- 900 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
TİPİ -I- Çocuk hikayesi
Yıl 1967, Ocak ayı bitti. Yarın 1 Şubat cumartesi. Ara karnelerimizi alacağız. Üç yıllık ortaokulun bir sömestrsisini daha bitirmenin heyecanı içindeyim. Buruk bir heyecan var içimde. Birinci ve ikinci sınıf günlerinde karnelerimizin verileceği günü iple çekerdim. Çünkü iftihara geçebilme heyecanı heyecanıyla içim kıpır kıpır olurdu.
Okulumuzun önünde tüm sınıflar sıraya geçip okul müdürümüzün iftihar listesini sınıf sınıf, şube şube okumaya başlayınca heyecanım tatlı bir mutluluğa dönerdi. İlk iki sınıfta her dönemde iftihar listesinde adım okunmuştu. Çalışmak, sonunda emeklerinin karşılığını görmek güzeldi…
İftihara geçmenin manevi hazzının ruhumda bıraktığı olumlu etkiyi sözle anlatamam. Uçsuz bir öz güven kazanıyordum. İlk gençlik yıllarının deneyimsizliğiyle yıllar horozlar gibi kabarıyordum iftihara geçenler arasında adım okununca! Oysa öğrenim hayatımın daha başındaydım. Önümde kat edeceğim daha nice yıllar vardı…
Manevi hazzından öte bir katkısı yoktu iftihara geçmenin. Hani ileride okunacak okullara girişte bir katkısı olsa zevki elbette daha da katmerli olurdu. 4 kez iftihara geçmekle olayın hazzını yetesiye tattım.
Üçüncü sınıfta ders dışı kitaplara karşı zapt edilmez bir istek uyandı bende. Öykü ve romanların gizemli dünyasına hızlı bir giriş yaptım. Bir gül bahçesinde güllerin gülleri, çiçeklerin çiçekleri çağırdığı zamanlardaki gibi romanlar beni çağırıyorlardı. Ders kitapları öğrenme merakımı gideremiyordu. Roman ve öykülerde farklı güzellikler keşfetmeye başladım. Edebiyat dünyasındaki ilginç yaşamları okumak güzeldi. Hele de okuduğum bir romanın filme uyarlanmış i izlemekle sanatın bir farklı alanlarına götürüyordu beni.
Küçücük ilçemizde bulabildiğim her kitabı büyük bir açlıkla okuyordum. Elime geçirdiğim bir kitabı bir ya da iki kalıyordu elimde. Reşat Nuri’nin Acımak, Yaprak Dökümü, Damga, Dudaktan Kalbe ve elbette Çalıkuşu’nu büyük bir iştah ve beğeniyle okudum. Çalıkuşu’nun anlatımı sanki yüksek dağlarda sessizce akan duru pınar suları gibi duru ve sadeydi.
Yaşar Kemal’in İnce Memed romanı bir destan güzelliğinde sardı beni. Orhan Kemal, Esat Mahmut Karakurt, Kerime Nadir, Muazzez Tahsin Berkant, Oğuz Özdeş, Fakir Baykurt’un kitaplarını seve seve okudum. Kitaplardaki aşk konuları hayli ilgimi çekiyordu. O yıllarda kız arkadaşlarla konuşmak hiç ama hiç olanaklı değildi. Karşı cinsle olan ilgimizi yaşıt arkadaşlarımla okuduğumuz aşk romanları ve Yeşilçam melodramlarıyla gideriyorduk.
Ders dışı kitaplara olan aşırı ilgim ders çalışmama zaman bırakmıyordu. Yine de geçer notlar alıyordum. Karneme kırık not gelmeyecekti. Lakin iftihara geçenler arasında adım okunmayacaktı. Durumumdan şikâyetçi de değildim.
Okulu asmak, öğrenim yaşamımı sonlandırmak gibi anlayış aklımın ucundan bile geçmiyordu. Fakat aile büyüklerim durumdan hoşnut olmayacakları da aşikârdı. Onlara göre ders kitaplarımdan başımı kaldırmamalıydım. Her nimetin bir külfeti vardır. Bu kez de iftihara geçmezsem dünyanın sonu gelmezdi. Kitaplardan edindiğim zevk velime yazılan yarım dosya kâğıdı iftihar yazısından kat kat daha fazlaydı.
Sabah ola hayrola. Bakalım yeni gün nasıl başlayacaktı. Kışın tam ortasındaydık. Kısa süreli beklentim; karne alacağımız cumartesi gününün kar yağmamasıydı. Aşırı soğuk günler yaşıyorduk. Gökyüzüne komşu ilçemizde kar bir yağmaya başladın ardı arkası bir türlü gelmezdi. Yollar kapanır, sular donar, doğa bembeyaz kürkünü giyerdi.
Maalesef karne alacağımız 1 Şubat cumartesi gününe rüzgâr, fırtına ve yoğun kar yağışıyla uyandık. Sert esen rüzgâr camları titreştiyordu. Oturduğumuz evin üç ayrı odasında oturan ortaokullu arkadaşlar bir araya toplandık. Çabucak sobayı tutuşturduk. Elde kalan ne var ne yok nevalelerle kahvaltı hazırladık. Neşe içinde karnımızı doyurup, okula yollandık. Okul yolunda 30 Santim yüksekliğinde karlar birikmişti. Düşe kalka sınıflara vardık.
Karne heyecanı zapt edilemez bir hal aldı. Nihayet karneler üçüncü dersin sonunda dağıtıldı. Sevinen sevindi. Üzülen üzüldü. Akla kara gözlerimizin önünde şekillendi. Birinci dönemdeki çalışmalarımızı karşılığını gördük. Kırık notum yoktu. Fakat birinci ve ikinci sınıflardaki gibi 8’ler, 9’lar, 10’lar da yoktu karnemde. Ortalama bir karne aldım.
Kar yağışını artırarak sürdürüyordu. İki haftalık ara tatilimizi köylerimizde geçirecektik. Köye götüreceğimiz eşyaları çabucak alıp ilçenin çıkışında arkadaşlarla buluştuk. Hedef 1300 metrelik tepeleri bir an önce aşmak. Normal zamanlarda 2 saatlik yolu bitirip ailemize, köyümüze kavuşmak.
Köyümüzün ortaokulluları bir aradaydık. Aramızda üç adet Tuncer, iki adet Kemal, Sümmani, Alim, Mübin, Elfaz, Nedim, Sayettin, Ahmet vardı. Kar şiddetli yağsa, rüzgâr karları ağzımıza, gözlerimize doldursa da güle oynaya yola revan olduk. Sabahleyin ilçeye gelen Yavuzköy’lülerin ayak izleri kaybolmuştu.
Serde ilk gençlik yıllarının heyecanı var. Karlar içinde büyümüş gençleriz. Özgüvenimiz tam. Karnelerinde kırık notları olan arkadaşların kaygısız halleri ilginçti. Millet gülüp eğleniyor! Kırık notum olmamasına neşem yerinde değildi. İftihara geçemedim. Buruk bir acı hissediyordum.
Arkadaşlarımla birlikte yürümek güzeldi. Kafile mola verdi. Sesi güzel olan Elfaz arkadaşımız, “Kar yağar bardan bardan… Yollar kapandı kardan…” türküsünü okumaya başladı. Sümmani arkadaşımız arkadaşlar:
“ Bu türküyü koro olarak okuyalım ”dedi.
Hep birden türküyü okumaya başladık. Daha başka türküler de okuduk. “Kara basma kayarsın… Kıratımın beli ince, ölürüm yar görmeyince…” Rüzgâr hızını kesti, kar yağışı yavaşladı. Yürüyüşe devam ettik.
Yavuzköy Yaylalarından kuvvetli bir rüzgâr koptu. Birbirimizi göremez olduk. Çevremizi kesif bir kar bulutu kapladı. Güçlükle yürüyüşümüzü sürdürdük. Benim için yol ayrımına geldik. Köyden sapa olan kır evime gitmek için arkadaşlarımdan ayrılıp yolun geri kalan 1 saatlik kısmını yalnız yürüyecektim. Arkadaşlarım:
“Bu karda, kıyamette gidemezsin, birlikte köye gidelim.”
“Yanlış yapıyorsun, bizden ayrılma…”
“Gelmezsen de gelme!.. Bizden günah gitti.” Bu önerileri dikkate almadım. Bir an önce aileme kavuşma özlemi galip geldi. Yalnız başıma yürümeye başladım. Arkadaşlarımın ısrarcı olmamalarına da biraz gücendim! Yetesiye ısrar etselerdi onlardan ayrılmayabilirdim.
Benim için gerçek mücadele başlıyordu. Yoğun yağan karla, fırtınaya dönüşen rüzgârla yalnız başına mücadelem başladı. Yol güzergâhım yetesiye fark edilmiyordum. Sahra çölünde garip bir yolcuydum. Biraz sonra arkadaşlarımın sesleri duyulmaz oldu. Tek başınaydım artık. Moralimi yüksek tutarak, gücümü tüketmeden yürümek zorundayım.
Bazı yerlerde rüzgâr karları süpürmüştü. Böylesi yerlerde yürümek yağla bal. Bazen de boğazıma kadar karlara saplandım. Karlara saplandığım anda paniğe kapılmadan yavaş yavaş düze çıktım. Bir çeyrek saat içinde 2 kez karlara saplandım. Allah’tan rüzgâr biraz hızını kesti. Sık sık mola vererek yürüyüşümü sürdürdüm.
Rüzgâr yeniden aç kurtlar gibi ulumaya başladı. Gitgide hızını arttırdı. Ağaçlardan kaldırdığı taze karlardan oluşan kar bulutu çöllerde oluşan kum fırtınalarından farksızdı. Kısa sürelerle sağımı solumu göremedim. İçime korku düştü. Evime varamayacak mıydım? paniğe kapılmamalıyım!.. Korkunun ecele faydası yok! Köy çocuğuyum. Karlı bir kış günü doğurmuş annem beni. 5 Ay süren kış mevsimlerinin içinde büyüdüm. Kolayca beyaz bayrak çekmek olmaz.
Tipi birazcık dindi. Dağların yücelerine çekildi rüzgâr. Önümü görmeye başladım. Gücümü kaybetmeden yürümem önemliydi. Bu bilinçle her adımımı dikkatli atıyordum. Karlara saplanınca kurtulmak için aşırı güç harcıyordum. Düşe kalka yürümeye devam ettim. Hemen hemen yolu yarıladım. Karnım zil çalmaya başladı. Ayaklarımın, ellerim üşüdüğünü iyi hissettim.…
Dar bir vadiden geçiyordu yolum. Rüzgârın süpürüp biriktirdiği karlarla mücadelem başladı. Bazı yerlerde boğazıma kadar karın içine gömüldüm. Bir an an geldi günlerimin tükendiği; bu vadiden çıkamayacağım kuşkusu sardı benliğimi. Amansız tipinin oluşturduğu vahşi rüzgâr sesi son duyduğum sesler mi olacaktı.
Tüm bedenimi tatlı bir rehavet sardı. Çocukluk anılarım film şeridi gibi gözlerimin önünden geçmeye başladı. Üç yaşında bir çocuktum. Evimizin önünde oynuyordum. Az ilerime bir karga kondu. Kargaya doğru yürümeye başladım. Onu daha yakından izlemek ve azıcık dokunmaktı amacım. Her yaklaştığımda karga azıcık havalanıp birazcık ileriye kondu. Daha sonra annem evden çıkıp yanıma gelince karga uçup ormanın derinliklerinde kayboldu.
Hemencecik silkinip kendimi toparladım. Hareketsiz kalmak ölüm meleğine davetiye çıkarmak demekti. Ellerimi ovuşturdum. Yanaklarıma annemin hiç atmadığı şamarlar patlattım. Annemi anımsadım. Kalbimde dayanılmaz bir acı hissettim. Tipiye yenilip donarsam annemin ne büyük acılar yaşayacaktı.
Ortaokula gitmek için bu yollu kat etmiştim. İlkokulu bitirmiş yeni bir okula başlayacaktım. Serin bir sonbahar günüydü. Güneş ufuktan fazla yükselmemişti. Gökyüzünde uzak ara ile gri bulutlar vardı. Her şey güzeldi. Sol tarafımdaki ormandan hafif bir rüzgâr yüzümü okşuyordu. Bir an önce yeni okuluma kavuşmak için koşarcasına yürüyordum.
Büyük ümitlerim vardı gelecek adına. Ortaokula giden ağabeylerimden yetesiye okul hakkında bilgi almıştım. Derslerine çalışan öğrenciler için başarılı olmak hep mümkündü. Normal başarılı olmak bir yana iftihara geçmeyi kafama koymuştum. Böylesi güzel düşüncelerle başladığım ortaokulu bitirmeden karlar arasında donacak mıydım? Hayır, teslim olmak yok. Dersleri başardığım gibi fırtınayı, tipiyle mücadeleyi de başarabilir. İyi şeyler düşünmeliyim…
Beden Eğitimi öğretmenimizi anımsadım. Öğretmenimiz derse başlarken bizlere ısınma hareketleri yaptırırdı. Aynı hareketleri yapmaya başladım. Kafamı sağa sola çevirdim. Kollarımı omuz başlarından hareket ettirdim. Bacaklarım derken yeniden güven kazandım. Epeyce de dinlenmiştim.
Vadinin tam ortasındaydım. Yolumu da yarıladım sayılır. Ha gayret diyerek belime kadar saplandığım karlı yolda yürümeye başladım. Önümde fazla yüksek olmayan bir tepe var. O tepeyi aşabilirsem yolun kalan kısmını rahatlıkla bitireceğimi umuyordum. O tepeyi aşabilmek benim için “Olmak ya da olmamak” demekti…
devam edecek…