, hayret içinde hayret yaşıyordu. Bir çift göz cenneti ve cehennemi, kaderi ve kederi nasıl gösterebilirdi insana? Nasıl girebilirdi cennetle arasına? İlk günahı düşündü delikanlı, ilk günah böyle bir günah olmalıydı. Meyvesi tatlı, çekirdeği mayhoş, rengi kahvenin rengi… Yoksa bu kahvenin bir anlamı kalmazdı. Mademki adına kader dedikleri kitap yazılmıştı ta kalubelada, bir yerinde geçmeliydi bu kahve renkli günah ve cezası. Bilmeliydi insan kaç bin yıl yanmaktı bir çift kahve göze bakmak. Mademki her sorunun cevabı o kitaptaydı sormalıydı aklına takılan Âdem ve Havva’dan kalma en mahrem soruyu.
Aklından diline, dilinden kelama dökülmeyi bekleyen nice mahrem sır kapalı ağzının içinde dişlerinin dibinde kafesinden çıkacak serçeler gibi bekliyordu. Ne vakit burnuna gelmişti kahve kokusu o vakit anlamıştı, içinde yuvalanan güvercinlerin bitmişti uykusu. Aralanmıştı, kafesin binlerce yıldır aralanmayan kapısı. O vakit uçuvermişti en mahrem sırrı bilen güvercin kuşu. Herkesi susturan o fettan koku en kıvrak figürleriyle girerken delikanlının burun deliklerinden içeri aklındaki en son şey gözlerini kapayıp başını hafifçe geriye doğru çekerken dudaklarından soluk, istemsiz bir sur üfü gibi çıkan; cevabı kaderin kara kaplı kitabında yazılı o kadim, mahrem soruydu: ‘Sen Misin?’
İki kelime üç hece dökülürken, delikanlı dilindeki çıbanı patlatmanın verdiği korku ve rahatlıkla bakıyordu fincana. ‘Elif, Lam, Mim’ gibi üç remiz diye düşündü önce. Anlamsız gibi ama gebe nice anlama. Sessizlik bir serçenin kanatlarında geziyordu her yanı ahşap odaya. Kahve vazifesini layıkıyla yerine getirmiş, konuşmaması gerekenleri susturmuş, konuşması gerekenleri buluşturmuş, birinin dilindeki prangayı çözmüştü bile. Az önce iç sesine yenik düşen delikanlı bu kez muzaffer bir komutan edasıyla ‘bir fincan kahve’ dedi, kızın gözlerine bakarak. Ey fincan kahve! Lisanımız bir olsaydı; hiç yorulmadan, hiç şikâyet etmeden sayardım kırk yıl hatırını senli gözlerin uğruna.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.