- 805 Okunma
- 0 Yorum
- 1 Beğeni
İÇİMİZDE KALAN UKDE
İÇİMİZDE KALAN UKDE
Yarım asırlık bir yaşanmışlığın, ardından, nedense dala tutunamaya çalışan yaprak misali savrulacağımı düşündüm bir an. Ve yıpranan bedenim, yılların ağır yükü altında acımasızca ezilerek, her an can vereceğimi sanırdım. Oysa, öyle olmadı ve ben hala yaşıyorum!
Bahar aylarını geride bıraktım bilinciyle, belki de son bir kez çıkıyorum gezintiye. Bana yarenlik eden bastonum da olmasa kim kavrardı elimi Tanrım?
Yine de aldırış etmeden koyuluyorum yola. Gözlerimde görmüyor eskisi gibi. Kulaklarım çok cılız işitiyor kurumuş yaprakların hışırtısını!
Kendi kendime mırıldanıyorum; “seni gidi yaşlı, geçimsiz bunak. Ne vardı anlasaydın seni sevenleri ve sevdiklerini? Kıymetini bilseydin. Dolu dolu yaşasaydın sana verilen o bergüzar ömrü! Bak, şimdi gökyüzüne bulut gelse, sızlayıp duruyor bu ağır cüsseni taşıyan dizlerin!”
Ooof çok yoruldum deyip, bir an duruyorum bir çınar ağacının altında.
Çınarlar hep böyle olur. Ya gölgesine sığınırsın ya da sırtını yaslarsin. Deyip iç geçirerek soluklanıyorum.
Her yer ıssız, kuş sesleri bile duyulmuyor eskisi gibi. Kainat ölüm sessizliğine bürünmüş gibi; “Aaaah keşke yaşasaydı. Keşke yanımda olsaydı. Elimden tutup ta bana yarenlik etseydi. Birlikte yaşayıp, yaşlansaydık. Sararmış hazana adını yazsaydım. Sonbaharı birlikte gecirseydik.”
Biliyorum çok geç artık! Elimi kavrayan biri olsa neye yarar ki bu saatten sonra?
Ardından; “Hey sen yaşlı bunak, serüven yaşamanın zamanı değil!” deyip basıyorum kahkahayı. Ki adına kahkaya denirse. Çünkü yalnızsan, bir yanı buruk olur dudaklarındaki gülüşün.
Ve derken;
Biraz dinlendikten sonra kendime geliyorum. Mantıklı düşününce öyle oluyor sanıyorum.
Ayaklarım altında çıtırdayan sararmış yapraklar, inliyor adeta.
Her nedense toprak ta küf kokuyor bu mevsimde.
Bu geçmişte yaşadığım, bildiğim bir mevsim değil sanki. Yanında biri var ise, baharın da, hazanın da tadı bir başka oluyor.
Küf kokan toprak dedim ya, öyle bir ürperdim ki, ölümü hatırladım sanki. Öyle bir telaştır ki iliklerimde hissettim. “Ya hazırlıksız yakalarsa ölüm! Ya kimseler bulamazsa ıssızlıkta çürüyen bedenimi? Sonra, ooof dirin ne işe yaradı ki? Ölün ne işe yarasın? Saçmalayıp durma bunak herif. Diye mırıldanıyorum.
Yazık, düşünüyorum da, ne çok ertelediğim düşlerim varmış meğer! Ecel cağırıyormuşcasına hemen eve dönüyorum. Belki de yalnızlığımla birer kahve içip sohbet ederim. Kim bilir belki de kendimle yüzleşirim.
Kahretsin eskisi kadar hızlı da değilim. Hava da karardı. Ha yağdı ha yağacak diye hızlanıyorum. Uzunca bir yürüyüşün ardından, nihayet evdeyim.
- Hadi söyle yalnızlığım; “kahve mi içelim yoksa, çay mı demleyelim?
- Anlamadım.
- Çay mı? Yoksa kahve mi dedim bunak.
- Farketmez.
- Sen de ben gibi yaşlı bunağın tekisin. Kahve ağır gelir. Biz çay demleyelim.
- Olur. Olur.
- Hem kahveye kadın eli değmeyince tadı da olmaz.
- Doğru diyorsun vallahi.
İşte şimdi hazırım. Yarım asırlık ömrümde yapamadıklarımın kazasını kılmaya.
Otur şöyle karsima diyor ve yaşayamadıklarımın acısını tespih tespih çekmeye hazırlanıyorum!
Kahretsin. Hınca hınç yaşamalıydım hayatı.
Bedenim bu kadar ağır değilken sevmeliydim. Şimdi dizlerime ve o zavallı beynime hükmedemiyorum. İnsanın boynu nasıl da bükülüyor değil mi, içinde yaşanmamışlıkların ukdesi kalınca?
- Ooof bu ne kasvet böyle? Öyle bir matem havası estirdin ki, birçoğuna eşlik eden ben gibi bir yalnızlık bile yarından umudunu kesti.
- Yok yok öyle deme. Yarınlar umuttur. Umut ise, mavi!
- Sonbahar olduğunu unuttun galiba.
- Olsun. Ben yaşlandım, ölümüm yakın diye mateme döndürme yüzünü.
- Öyleyse aç şu gramofonu da, Münir Nurettin’den dinleyelim “Dönülmez akşamın ufkundayım.” Şarkısını.
-Düne geri dönülecekse, bana ne yaşayamayanların gözyaşlarından.
-Başlatma okunan şarkının nakaratına.
- Tamam, tamam kızma be dostum.
- Hah şöyle şimdi oldu.
“Nerede kalmıştık sahi? Tamam tamam hatırladım.
“İnsan yaşayamadıklarını düşledikçe boynu bükülüyor. Hayıflanıyorum geç kalmışlığıma!
Biliyor musun? Adeta insanın içine, içine çörekleniyor!
Dışa vurduklarımız, sadece yaşayamadıklarımızın birer acı tortusudur! Ve buna insancıklar “keşke” diyor. Ama ben keşke demeyeceğim. Bir isim buldum.
Mesela: N’olurdu birbirimizi çok, daha çok sevseydik.
N’olurdu birer cerrah edasıyla birbirimizi ameliyat masasına yatırıp, daha ne kadar acı çektirebilirim noktasını aramasaydık,
N’olurdu birbirimizin içinde tespit ettiğimiz acılara neşter vurup, kökünden kesip atsaydık.
Ve o acıların yerine bir sonraki baharda patlayacak tomurları, doğacak çiçeklerı ekseydik!
Güya şimdilerde aklı kemale ermiş, aynı zamanda güçsüz düşmüş bedeni, aklını bile taşıyamayan yaşlı bir bunağım.
Şunu gerçekten bilmeni isterim; bizler, alın yazısı, kader dediğimiz uhreviyatın, öğretileriyle, daha olgunlaşmadan dalında çürüyen birer masum meyveleriz!
Ne var ki olmuyor artık. Soluklanıyorsak hala, bize yüklenen bir misyon vardır mutlaka!
Öyleyse ben tabuları yıkmaya hazırım. Yaşayamadıklarımı yaşamaya, dünde kalanları yarına taşımaya, aşka dair bütün kazaları kılmaya yemin ettim! Düş yakamdan yalnızlığım. Ben gidiyorum.
İsterse hazirun hakkını helal etmesin.
Beş vakit üstüne yeminler olsun ki, beş vakti hiç kaçırmadan ve zamanında, aşkı kazaya bırakmadan kılacağım!
Hadi siz de bırakın yaşamı hoyratça savurmayı.
Gelin sizler de saf tutun. Düşleyerek cenneti aşkta, aşk ile severek, sevişerek yaşamayı hedefleyin!
Bırakın Deccal’i nefretiyle yansın.
Biz, aşkla içimizde yarım kalmış ukdeleri dolu dolu yaşayalım!
Efkan ÖTGÜN
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.