- 429 Okunma
- 0 Yorum
- 2 Beğeni
Kur'an'ı 'anlamak' için onu 'bilmek' mi gerek?
Gönül Yarası filminde Aynur Doğan’ın söylediği Dar Hejiroke türküsünü dinlerken Meltem Cumbul’un ağladığı bir sahne vardır. İzleyenler bilir. Filmin belki en meşhur sahnesidir. Şener Şen ağladığını görünce şaşırarak sorar: "Kürtçe biliyor musun?" Cumbul "Hayır!" der. Şen tekrar sorar: "O zaman niye ağlıyorsun?" Cumbul’un verdiği cevap filmden en çok hatırda kalan cümledir: "Abi bu türküye ağlamak için Kürtçe bilmek mi gerek?"
’Metinlerin gaybını yoketmek’ konusu üzerinde biraz daha konuşmak istiyorum sizlerle. Çünkü bunun da, bir önceki yazımda belirttiğim gibi, ’bir tür cinayet’ olduğunu düşünüyorum. Eğer bir metin ’çok şeyler söyleyebilen’ bir yapıya sahipse ve siz onu ’az şey söyleyebilen bir şekle’ sokarsanız bu metnin gaybını öldürmektir.
Çevirilerde de yaşanır bu. Yabancı dilde bir şiirin, kendi dilindeyken çok şey söyleyebilen yapısını ’daha kolay anlaşılsın’ diye başka bir dile çevirirseniz, o şiir ’anlam’ ve ’ahenk’ kayıplarına uğrar. Söyleyebileceklerinin sayısı azalır. Hissettirebileceklerinin sayısı düşer. Yüksek ruhların ondan alabilecekleri hisse yokolur. Çağrışımlar potansiyeli ölür.
Şarkılarda dahi olur böyle şeyler. Söylenişinden gönlünüze ’büyük çağrışımlar’ akan yabancı bir şarkıyı tercüme ettiğinizde/ettirdiğinizde ’söndüğünü’ hissedersiniz. Çünkü artık kutusu açılmıştır. Gizemi çözülmüştür. Sınırları belli olmuştur. Hatta, bazen olur ki, çok ulvi bir müziği olan şarkıdan çok deni sözler çıkar. (Başıma gelmiş birşeydir şu.) Bu nedenle ben diyebilirim ki: Beşerî metinlerde ’ne söylendiği ile muhatap olunduğunda’ önceki sihrini korumaya devam eden çok az söz vardır. Zira her söz, daha söylendiği anda, insandan kalıplarla kalıplanır. Ötelerden bir ilham gelmediği sürece, insan kaç boyutluysa, ağzından çıkan söz de ancak o kadar boyutludur.
Hem şu da var: Bir sözün naklinde insan sayısı arttıkça o sözün boyut sayısı da düşer. Daha ölümlü bir hale gelir. Çünkü ’açıklamak’ bir yönüyle ’boyut azaltmak’tır. Muhatabın kafasına sığmayacak yerlerini budamaktır. Arapça bir şiiri bir Türk kendi diline aktarsa, sonra o Türkün tercümesinden bir İngiliz kendi diline çevirse, İngilizin çevirisi (eğer orijinal dille doğrudan bir bağı yoksa) kesinlikle Türkünkinden eksik olacaktır.
Yani, özetle, demem o ki: Bazen de ’daha anlaşılır hale getirilmeye çalışılırken’ öldürülür metinler. Cemil Meriç merhuma "Her çeviri yeni bir teliftir!" dedirten sır da budur. Bir metin çevrildiğinde aslında yeniden yazılır.
Her metin için bunu söylüyoruz da Kur’an-ı Hakîm için söyleyemez miyiz? Evet. Kesinlikle. Hem de daha fazlasıyla. Çünkü Kur’an’da ’metnin sahibi’ ve ’mütercim’ arasında daha fazla mesafe vardır. (Mesafe sonsuzdur.) İnsandan insana çevirilerde söyleyen insandır ve çeviren de insandır. Bu iki insan arasında bilgi-kültür-estetik anlamında bir yakınlık varsa çevirilerin bir derece birbirine yakınlaşması imkanı da vardır. Fakat ’Allah’ ile ’insan’ arasında böyle bir ’yakınlaşma’ imkanı yoktur.
Tüm zamanların üstünde, ilmiyle herşeyin içinde, tasarrufuyla herşey onun etkisinde, söyleyebilecekleri/eyleyebilecekleri sonsuzlukta bir Allah ile altmış-yetmiş yıllık ömre sahip bir insanın anlayışı nasıl birbirine kavuşur? İnsan ancak çabası, ihlası, gayreti ve duası nisbetinde o okyanusun sahiline değer. O da yine Cenab-ı Hakkın fazl u keremiyle...
İşte ’mealcilik’ bu açıdan (meali Kur’an gibi görenler için) tam bir ’gayb katiline’ dönüşüyor. Allah’ın kelamı olan ve bu nedenle de söyleyecekleri sonsuz olan Furkan’ı ’mealcinin ondan anladığı kadarına’ dönüştürüyor. Yani tıpkı şöyle oluyor: Bir adam sahilin kenarına iniyor ve avucuna aldığı kısmı okyanusun ta kendisi sanıyor. Halbuki onun avucuna sığan okyanusun ancak milyonda biridir. O okyanus daha kimbilir kaç insanın gözüne görünür, ayrı manzaralar açar, ayrı manalar bildirir, ayrı güzellikler gösterir.
Şahsen ben ’mealcilik tutkusu’na müptela olanlarda Cenab-ı Hak hakkında, Allah Resulü aleyhissalatuvesselam hakkında, İslam hakkında, sahabe-i kiram hakkında, evliya-i izam hakkında çok ’rahat’ (daha doğrusu ’saygısız’) bir tavır görüyorum. Âdeta züccaciyeye giren fil gibiler. Bir parmak hareketiyle 14 asırlık bir dini yeniden kurgulayabileceklerini sanıyorlar. Bunu da en çok şuna bağlıyorum:
Bu insanlar avuçlarına sığan kısmını okyanusun ta kendisi sandıkları için ona saygı duymuyorlar. "Abartılacak ne var canım!" duygusu yaşıyorlar. Halbuki o okyanus ne büyük bir okyanustur! İnsan onun hakkında konuşurken ne tereddütler, temkinler ve dikkatler yaşamalıdır. Bu onlarda ölüyor. Çünkü daha önce nazarlarında metnin gaybı ölüyor.
Evet. Kur’an’ı kendi dilinden okuyup mealiyle o kadar da meşgul olmayanlara yapılan saygısızlıklar artık bitmeli. Kur’an’ı anlamak mealini okumak değildir. Kur’an’ı anlamak ilmihallerde anlatıldığı gibi yaşamaktır. Onu anlama çabalarının zemini de bu olmalıdır. Hatta bana öyle gelir ki:
İlmihalle sıkı bir ’yaşama’ ilişkisi kurup da Kur’an’la ilişkisini ’gayb’ zemininde sürdürmeye devam edenlerin Kur’an’dan istifadesi bu mealcilerin ukalalık kokulu ilişkisinden daha yüksektir. Çünkü onlar okyanusun kuşatılamayacağını bilirler. Ona sevgi/saygı duyarlar. Anlayabileceklerinden ötesine iman ederler. Fakat bu yeni yetme haylazlar, neredeyse, (hâşâ) Allah’a akıl öğretecekler. Peygamberlere usûl dersi verecekler. Şeytanı "Bu kadar da olur mu yahu?" diye cüretlerine şaşırtacaklar. Ne diyelim? Allah bizi istikametten ayırmasın. Âmin.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.