- 442 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Yanlış Yanağı Öpmek
Yanlış Yanağı Öpmek
Durmak bilmeyen zamanın amansız akışı içerisinde hızla yol alıyoruz. Yenilenme adına sonlanan hayatların yerine yeni doğumlarla yenilenen dünya var. Hayata dâhil olanların yeni rolleriyle beraber hızlı bir koşuşturma almış başını gidiyor. Suyun hal değişimi gibi tohumun gerisin geri döngüsü gibi mevsimlerin, gece ve gündüzün belli bir düzende ki işleyişi gibi insanlarla birlikte bütün canlıların yenilenmesi devam ediyor.
Bu döngü içerisinde eski canlılığını arayan insanın pişmanlık-larını, özlemlerini, arzularını araması kaçınılmaz oluyor. İş yazıya dökülünce belli bir yaş üzerindeki çoğu yazarın hep geçmişlerini kaleme almalarını hep geçmişte yaşamalarını çok sevimli bulmayız ama bu güne eleştirel, geleceğe de hep umutsuz bakanları daha sevimsiz hatta hastalıklı bir hal içerisinde görürüz. Bu durumu biraz da yaşlılık alameti olarak da niteleriz çoğu zaman. Tadında ve gerektiği kadar mazi anlatımlarına kimin ne itirazı olabilir ki?
Krallığında yaşlı insan istemeyen ve bütün yaşlıları öldürten bir kralın, krallığında hâsıl olan bir hastalığı çözmede yaşlı insanlara ihtiyaç duyduğu hikâyeyi duymuşunuzdur. Tekerrür eden hayatlar, hatalar, deneyimler birçok yönüyle maziye başvurmamızı zorunlu kılıyor tabii ki. Burada eleştirisel baktığım nokta, geçmiş hayata hep güzellemeler dizerken bu günün şartlarını değerlendirmeden hakkaniyet-ten uzak karşılaştırmaların yapılmasıdır.
Nefes aldığımız süre içerisinde sevgi, aşk, zarafet, samimiyet gibi soyut kavramların pekişmesi ve oturmasında dönem dönem inişler ve çıkışlar olsa da biline gelen doğrular insanlığın ortak mirasında hep yerini korumuştur “Mecnun söğüt, Leyla’nın toprağında yetişir” diyen Şeyh Galip kendine has duru bir anlatımla ne kadar mühim bir tespitte bulunmuştur. Leyla ve Mecnun efsanesinin gerisindeki şartların elverişli olmasından kaynaklı olduğu aşikârdır.
“Hak bir gönül verdi bana. Ha demeden hayran olur. Bir dem gelir şadân olur. Bir dem gelir giryân olur” Yunus Emre deyişinde olduğu gibi, mutlu olabilme olgusu her dönem ve her kişide farklılık göstermiştir her zaman. Bu yüzden çok çeşitli şekillerde değerlendirebiliriz bu olguyu. Şöyle ki; kırk yıl öncesine gidelim. Yanan tandırın başında ninelerimizin akıl almaz efsaneleri ve masalları anlatıldığı yıllardan bahsediyorum. Doğallığın yanında elektriğin ve çok da konforun olmadığı yıllar idi. Ateş bu kadar çok kıymetli miydi bilmem ama kös küreği ile komşunun ocağından ateş almak sıradan bir hareketti ama ihtiyacın giderildiği noktada mutluluğu da barındırıyordu. Tam da “komşu komşunun külüne muhtaçtır” sözünün canlı yaşandığı yılların olması bakımından kayda değer bir örnek. Her mevsimin ayrı bir güzelliği olsa da bazıları için hasat mevsiminin başka bir anlamı başka bir güzelliği vardı. Panayır alanına dönen harman yeri, görüntüsü bile mutlu ederdi yüzleri. Harman daha çok bereketi imlerdi onlar için. Harmandan arta kalan buğday, arpa, fiğ gibi ürünleri çör çöpten ayırarak köy bakkalında bisküviye, gofrete çevirdiğimiz zamanlar hemen hemen her sene tekrarlanırdı. Büyüklerimizden zar zor izin alarak ekin yığınları üzerinde sabahladığımız anlar, buğday ve arpa sergisini yıldızları sayarak beklediğimiz gecelerin hepsi mutluluğun resimleriydi. Şimdi kaç ebeveyn çocuğuna bu izni verir ve bu güzellikleri yaşadığını görür siz tasavvur edin artık.
Çocuk yaşlarımızda, “yumuş tutmak” yani verilen görevi yapmak gibi çok önemli birde görevimiz vardı. Aldığımız her bir aferin bizi mutlu olarak biraz daha büyütürdü sanki. Bu kadar koşuşturmanın yanında sokak oyunlarımızdan da taviz vermezdik. Alın size doyasıya bir mutluluk daha. Doğum günü, anne, kadın, sevgili, baba gibi kutlama günleri yoktu. Kutlamalarımız azdı ama bir o kadar değerliydi bizim için. Beklemelerimizin hakkını vermek için uğraşlarımız hepsi bize göre mutluluğun tarifleriydi. Maalesef ki bu sıraladığım birçok yaşanmışlık geçmişte kaldı veya şekil değişikliğine uğradı. “Eti senin kemiği bizim” diye öğretmenine teslim edilen çocuklarla yürüyen eğitim anlayışı, evrimleşerek bu günlere geldik.
Cahit Zarifoğlu’nun “değil mi ki; kavuşmalarımız topal, ayrılıklarımız koşar adım” sözünde olduğu gibi koşar adım geldiğimiz hazan mevsimini yaşıyoruz. Yaşanmamışlıklar acıtsa da yüreğimizi her şeye rağmen olumlu da olsa olumsuz da olsa hayat devam ediyor.
Yaşanmamışlıklar deyince yine geçmişten bir anı geldi aklıma. Anlatmadan geçersem yazımda bir şeyler eksik olacak sanki. Üzülerek belirtmeliyim ki büyüklerin yanında sevginin hemen hemen hiç gösterilmediği, ayıp karşılandığı yıllardı o yıllar. Anne babaların çocuklarını uluorta seveme-dikleri, evli çiftlerin dahi yolda kol kola yürüyemedikleri yıllardan bahsediyorum. Evin en küçük çocuğunun bir ayrıcalığı vardı yine de. Onlara tanınmış büyük bir avantaj diyebiliriz. Sevmenin ayıp sayıldığı o yıllarda sevgiden nasiplenen en şanslı kişi küçük kardeşti anlayacağınız. Herkes evin küçüğünü severek gösterirdi sevgilerini. Ayrıca kardeşlerin tüm ilgisi küçüğün üzerindeydi. Böyle bir ortamda evin ortancası olarak büyümeye çalışan ben, akşam yattıktan sonra karanlıkta yanağıma bir öpücük kondu. Hiç beklemediğim, nerden ve kimden geldiği belli olmayan, beni çok şaşırtan bir öpücük. Ama çok geçmeden anlamıştım. Ağabeyim. Küçük kardeşimizi öpeceğim derken yanlışlıkla beni yanağımdan öpen ağabeyimin öpücüğü. Sevinsem mi, üzülsem mi derken bu durum ortaya çıktı ve sadece küçük bir tebessümle nihayet buldu. Yanlışlıkla öpülen yanaklardan, çocuklarımı doyasıya öptüğüm yıllara.
İlkay Coşkun
22.11.2017
Güneysu Kültür Sanat
Edebiyat Dergisi
Sayı 118, Bahar 2018
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.