- 682 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Sevginin Adı Başka
Akşam vakti. Güneş dağların arkasına saklanmış, kendini yok etmeye çalışıyordu. Bulutlar, yanan ateş gibi kor alev haline gelmişti.
Bahar mevsiminin ilk günleri olmasına rağmen hafif bir soğuk vardı havada. Rüzgâr, rahatsız etmeyecek derecede esiyordu. Namaz vakti olduğundan Camii ’den yükselen ezan sesi, tüm köye yayılıyordu. Akşam namazına geç kalmamak için köy meydanından koşarak camiye gidenler vardı.
Camii, yol kenarında olduğundan arada bir araçlar geçiyordu. Bazen bir taksi, bazen bir traktör, bazen de motosiklet oluyordu bu.
Camii, aynı zamanda komşu köylere giden yolun da kenarındaydı. Bu nedenle trafik, bu yolda oldukça yoğun oluyordu. Özellikle de bu saatler, iş çıkışı olduğundan şehirden gelip bu yolu kullanarak evine gitmek isteyen birçok kişi vardı.
Birkaç sene önceye kadar, bu yol olmadığı için, köy, daha durağandı. Fazla araç, gelip geçmezdi. Köyün kuzey- batısında kalan komşu köyler, büyük bir daire çizerek şehre ulaşırdı. Ama bu yolun açılması ile şehre ulaşımları oldukça kısalmıştı. Yaklaşık 40 dakika daha önce varabiliyorlardı şehre. Tabii ister istemez bu köyün de trafiği artmış oluyordu.
Artık daha fazla araç geçiyordu köyün içinden. Köyde çok fazla çocuk vardı. Köy yollarında, sokaklarda oynuyorlardı. Tehlike yaratabilirlerdi. Bir kazaya her an davetiye çıkarabilirlerdi. Bu nedenle de araç sürücülerinin çok dikkatli olması, köy içinde en düşük hızla gitmeleri gerekirdi. Bunun dışında kimseye de bir zararı yoktu. Hatta faydası bile oluyordu. Bu sayede köydeki marketler de iş yapmaya başlamıştı. Hatta bir de lokanta açılmıştı meydana. Hem de müşterisi oldukça iyi olan bir lokanta olmuştu…
Ben, bir ziyaret için köyün muhtarına gitmiştim. Muhtarın evi, tam Camii karşısındaydı. Deyim yerindeyse bu yola hâkim bir konumdaydı. Gelen geçen her şeyi ve herkesi görüyordu Muhtar. Evinin Camii karşısında olması da soranlara anlatmak için büyük bir kolaylık sağlıyordu:
-Merhaba kardeş. Muhtarın evini soracaktım.
- Doğru gidin. Karşınıza bir cami çıkacak. İşte tam o Camii karşısındaki ev, muhtarın evi.
Muhtar, esmer, 55 yaşlarında, hafif göbekli, güler yüzlü, içten davranan, misafirperver biriydi. Beni görünce her zamanki içtenliği ile karşıladı. Hemen dışarıya bir masa ve iki tane sandalye çıkardı. Hanımına seslenerek kahvelerimizi söyledi.
Hanımı da güler yüzlü, misafirperver bir kadındı. Biraz sonra kahvelerimiz gelmişti. Tabii daha önceleri muhtarla sık sık bir araya geldiğimiz için, eşi, kahveleri nasıl içtiğimizi biliyordu. Ben, daima sade, köpüklü ve Sultan Kahvesi içerdim. Muhtar da Sade ve Oza içerdi.
Burada kahve kültürü bambaşkaydı. Hemen herkes kahve içerdi. Kimileri sade, kimileri orta, kimileri de şekerli alırdı. Tabii kahvenin markası da önemli idi. Çok tiryakiler Oza içerdi. Oza, biraz daha sert ve acı bir kahve markası idi. Sultan ise, daha hafif ve daha yumuşaktı.
Bu köyde genellikle Oza içiliyordu. Arada bir Mehmet Efendi içenler de vardı. Ama bu kahve, kahveyi çok hafif içenler için geçerliydi…
Kahvenin yanında mutlaka bir bardak da su gelirdi. Biz, çocukluğumuzdan öğrendiğimiz bir gelenekle veya alışkanlıkla, önce fincanın içine sudan birkaç damla döker, biraz bekledikten sonra içerdik. Bunu sorduklarında da hep büyüklerimizden duyduğumuz hikâyeyi anlatırdık: “Padişah, bir gün kahve içerken veziri:
-Padişahım, kahvenizin içine zehir atıldığından şüpheleniyoruz. İçmeden önce bir kontrol edelim, demiş. Fincanın içine biraz su damlatmış. Fincan hemen köpürmüş. Tabii bu da kahveye zehir atıldığının kanıtı imiş. Zehirli olan kahveye su damlatılırsa kahve köpürürmüş. Zehir yoksa herhangi bir şey olmazmış. Kahvenin telvesi dibine çökermiş. Padişah, bu işi yapanı hemen buldurup idam ettirmiş.
İşte bu hikâyeden dolayı, kahve fincanına su damlatmak, bir gelenek halini almış. Etrafınızda kahve içen birinin fincana su damlattığını görürseniz hiç şaşırmayın. Sebebi bundandır. Yüzyıllar öncesinden gelen bir ananedir…
Kahveleri içerken, Camii Avlusunun yanından geçen, komşu köye giden yoldan sarışın bir bayan ile yanında küçük bir kız çocuğu gördük. Etraflarına bakınarak köye doğru yürüyorlardı.
Kadın, kırmızı kısa bir şort ve üzerine beyaz bir tişört giymişti. Küçük kız da pantolon ve gömlek giymiş başına da bir şapka geçirmişti.
Bize doğru yöneldiler. Adımları muhtarın evine doğru hareketlenmişti. Hava henüz kararmakta olduğu için kim olduklarını tam olarak seçemiyorduk.
Muhtara bakarak:
-Misafirlerin var, dedim. Buraya geliyorlar.
Muhtar:
-Ben tanıyamadım. Yan köyden galiba, dedi.
-Şimdi anlarız, dedim.
Bize doğru yaklaşan kadın, anlamadığımız bir şeyler söyledi.
Muhtar bana dönerek:
-Ne diyor? dedi.
-Anlamadım, dedim.
Kadın ve küçük kızı, iyice yanımıza geldiler. Artık, yüzleri tam olarak beliriyordu. Saçları sarı, gözleri mavi, yüzü çil çil olan bayan, gülümseyerek bize bakıyordu. Kızı da tıpkı kendisi gibi sarı saçlı, mavi gözlü ve yüzü çil çil idi.
Kadın:
-Execuse me, (Affedersiniz) dedi.
Muhtara dönüp:
- Kadın İngilizce konuşuyor. Yabancı sanırım, dedim.
Karanlıktan ve uzak mesafeden göremediğimiz için kadının kucağındaki minicik köpeği ancak o zaman fark ettik.
Kadın, kucağındaki köpeği okşayarak seviyor ve bize İngilizce bir şeyler anlatmaya çalışıyordu. Bana dönerek:
-Sorry, dedi. Do you speak English? (Özür dilerim, İngilizce biliyor musunuz?)
Ben, “Çok az” anlamına gelen:
- A little speak English, dedim.
Kadın:
- Ok, diyerek, anlatmaya başladı. Fakat o kadar hızlı ve seri konuşuyordu ki ben hızına yetişemiyor ve onu anlayamıyordum:
- Sorry. I dont understand you. Plaese, slow talk me?
Yani anlamadığımı, yavaş yavaş konuşmasını rica ettim. Bunun üzerine kadın da tane tane İngilizce konuşarak, derdini anlatmaya çalıştı.
Anladığım kadarıyla: “Köpeği, yolda bulduğunu, sahibinin kim olduğunu” soruyordu. Ben de bunu bilmediğimi söyledim.
Muhtar, bana “Büyük bir ihtimalle köpeğin, sahipsiz olduğunu, birilerinin oradan geçerken yola atmış olabileceğini, eğer istiyorsa onu alıp götürebileceğini” söyledi. Ben de kadına, bunu, dilimin döndüğünce İngilizce olarak anlatmaya çalıştım.
Kadın anlamıştı. Yine kendi diliyle: “Köpeği alamayacağını, bulunduğu yerde buna izin verilmediğini” söyledi.
Üzgün olduğumuzu, yapacak bir şeyin olmadığını anlattım.
- Ok, diyerek dönüp kızıyla birlikte köy meydanına gitti. Meydanda bulunan market ve lokantaya girdi. Kısa bir süre markette kaldı.
Biraz sonra da dönüp tekrar bizim yanımıza geldiler.
Kadın da, küçük kız da çok durgun ve mutsuzdular. Belli ki dertlerini bir kimseye anlatamamışlar, köpeğin sahibini bulamamışlar ve bu nedenle de üzülmüşlerdi.
Kadın:
- This is very sweet dog,(Bu, çok tatlı bir köpek) dedi.
- Yes, dedim.
- Please,take it. You see (Lütfen ona siz bakın)
- Oh am sorry, l can’t look. (Özür dilerim. Ben, bakamam)
- Ok am sorry… (Tamam. Özür dilerim)
Kadının gözleri doldu. Konuşamaz oldu. Köpeği, küçük kız, kolları arasına aldı. Bir eliyle de okşuyordu. Biraz sonra küçük kız ağlamaya başladı.
Annesine dönerek:
-Will it die, (Ölecek mi?) diye sordu…
Kadın:
-No, (Hayır) dedi, sevgi dolu bakışlarla kızına. Şimdi o almıştı kucağına köpeği
-Wiil not die. (Ölmeyecek?)
O anda, bisikletleriyle gezen köylü çocukları yanımıza geldiler. Onlar da merak içindeydiler.
Çocuklardan biri:
-Amca, köpek sahipsiz mi? diye sordu.
Ben:
- Galiba, dedim. Bu yabancılar da köpeğin sahibini arıyor.
Çocuklardan biri:
- O köpeği, az önce bir taksiden bıraktılar. Ben, gördüm.
Diğer çocuk, ağlayan küçük kıza bakarak:
- Bu çocuk niye ağlıyor, diye sordu.
Ben:
- Köpeğin sahipsiz olmasına üzülüyor. Ölecek diye ağlıyor, dedim.
Çocuk kurtarıcı gibi:
-Ya amca niye ölsün. Sen, bu köpeği bize ver. Biz, onu, yarın köpek bakım evine veririz, dedi.
-Öyle bir yer var mı burada? dedim.
Çocuk:
-Var tabii. Köyün 2-3 kilometre dışında, belediye yaptı. Sahipsiz köpeklere orada bakıyorlar. Daha geçen gün, yine böyle bir yavru köpeği götürüp verdik, dedi. Alıyorlar…
-O zaman bunu da götürün, dedim…
-Tamam, Sen hiç merak etme, dedi bilgiç edasıyla.
Kadın merakla bizi izliyordu. Hiçbir şey anlamamıştı:
- What you say? (Ne söyledi?)diye sordu.
Kadına durumu anlatmaya çalıştım. Anlatabilecek miyim diye endişe ediyordum. Ama o kadar da zor olmadı. Kadın anlamıştı. Sevindi:
-Please, promise me. (Lütfen bana söz verin)
Bu kelimeyi bildiğim için hemen anlamıştım.
- No problem, trust me… (Sorun yok. Bana güvenin)
- Ok. I trust you. Thank you very much. (Peki. Size güveniyorum. Çok teşekkür ederim.)
Çocuklar, köpeği alarak gittiler. Muhtar da sıkı sıkı tembih edip:
-Köpeğe iyi bakın çocuklar. Yarın da götürüp teslim edersiniz…
Çocuklar bisikletleriyle giderken kadın ve küçük kız sevinçle arkalarından bakakaldılar. Umutları vardı artık. En azından köpek, sokakta olmayacaktı bundan böyle. Sevinçliydiler.
Küçük kız, köpeğe el sallıyordu:
-See you again. Bye bye…
Kadın, tekrar bize dönerek:
-Please, tomorrow, dedi.
-Ok my friend.
-Thank you very much. Bye bye.
Muhtar, bana dönerek:
- Ya misafirleri yemeğebuyur edelim. Akşam vakti. Bunlar açtır şimdi.
Ben, kadına dönerek:
-Sorry. Will you stay for dinner with us. İf you stay me we are very happy. (Bizimle akşam yemeğine kalır mısınız? Çok mutlu oluruz.)
-Oh sorry. Very late. (Özür dilerim, çok geç oldu)
-Do you drink Turkish Cafe with me? (Türk kahvesi içer misiniz?)
-Thank you very much. We must go. Because very late. (Çok teşekkür ederim. Gitmemiz gerek.)
-Ok. You know. (Peki, siz bilirsiniz)
Hava artık iyice kararmıştı. Akşam kendini hissettirirken soğuk, biraz daha artmıştı. Üşümeye başlamıştık sanki.
Kadın ve kızı arabalarına doğru yürüdüler. Biraz sonra arabaya bindiler. Küçük kız durmadan bize el sallıyordu. Araba motorunun sesi duyuldu. Birkaç saniye sonra da araba gecenin karanlığında kaybolup gitti.
Muhtar ile biz baş başa kalmıştık yine.
Muhtar:
- Yahu, bu Avrupalılar, hayvanları ne kadar çok seviyor böyle. Biz olsak dönüp bakmazdık bile.
- Bakmamayı bırak Muhtar, neredeyse ağlayacaktı kadın, dedim.
- Çocuğa baksana nasıl da ağladı. Daha şimdiden bu hayvan sevgisi aşk olsun vallahi bunlara. Ben de yarın çocukları takip edeyim de köpeği yuvaya versinler. En azından sözümüzü yerine getirelim…
02.04.2018
Güvercinlik
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.