Alkış Sahne Arkasınaydı Belki de
İstanbul’da yaşasalar işleri daha da büyüyebilirdi de İzmir gibisi yoktu, hele ki cuma akşamından Çeşme’ye kaçmanın heyecanını bırakıp da Kumburgaz trafiğiyle cebelleşmek hiç akıl kârı değildi. Yine de her ay Nişantaşı’nı tavaf etmezse olmazdı Eda. O da eşi gibi İzmirliydi; ama İstanbul’da okumuştu ve kankişi Aslı ile pek anlaşırlardı, Rumeli’den Hüsrev Gerede’ye kadar girmedik mağaza bırakmazlardı. Kahvelerini Zamane’de içerler, yemeklerini Juno’da yerlerdi. Lokma ile yudum arasında da dedikodu yaparlardı. Aslı’nın aşklarını dinlemekten bunalan Eda, “Anlaşılan, şehrin tüm erkeklerini denemeden evlenmeyeceksin sen!” derdi. İzmir’e döndükten sonra da evde Aslı muhabbeti bitmez, onu baş göz etmek için telefon diplomasisi yürütürdü.
8 yaşında bir oğlu vardı. İyi bir eş ve anne olduğundan, ailesini ihmal etmediğinden emindi; lakin yaşamında Aslı’nın kapladığı yer de yadsınamazdı. Eşinin gözlerindeki "çok şey söylemek isteyip de söyleyememe" bakışını görmezden gelirdi.
Geçmişe giderdi zaman zaman düşüncelerinde Mert. Eda’nın peşindeki birçok erkeğin içinden kazanan o olmuştu. "Neden ben?” diye sormamıştı hiç ve Eda da “Neden mi seni seçtim?” diye başlayan bir cümle kurmamıştı. Bunları düşünemeyecek kadar doluydu yaşamları. Alsancak, Karşıyaka ve Bornova’da iş yerleri vardı ve her gün aralarında mekik dokumak gerekiyordu.
Emre’yi sabah okula Mert bırakırdı. Eda da gün içinde çoğunlukla Rotaryen arkadaşlarıyla buluşur, ya da babasının kurduğu vakfın toplantılarına katılırdı. Akşamüstü de Emre’yi okuldan alıp eve dönerdi. Önce oğlunun gününü dinler ve dersleriyle ilgilenirdi, sonra da şirket hesaplarına dalardı. O bir finans uzmanıydı. “Her başarılı erkeğin arkasında…” diye başlayan cümleden nefret eder, kadının yaşam içindeki çabalarının erkeğin başarısındaki rol olarak nitelenmesinden rahatsızlık duyardı.
“Tatlım, Aslı aradı bugün; sana ulaşamamış!”
“Toplantıdaydım, açamadım; görüştüm daha sonra. Haftaya Paris’e gidiyormuş, gelsene sen de dedi.”
“Git istersen. Baba oğul idare ederiz, düşünme bizi.”
“Yok canım, ne işim var şimdi Paris’te! Bu arada, şaşıracağın bir şey söyleyeyim: Vakıf başkanlığına aday göstermek istiyorlar beni.”
“Oo, harika bir haber bu! Kutlarım seni hayatım. Kafanda birçok proje vardı, böylece elin de güçlenir.”
“Öyle de, sorumluluğu büyük ve gerekli vakti ayırabilme konusunda çekincelerim var. Sizinle yeterince ilgilenememekten korkuyorum.”
“Düşünme bunları! Akşam da ben alırım Emre’yi ve ödevlerine yardımcı olurum. Senin kadar olmasa da mutfakta da harikalar yaratabilirim, meraklanma!”
“Olmaz öyle şey! Unutma ki gözetmemiz gereken bir de işimiz var. Ben vakfa, sen de Emre’ye, mutfağa sararsan bir bakmışız iş miş kalmamış! Sakin kafayla düşünmeliyiz. Bazı arkadaşlarımın evlerinde yardımcıları var. Asya kökenli ve eğitimli insanlar. Çok para da istemiyorlar. Acaba öyle birini mi alsak; hem Emre’yle ilgilenir, hem de evle; ne dersin?”
“Sen şimdi yepyeni bir çığır açtın aşkım! Ailemizin içine bir yabancının dahil olmasından bahsediyorsun. Nasıl olacak bu, nasıl güvenip de çocuğumuzu, evimizi emanet edeceğiz?”
“Referansla oluyor bu işler. Ben Demet’le bir konuşayım da anlarız yolunu yordamını.”
Eda vakıf başkanlığına seçildi. Umduklarından zor oldu evi idare etmek. Yardımcı almak kaçınılmazdı. Üç hafta boyunca çeşitli adaylarla görüştükten sonra Malika’da karar kıldılar. 23 yaşında ve Özbekistanlıydı; Türkçesi iyiydi ve her şeyden önemlisi, -üniversiteyi İstanbul’da okumuş- bir pedagogdu. Şirkete girişini yapıp çalışma iznini de aldılar.
Aylar geçiyordu ve eve müthiş bir düzen gelmişti. Malika erkenden kalkıyor, kahvaltıyı hazırlıyor, Emre’yi giydiriyor, evi temizliyor, çamaşırları yıkıyor, alışverişe gidiyor, Emre okuldan gelince birlikte çalışıyor ve akşam için de çoğunlukla Özbek yemekleri hazırlıyordu. Mastava ve Kovatak pilavına bayılmayan yoktu! Ege yemeklerini de internetten öğrenmişti ve -Eda’nın demesine göre- değme aşçılara taş çıkartırdı.
Eda ve Mert’in üzerinden aldığı yük inanılmazdı. Ve bir akşam Emre -İngilizce- “Annecim, babacım, sizi çok seviyorum.” dediğinde ikisi de kalkıp Malika’ya sarılmıştı.
Evin hizmetlisi değil, Emre’nin ablasıydı adeta. Eda’nın sıcak ve samimi davranışları karşısında asla cıvımıyor, saygıda kusur etmiyordu. Birinci yılı dolduğunda Malika’ya küçük bir araba aldılar. Böylece, Emre’yi okula götürüp getirebilecek ve alışverişe gittiğinde taksi tutmaktan kurtulacaktı. Çoğunlukla izin kullanmıyorsa da artık hafta sonlarını onlardan ayrı geçirmek isteyebilecekti.
Öyle de oldu, hatta bazen Çeşme’ye onlarla gitmemeye, ayrı takılmaya başladı. Hepsi de ona çok alışmıştı ve yokluğunda sanki boşlukta asılı kalıyorlardı; sohbetler yavanlaşıyor, sessiz anlar çoğalıyordu. Rahatsız etme deseler de sık sık arıyordu ablasını Emre.
Pazar akşamı İzmir’e döndüklerinde onu evde yemekleri hazırlamış buluyorlardı. Aylarca ayrı kalmış gibi özlemle kucaklaşıyorlardı. Gittiği yerleri anlatıyordu heyecanla Malika. Ege’de ayak basmadık yer bırakmamıştı. Bir güne bu kadar çok şeyi nasıl sığdırabildiğine hayret ediyorlardı ve sormaya korktukları konuyu özelikle açmıyor, onun anlatmasını bekliyorlardı: Kimlerle geziyordu ve bir erkek arkadaşı var mıydı! Genç ve güzel bir kızdı, iyi eğitimliydi, elinden her iş geliyordu ve elbette bir gün evlenecek, yuvadan uçacaktı. Bu düşünce uykularını kaçırıyordu, onsuz yaşam planları yoktu. Daha doğrusu, onsuz yaşamak istemiyorlardı.
Bir keresinde İstanbul’a götürmüştü Eda ve Aslı kıskanmıştı Malika’yı.
Günler haftaları, ayları kovalıyordu. Herkes mutluydu ve gözlerdeki endişe, şükreden bakışlara bırakmıştı yerini.
Eda’nın evden geç çıkacağı bir gün sabah kahvelerini yapıp yanına oturdu Malika.
“Eda Abla, ben seninle bir şey konuşmak istiyorum.”
“Hayrola canım, iyi misin?”
“Abla nasıl söyleyeceğimi bilemiyorum ve eminim çok şaşıracaksın ve belki de kızacaksın!”
“Allah Allah! Bir şey mi oldu Malika, korkutma beni!”
“Ben işten ayrılıyorum.”
“Nee!!”
Kalbi duracak sandı Eda. Sorgulayan, anlamaya çalışan gözlerle bakıyordu genç kıza.
“Abla, İtalyan bir çocukla ilişkim oldu. Hani siz de yüzüme yerleşen tebessüme takılıp duruyordunuz ya. Şirince’de tanıştık. Kuşadası’ndaki bir otelde çalışıyordu. O’na çok güvendim; ama bir haftadır ulaşamıyorum! Oteli aradım, işten ayrıldığını söylediler. Bali’de daha iyi bir iş bulmuş.”
“Çok üzüldüm tatlım, gel sana sarılayım. Ahh şu çapkın İtalyan erkekleri! Demek ki sana layık değilmiş, daha iyi bir insanı hak ediyorsun sen. Ama işten ayrılmak istemeni anlayamadım! Sen bu evin kızısın, bizim için Emre’den farklı değilsin. Bir gün evlenirsen de seni yalnız bırakmayacağız. Biraz kafa dinleyip unutmak istiyorsan tatil yap, Taşkent’e anne babanı görmeye git istersen; Mert Abi’n alsın biletini hemen.”
“O kadar basit değil abla!.. Hamileyim ben! Bebeğimi doğuracağım ve babasız büyümeyecek çocuğum, gidip bulacağım o herifi. Hem zaten hamile halimle de yardımcı değil, yük olurum burada size. Karnım daha fazla büyümeden birini bulalım da eğiteyim ben biraz.”
Gözlerini kırpmadan Malika’ya bakıyordu Eda. Titreyen parmaklarıyla suya uzandı, ağzına götürecek gücü bulamadı.
“Daha fazla konuşacak hâlde değilim Malika. Biraz odama çıkıp dinlenmek istiyorum. Lütfen vakfı arayıp bugün gelemeyeceğimi söyler misin. Bu konuyu akşam Mert’le konuşacağım. O da çok şaşıracak ve üzülecektir. Senin gibi akıllı bir kız nasıl olur da korunmadan ilişki yaşar anlayamıyorum! Neyse…”
O akşam yemekte sessizlik hâkimdi. Emre de büyüklerinin suskunluğuna anlam veremedi. Malika erkenden odasına çekildi. Eda’yla Mert de ne yapabileceklerini düşündüler. Ertesi günkü konuşmaya Mert katılmayacaktı, Malika’yı utandırmak istemiyordu.
Mert sabah kahvaltı yapmadan çıktı. Malika da Emre’yi okula bırakıp döndü. Eda’nın karşısına oturdu, başı önündeydi. Söze Eda başladı;
“Olanları gerçekten anlayamıyorum! Tamam, bir çocukluk yaptın; ama sorunu -karalar bağlayarak- daha da içinden çıkılmaz bir boyuta taşımamalıyız. Sen seviyor musun bu adamı? Nasıl bulacağın meçhul; ama diyelim buldun, onunla bir aile kurabileceğine inanıyor musun? Öyle çapkın bir maceraperest muhtemelen seni itecek, çocuğu kabul etmeyecektir, korunsaydın diyecektir!”
“Sevip sevmediğimi bilmiyorum, çok kızgınım sadece. Haklısın abla, bulsam bile bana sırtını dönebilir. Babalığını kabul etsin de başka bir şey istemiyorum. Allah nasılsa verir belasını! İtiraz ederse de DNA testi yaptıracağım.”
“Ana karnında DNA testi hem riskli hem de mahkeme kararı gerekiyor diye biliyorum. Diğer türlü de doğumu bekleyeceksin. Ayrıca babanın tükürüğü, saçı filan lazım; mektupla mı göndermesini isteyeceksin, yoksa gidip kendin mi alacaksın?”
“N’apayım abla, piç mi olsun çocuğum? Büyüyünce, ‘Benim babam kim?’ derse ne cevap vereceğim? Uğraşacağım mecburen.”
“Sabaha kadar konuştuk Mert Abi’nle. Sen bizim canımızsın ve ailemizin bir parçasısın. Gidip o adamı bulmak istersen sana mani olamayız; ama daha da üzülmenden korkuyoruz. Doğru olan, çocuğu aldırman; ama doğurmak istiyorsan da doğur, burada bakarız ona. Ailemiz bir kişi daha büyümüş olur.”
“Canım ablacım, sizi çok seviyorum. Ne kadar iyisiniz. Anne babamdan yakınsınız bana; ama benim mücadelem çocuğumun kimliğinde babasının ismi olmasıyla.”
“Biliyorum canım. Eğer doğurmakta kararlıysan ve gitmekten vazgeçersen çocuğunun babası olarak Mert Abi’n yazılacak. Sen yeter ki üzülme, kızgınlıkla yanlış bir yola girme!”
Sarıldılar. Ağlaştılar da.
Malika’nın odasını yeniden döşediler, bir de pembiş beşik koydular.
Küçük hanım eve neşe getirdi, kahkahalar sokaklara taştı. Emre Abi’si de Sude’yi çok sevdi.
*****
“Mert, hamileyim ben! ‘Korunalım’ dedim sana o kadar! Ne yapacağız şimdi, bir duyulursa nasıl bakarım Eda Abla’mın yüzüne! Aldırmamız lazım çocuğu.”
“Hayır, aldırmayacağız ve doğuracaksın; hep birlikte yaşayacağız!”
“Delirdin mi sen! Meryem Ana mıyım ben, nereden geldi bu çocuk; Eda’ya nasıl açıklayacağız?”
“Bir planım var. İyi dinle şimdi beni…”
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.