- 727 Okunma
- 2 Yorum
- 1 Beğeni
Sonsuz Aşk
Sisli geceden kalma bir sabahtı. Çam ağaçlarına değen ılık meltem,, onlara sanki yavaş tempoda dans ettirir gibiydi. Güneş içimdeki sancıyı denize dökebileceğim bir manzara oluşturarak göğe yükseliyordu adeta. İnsanlar da her zamanki gibi bu güzelliğe kapılarak simidini, poğaçasını alıp sahile yürümeye başlamışlardı. Sahi ya! Uzun zaman olmuştu sahile inmeyeli. Canımdan çok sevdiğim insan buradan göçünce bende artık inmez olmuştum. İçimdeki sancıyı hep yeşillikler arasındaki balkonumdan denize anlatmıştım onsuz zaman diliminde. Oraya gidip insanlarla konuşabilirdim aslında ama ne zaman bunu denesem aklımda hep onunla ilgili olan anılar canlanıvermişti sanki daha dün gibi. Tüm bu düşüncelere dalmışken atların yere hızla bastıkları nal sesi duyuldu. Bir anda sıyrıldım tüm bu düşüncelerimden, yaşanmış ya da yaşanılacak duyguların düşüncelerinden. Vakit sabah saatleri olmasına rağmen Heybeliada yine güne erken uyanmıştı anlaşılan, her şeyi ile.
Balkonda yeterince durduğumu düşünüp içeri girdim. Ne zaman o balkona çıksam artık dışarıya çıkıp dolaşmanın geldiğini düşünürdüm -tıpkı şimdi olduğu gibi-. Ama hayır; asla yapmadım, yapamazdım da. Günümün nadide, eşsiz, en değerli parçası; kalbimi daimi bir aşka sürüklemiş olan eşimi daha iki yıl önce kaybetmeme rağmen anıların hala taze olduğuna inanıyor, dolaşmaya çıkınca bunları yineleyip kendime zarar vereceğimi düşünüyordum ya da tam aksine yüzleşmekten korkuyordum.
Adı Gül idi sevdalımın. Gözleri aynı yemyeşil bir yosunun andırırdı. Derin manalar taşırdı sanki gözleri. Baktığınız anda büyülenirdiniz adeta. Saçları kahverengiydi, her zaman balık sırtı örerdi. Nadiren salık bırakırdı ki bu da genelde benim ısrarlarım sonucu oluşurdu. Kimi zaman tartışırdık tabii, her karı koca gibi. Küçük olaylardan bile bir sürü sebep bulur kıvılcımın büyümesini sağlardık. Ama hep ertesi gün barışır, asla küs kalamazdık birbirimize. Belkide birbirimizi asla üzmek istemediğimizdendi. Asla insanları üzmek istemezdi benim Gül’üm. Yanlışlıkla üzdüyse bile her türlü fedakarlığı yapmak için hazırdı, daima. Hep açık sözlüydü. Lafının arkasında durur, haklıyı ne olursa olsun korurdu. Sanata çok düşkündü. Şiirlere, romanlara, tiyatroya, operaya... En sevdiği roman Reşat Nuri Gültekin’den Çalıkuşu idi. En sevdiği şiirde Atilla İlhan’dan olurdu her zaman. Sahilde kuşlara yem atmayı severdi. Şiir okuduğum zaman beni ilgiyle dinlerdi.
Ben yoğun düşüncelere dalmışken, elimde onun fotoğrafı ve her zaman beraber içtiğimiz ada çayı ile, birden gözüm çekmeceye ilişiverdi. Oraya tüm hatıralarımızı saklamıştım. Birbirimize aldığımız ilk hediyeler, sürekli ona okuduğum şiir, hep taktığı yüzük... Hepsi ama hepsi orada tekrar hissedilmeyi bekliyordu adeta. Yavaş yavaş yürümeye başladım çekmeceye doğru. Biraz araladım çekmeceyi ama sonra hemen kapattım. İki yıl geçmesine rağmen hazır hissetmiyordum hatıralar ile yüzleşmeye. Korkuyordum. İçimde duyduğum acının bunu açmamla beraber çoğalacağından korkuyordum. Ama bu korku ile daha ne kadar yaşayabilirdim ki!
Derin bir nefes alıp açtım çekmeceyi. Altın niteliğinde gördüğüm hatıralara özenle dokunmaya başladım. Şiiri hiç açmadan cebime koydum. Diğer eşyaları incelemeye devam ederken sahile inmeye karar verdim. Uzun bir aradan sonra bu karara aniden varmanın şokuyla birlikte ayakkabılarımı giydim ve kapıdan derin bir solukla dışarı süzüldüm.
İlk durağımın küçüklüğümüzün nadide eğitim yuvası olan Heybeliada İlkokulu olmasına karar verdim. Yolda giderken Gül ile bu yollarda nasıl eğlendiğimizi hatırladım. İkimizden doğduğumuzdan beri Heybeliada’daydık. Buranın her duygusunu hissetmiş, her dostluğunu tatmış, tüm haylazlıklarını denemiştik anlayacağınız. Bu yollarda ikimizde hayatımızın ilk karını görmüş ve doyasıya gülerek eve varmıştık. Yol boyunca gökyüzünden düşen beyaz, top gibi karlara bakarken aynı zamanda tadına bakmaya çalışıyorduk dilimizi dışarı çıkararak. Onunla çocukluktan beri tanışıyor olmamıza rağmen her geçen gün onunla ilgili yeni ve ilginç şeyler öğrenmeye devam etmiştim. Bu da belki onu benim gözümde eşsiz ve bulunamayan bir elmas gibi yapan, hissettiren en önemli özelliğiydi. Hep sırlarla doluydu. Ben böyle yoğun düşüncelerle yolu daldın bakışlarımla tamamlamaya çalışırken içimdeki sancı yine ses vermeye başlamıştı ama bununla artık başa çıkmam gerekiyordu. Elimi kalbime koyarak yola, duygularımı en yoğun şekilde hissederek, devam ettim.
Bir iki metre ilerledikten sonra okula ulaştım. İlk gözüme çarpan şey çocukların neşe içinde oyun oynamasıydı. Hayatımda duyduğum en masum kahkahaların sahipleriydi onlar. Kendilerini bekleyen hayatı bilmeden doyasıya günün tadını çıkarıyorlardı, tıpkı bir zamanlar benimde yaptığım gibi. Öğretmenleri yanlarına gelince minnetle ve saygıyla bakıyor, davranışlarının tüm samimiyeti ve naifliği ile sevgilerini belli ediyorlardı. Belkide yıllar sonra ilk defa gülümsemiştim bu görüntüler karşısında. Belki biraz ağlamıştım kayıtsızca. Göz yaşlarımı silmek için cebimden mendil çıkarırken aniden şiir kağıdını fark ettim. Onu nasıl anabileceğimden emin adımlarla okuldan ayrıldım ve yürümeye devam ettim.
Tekrar yokuşa geri dönmüş yürümeye devam edecekken faytona binmeye karar verdim. Boş bir fayton bulunca hemen atladım. Küçük tur yapmaya karar verdim, tıpkı ona ilk aşkımı söylediğimde yaptığımız gibi. Hatırlıyorum da ikimiz ne kadar gergindik o gün. İkimizde aramızda farklı duyguların olduğunu fark etmiş ancak bir türlü bunu birbirimize söyleyememiştik. Kolay değildi çünkü, karşındakinin gözlerine bakarak kalp atışının hızlanmasıyla beraber seni seviyorum demek. Ama bence artık zamanı gelmişti ve o gün onu yemeğe çıkarmış, harika bir akşam yemeği yemiştik. Sonra fayton turu yapalım demiştim. Gözlerindeki heyecanı hala hatırlayabiliyorum. Yosun yeşili gözlerin aniden parlamış, utanmış, biraz da telaş yapmıştı sanki. Ona sürpriz olsun diye hangi tur olduğunu söylememiştim. Tabi sonra Aşıklar Yolu’na geldiğimizde anlamıştı küçük turu yani Aşık Turu’nu seçtiğimi. Yol boyunca birbirimizden kaçırdığımız gözlerimiz o zaman birbirimize kenetlenmişti. Gözlerimizin içinden yoğun duygumuzu tarif etmeye çabalıyorduk. Ona, o eşsiz manzaranın eşliğinde sevgimi dile getirmiştim. Tabii o da aynı şekilde.
Yine tüm düşüncelerimden faytoncunun ’ Tur bitti abi! ’ demesi ile sıyrıldım. Yüzüm hafif nemlenmişti. Sanırım yine ağlamıştım ancak bu beni daha iyi hissettiriyordu. Etrafıma baktığımda turun gerçekten bittiğini anladım. Faytoncuya teşekkür edip indim.
Şimdi yüzleşmekten en çok korktuğum yerin başındaydım. En çok anımın burada olduğu sahilin başı. İki seçenek vardı şuan önümde. Ya hemen geri dönecek ve şiiri bir daha ki hazır hissedişime kadar saklayacak ya da kararlı adımlarla ilerleyecektim. Derin üç nefesten sonra tercihimi ikincisinden yana kullanarak yürümeye başladım.
Karnımın aç olduğunu hissettim. Hemen pastaneden bir simit aldım ve deniz boyunca yürümeye başladım. Belki yıllar sonra denize ilk defa bu kadar yakındım. Bir yandan simidimi yerken diğer taraftan içten haykırışla denize sesleniyordum. Haykırışımı dışarı vurmak için daha sakin bir ortam arıyordum. Bir bank gördüm bu arayışın içerisinde bana merhaba dercesine. Hemen oturdum oraya. Gözyaşlarım ile anlattım denize. Haykırışlarımla gözyaşlarım çoğalıyordu adeta. Bugün ve iki yıldan beri olan her şeyi anlattım. Karşımda beni anlayan biri olması güveniyle daha çok anlattım. Sonra kısa bir sessizlik... Sadece gözyaşlarım araya girdi bu sefer. Deniz de benimle beraber ağlıyordu. Kalbi sızlıyor ama yine de dinlemeye devam ediyordu. Belki ılık meltemde hissedecek olacak ki bunu, ağaçlardan bir yaprağı şiiri taşıdığım cebime kondurdu. O an aklıma geldi buraya gelmemin asıl amacının ne olduğu. Hemen toparlandım. Elimi cebime attım ve şiiri çıkardım. Nazik hareketler ile kağıdı düzleştirdim.
Kağıt sanki o günlerin neşesini yüzüme vurmuş gibiydi. Şiirin ilk dizelerine göz gezdirmem ile Gül’ün nasihat içeren sözleri canlandı zihnimde.
’ Ne zaman çaresiz hissedersen bunu al ve kendine özel olan kıtayı oku. Kendini denizin kokusuna, rüzgarın esintilerine teslim et. İşte o zaman daha iyi hissedersin.’
Bunları hatırlayarak tekrar baktım kağıda. Sonra denize çevirdim kafamı. Sanki ’ Evet, oku! İşte hazırsın! ’ dercesine parlamaya başladı. Yüzleşmek dedikleri buydu işte. En yoğun hissettiğin duyguda bile kararlı adımlarla ilerlemekti. Derin bir nefes aldım. Denizin kokusunu ciğerlerime kadar hissettim ve kendimi rüzgara teslim ettim. Son olarak ağzımdan döküldü Atilla İlhan’dan şu dizeler:
Eski zamanlardan bir cuma çalıyor.
Durup köşe başında deliksiz dinlesem,
Sana kullanılmamış bir gök getirsem,
Haftalar ellerimde ufalanıyor.
Ne yapsam, ne tutsam, nereye gitsem?
Ben sana mecburum sen yoksun!
YORUMLAR
Uzundu ama nasıl bitti anlamadım okurken, çok güzel bir anlatımdı.
Emeğinize sağlık
Saygılar