- 321 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Rüzgâr düşmanla büyüyor
Hz. Âdem (a.s.) kıssasına dair bir miktar daha sohbet etmek istiyorum sizlerle. Ama bu defa ’melek kardeşlerin talim-i esmadan aldıkları dersin’ değil de ’talim-i esmanın insanlığın hikayesindeki merkeziyetinin’ ardına düşelim istiyorum. Evet. Hz. Âdem’in (a.s.) kıssasında bir düğüm var. Çözülürse hepimizin gerginliğini azaltacak bir düğümdür bu. Kilittir. Girifttir. Hem fıtratımızın merkezindedir. Çünkü Hz. Âdem (a.s.) yolumuzun başlangıcıdır. Ortak paydamızdır. Besmelemizdir. Biz dahi on(unl)a başlarız. Yani, Kur’an’ın besmelede toplanması gibi, biz de Hz. Âdem’in (a.s.) kıssasında toplanırız.
O zaman lafı uzatmadan soralım: İnsanlığın ortak hikâyesi neden yüzünü en nihayet Esmaü’l-Hüsna’ya çeviriyor? Esmaü’l-Hüsna’nın insanlık için gördüğü merkezî konum ne? İsimler nasıl melekleri bizden razı ediyor? İsimler nasıl iblisleri demagojiye mecbur ediyor? İsimler, rüştümüzü isbat noktasında, nasıl bir ehemmiyete sahipler?
Bütün bu sorulara bulduğum cevap bir önceki yazımda verdiğim cevaptan farklı olmuyor. Bence isimler her güzel şeyin temelindeler. Hz. Âdem’in (a.s.) talim-i esmadaki muvaffakiyeti melekleri mahcup ediyor. Çünkü o muvaffakiyetten ’yaratılışlarındaki şer yatkınlığını’ pekâlâ tedavi edebileceklerini görüyorlar. İsimlere dair doğru bir marifetle ’kötülük potansiyellerini aşabileceklerini’ okuyorlar. Bu yüzden daha fazlasını sormuyorlar. Daha fazla itiraz etmiyorlar. Ve Cenab-ı Hakkın ’ilmine’ ve ’hikmetine’ teslim oluyorlar: "Yâ Rab! Seni noksan sıfatlardan tenzih ederiz, senin bize öğrettiklerinden başka bizim bilgimiz yoktur. Şüphesiz alîm ve hakîm olan ancak sensin."
Ben buradan Bediüzzaman’ın ’Eski Said’ ve ’Yeni Said’ duruşlarına dair de bir okuma yapıyorum. Nasıl bir okuma bu? İzah edeyim: Eski Said döneminde siyasi/pratik hayatın merkezinde duran Bediüzzaman, Yeni Said döneminde âdeta geri çekiliyor, kayboluyor. Kendisinin de savunmalarında ifade ettiği gibi ’siyasetle alakası olmayan’ şeyler telif ediyor. Bazılarına bu durum bir tür ’pasifize oluş’ gibi görünebilir. Korku eseri gibi gelebilir. Fakat ben kesinlikle öyle görmüyorum. Bu duruş değişikliğinin daha derin okumalara ihtiyacı var bence. Nasıl? Tek bir cümleyle söyleyeyim: Mürşidim, cihadı bırakmıyor, sadece cephe değiştiriyor.
Hani, hikmette normaldir, karşınızdaki ordunun karakterine göre bir strateji belirlersiniz. Akıl buna zorlar sizi. Bedir’de dimdik evlerine doğru gidersiniz. Hendek’te dimdik evinizde direnirsiniz. Birincisinde cephe evinizden çok düşmanın evine yakın olur. İkincisinde cephe düşmanın evinden çok sizin evinize yakın olur. Ama ikisi de cihad olur. Zafer olur. Mübarek olur.
Bence Bediüzzaman da Yeni Said döneminde böyle birşey yapıyor. Pratiğin tezahürleri içinde bir mücadele yürütmektense, geriye çekilip, o pratiğin kendi zeminini inşa etmesine engel olmaya çalışıyor. "Ezanı nasıl Türkçeye çevirirsiniz?" diye bayrak kaldırmıyor ama başka dillere tercümesinin nasıl ifade-i Kur’aniye yerine geçemeyeceğini sayfalarca anlatıyor. Toplumsal hayattaki sekülerleşme tezahürleri üzerinden bir tartışma yürütmüyor ama ’ahirete iman’ gibi bir meselede taşı gediğine koyuyor. Yani demem o ki: Şu kelimeye alerji olanlar sabaha kadar kaşınsın. Bediüzzaman orada bir ’strateji’ uyguluyor. Ahirzaman hâdislerinden yaptığı okumaların etkisiyle cepheyi geriye çekiyor. ’Bedir’ değil de ’Hendek’ yapıyor. ’Saldırı’ değil de ’müdafaa’ metinleri kurguluyor.
Neden bunu yapıyor peki? İlk yol üzerinden yapılacak bir cihadın muvaffak olamayacağını hissediyor çünkü. ’Zamanın ruhu’ denilen şeyin böyle bir tenkit dilini boğacağının farkında. Muhataplarda bu dili anlayacak kulak yok. Tam tersi. Bu dili kullanıcıya karşı kullanabilir bir ortam var. Peki bu tavır bir tür ’pasifleşme’ mi? Kesinlikle hayır. O aslında ’konuşulduğu zaman her yere tesir edilecek’ bir zemin buluyor. Oraya konuşlanıyor.
Hz. Âdem (a.s.) kıssasında talim-i esmanın merkezî bir konumu var. Demek ki insanlığın hikayesinde isimlerin merkezî bir konumu var. İsimleri konuştuğunuz zaman sözünüz her yere gider. Düşmanınızın kalbine kadar tesiri vardır buradaki sözlerinizin. Ehl-i Sünnet ulemasının fitne zamanlarında ümmeti kudsî metinler etrafında toplamasında böyle bir sır da var. Bazı zamanlar oluyor ki, fitnenin tesirini kırmak, ancak rüzgârının dinmesini beklemekle oluyor. Rüzgârının heyecanlı zamanında kaldırdığınız her bayrak o rüzgârın kuvvetine kuvvet katıyor. Çünkü rüzgâr düşmanla büyüyor.
Moğol fitnesinin en ilginç derslerinden birisidir. Müslümanların moğol istilası sırasında metinlerine tutunarak ayakta kalışı, bir asır sonra, moğol nüfusunun büyük bir kısmının müslüman olmasıyla neticelenmiştir. Kimliğini korumayı başaran kazanmıştır. Bugün de, eğer nasihatlerimiz duvara çarpmış gibi geri dönüyorsa, attığımız güller taşlarla karşılanıyorsa, belki yine o güvenli bölgeye çekilmeliyiz. Oranın canını korumasına çalışmalıyız. Çünkü oradan söylenen sözlerin hayatın her yerine kavgasız bir tesiri vardır.
Bediüzzaman Yeni Said döneminde bir ’Münazarat’ yazmaz. Ama ’Birinci Söz’ yazar. Bu Birinci Söz’ün dersinden herkes kendince bir hisse alır. Kimisi de bir cesaret dersi alır. Çünkü orada der: Yeter ki sebatkâr ol. Allah’ın yolundan/adından ayrılma. Yumuşak kökler taşları deler geçer. Yeşil yapraklar güneşin hararetine karşı koyar. Sen de sebatla kendin olmaya çalışırsan fitneleri dindirebilirsin. Gündemin içine dahil olmak belki de etkisinde boğulmaktır. Allah aşkına! Yalnız ’Allah’ demekle bile olsun çıkmalısın o çukurdan:
"Merkez-i hilâfet olan İstanbul’u beşyüzelli sene bütün âlem-i Hıristiyaniyenin karşısında muhafaza ettiren, İstanbul’da beşyüz yerde fışkıran envâr-ı tevhid ve o merkez-i İslâmiyedeki ehl-i imanın mühim bir nokta-i istinadı, o büyük camilerin arkalarındaki tekkelerde ’Allah, Allah’ diyenlerin kuvvet-i imaniyeleri ve marifet-i İlâhiyeden gelen bir muhabbet-i ruhaniye ile cûş u huruşlarıdır."
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.