- 1197 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Aşk Çocuklaştırır
Bu kokular, tıkırtılar, ayak sesleri, mırıldanmalar... hep çekip çıkarmak için değil mi beni bu loş yerden? Tamam, tamam çıkıyorum o kuyudan. Oysa hiç şikâyetim de yoktu ya. Bu uzaklıktan bakmaya alışmıştım ben. Korunaklı bir köşeden seyredilince, her şey kalkanlarından kurtuluyor birden... Sere serpe döküyor kendini ortaya.
Ben bu bakışı edinmek için çok zaman harcadım, çok rüzgârlar yedim. Görmezden geldiklerim yüzünden öyle örselendim ki sonunda görmek zorunda kaldım onları: Gözlerimi dört açıp ta ciğerlerine bakmak, bana karanlık gelen yerlerini ışığa boğup bilinmezliklerinden sıyırmak onları... Savaşılabilecek kadar tanıdık bir hâle getirmek...
Bu şekilde bakmayı öğrendikçe, yani bir kuyunun dibinden bakar gibi çok uzaktan; koca bir bütünün minicik bir parçasına bakarcasına, çok daha geniş bir açıyı tutturarak... o baktıklarım da ait oldukları o bütünü hatırladılar sanki ve bir rüyadan uyanır gibi iyice bir silkinip kendilerine geldiler... Gülümsemeye başladılar.
Tamam, kalktım şimdi. Kokuların kaynağına yöneldim: Mutfağa yani... O kadar derinlere kaçmam gerekmeyen bir yerdeyim... Dümdüz bakabilirim. Karşımda çok tanıdık biri var çünkü. Bu duyguyu öyle özlemişim ki! Öylesine süzülüvermek içeri, sadece ayaklarımla değil ruhumla da gelişigüzel bir şekilde yürüyebilmenin özgürleştirici etkisiyle, kanatlarımı çırpıp durmak gönlümce... “Kahvaltıda ne var teyzeciğim?” diyebilmenin, ‘zamanları aşan bir yer’ olduğunu hatırlatan sıcağında demlenmek usul usul, uykunun yüzünden çekilmesini bekleyen küçücük bir kız gibi...
“Koca kadın oldun, kahvaltıda ne olduğunu mu soruyorsun?” diyen bakışlarının içinde saklı “sen hep benim o küçük, tatlı meleğimsin”i duyup pencerenin önündeki sandalyeye kurulmak, çocuk olmanın kurallarına uyup o günlerdeki gibi en merkeze oturtarak yine kendimi...
Ama yerine oturmayan bir şeyler var sanki. Teyzem bana kalmaya geldiğinde, onun gözlerinden kendime bakıp anında bende gördüğü o şirin kıza dönüşmekte hiç zorluk çekmemiştim oysa şimdiye dek. Peki şimdi neden içimdeki o kadın dürtüp duruyor böyle, “buraya tıkamazsın beni” der gibi?
Yani, kalbim teyzemin önceki gelişlerindekinden daha bir pür telaş çarpıyor olabilir, tamam. Âşığım sonuçta. Ama bu, çocuk olma hakkımın elimden alınmasını gerektirmez ki! İlle sandalyemden kalkıp bir ucundan köşesinden ben de mi tutmalıyım işlerin? “Ben ekmekleri dilimlerim” falan mı demeliyim mesela?
Birkaç dakikadır duyduğum huzursuzluğun nedeni belirginleşmeye başladı birden. Geçişin zorlu olmasından korkuyorum galiba. Yani böyle kendimi sere serpe bırakmış, bir çocuğun kocaman bencilliğiyle; astığım astık, kestiğim kestik bir tavırla isteklerimden oluşan bir listeyi sıralar dururken zihnimde, telefon çalacak birden... Ve o anda merkezdeki yerimden ani bir şekilde diğer fanilerin mertebesine geçmek çok da kolay olmayacak herhalde. Hele benim durumum söz konusu olunca daha bile zorlu bir hâl alacak bu durum. İndiğim o kuyudan göründüklerinden çok farklı çehrelere bürünecek çevremdeki şeyler. Hatta âşık olduğum adam bile belki...
Teyze ve sevgili ne kadar uzak yerlerindeler renklerimin! Çocuk olabilmenin sıcağıyla âşık olmanınki çok farklı iki kucak açıyor insana. Birinde bencillikte varılan sınırsızlık, diğeri söz konusu olunca özveride baş gösteriyor... Aslında aşkta da bir merkez sorunu yok değil... Yani çocukken nasıl kendin yer alıyorsan o merkezde; aşıkken de sevgilin oturuyor aynı yere. Yani başkalarına karşı körlüğünün derecesi açısından çok da fark olmuyor.
Şimdi telefon çalsa ne yapacağım ben? Sandalyemden kalkınca hemen o âşık kadına mı dönüşeceğim, “telefonu nereye bıraktım” diye söylenip sesin geldiği yöne doğru ilerlerken? Alo’m bile bir farklı tınlayacak muhtemelen kulağında. “Nasıl bir alo bu?!” diyecek. “İçinde ne kadar az varım ben!”
İyisi mi şimdiden hazırlayayım kendimi önceki yerime. Kalktım bile işte! Tezgâha yaklaştım usul usul. Teyzem “hayrola” dercesine bir göz attı bana. Yadırgaması normal... Hiç böyle hamaratlık yarışına kalkmamıştım onunla şimdiye dek. Ekmek tahtasına uzanacaktım ki kalakaldı havada elim. “Bu kadar mı yani?!” dedi içimdeki âşık kadın. “Böyle mi o şımarık, küçük kız olmaktan çıkacaksın?”
Unu çıkarmak üzere dolaba uzandım. Oklavayı bulup çıkardım yerinden. Teyzem tezgâha dayanmış, beni seyrederken ona bahsetmeyi düşündüğüm şeyleri de kendimce bir ucundan anlatmaya başlamış oldum böylece. Önlüğü üzerinden çıkarıp bana uzatırken “Sana daha çok lâzım” dedi. “Una bulanma şimdi.”
Bu sözsüz açıklamamın bir yerinde aşkı bulmuş muydu, bilmem. Muhtemelen bulamamıştı, aşk çoğuna göre çocuklaştırırdı çünkü. Aslında bir yanıyla da çok doğruydu bu... Ayağımda hâlâ geçen gün sevgilimle el ele, çıplak ayak toprakta yürürken batan o dikenlerden kalma izlerle; her gece belli bir saatte onunla yaptığımız anlaşmaya uyarak gökyüzüne doğru, onun da o anda aynı şeyi yaptığını bilerek kahve dolu kupamı kaldırıp günlüğüme çiçek böcek resimleri çizerken... “çocuklaştırmıyor” demem pek de mümkün değildi. Reddedebileceğim tek şey, bir çocukta çok masum kaçan o benmerkezci tavırdı. O sınırsız vurdumduymazlık... Çocuk olmanın bu yönünü de aşkın tanımı içine tıkıştırmaya çalışıp bencilliklerine kılıf arayanlaraydı benim itirazım yani.
Bütün bunların aklımdan geçmesi birkaç saniye içinde gerçekleştiğinden; birden kendimi elimde oklava, burnum una bulanmış, harıl harıl hamur yoğurmak için unu kaba boca etmek üzere bulunca, kalakaldım birden. “Nerden geldim ben bu noktaya” dedim.
Az önce her şey ne kadar başkaydı oysa. Tam da teyzem geldiği zamanlarda oluşan o büyüye uyan bir kıvamda, aramızda tek söz geçmeden vardığımız gizli bir anlaşmayla büründüğümüz rollere sıkı sıkı tutunmuş, bir parantez açmışken her zamanki akışa... ben onun yıllar önceki küçük, tatlı yeğeni; o bana kurabiyeler yapan, güzelliğiyle iftihar ettiğim, okul çıkışları beni almaya geldiğinde ilkokul öğretmenimin kalbini hoplatan o genç kadın olmuşken yine... hangi şeytana uymuştum da perdeyi çekmiş, “oyun bitti” demiştim birden? Asıl bu yaptığım bencillikti.
Âni bir hamleyle önlüğü üzerimden çıkarıp ona uzattım. “Sonra yaparım.” diyerek şaşkın bakışları altında penceredeki köşeme yöneldim hemen. Birkaç saniye içinde önceki o sevimli, küçük kıza dönüşmüştüm bile.
Teyzem ben uyurken üzümlü kek koymuştu fırına. Kokusu buram buram tütüyordu. Sabırsızlıkla onun fırından çıkmasını beklerken karşı kaldırımdan aksayarak bir kedi geçti. Canı çok yanıyor olmalıydı, çünkü birkaç dakikadır güç bela ancak iki adım atabilmişti. “Ben geliyorum şimdi” deyip apar topar kapıya koşmamla kendimi karşı kaldırımda bulmam bir oldu.
Az sonra kucağımda aynı kedi, mutfaktaydım yine. “Süt kalmıştı, değil mi?” dedim teyzeme. Başını onaylar şekilde sallayıp tatlı tatlı gülümseyerek karşılık verdi. “Hangi ara bu kadar ısındı kalbin?!” diye soruyordu gözleri.
Ben dışarı çıktığım o arada masaya bir parça kekle çay koyuvermişti hemen. Diğer kahvaltılıkları koyacakken de ben çıkagelmiştim, üstelik yanımda benden çok daha fazla ilgiye muhtaç biriyle.
“Bir sepet olacaktı bir yerlerde.” dedi. “Sen onu bul, ben de sütü çıkarayım o arada.” Daha sepet kelimesini duyar duymaz “nasıl aklıma gelmedi” deyip mutfaktan fırlamıştım bile. Bir de eski bir battaniye falan bulursam hiç değilse şimdilik kediciğe rahat bir mekan oluşturabilirdim. Yakınlarda bir veteriner vardı, oraya uğrardık önce... Daha sonra gereken neyse alırdık nasılsa.
Ben bunları düşünüp holde ilerlerken “Aklımdan çıkmadan söyleyeyim.” diye seslendiğini işittim ve az önce bakışlarında gördüğüm o farklı ışığı hatırlayarak içimde uyanan ani bir sezgiyle iki kat daha hızla çarpmaya başladı kalbim.
“Sen dışarıdayken telefonun çaldı.” diye devam etti; “kaçamazsın benden, neler döndüğünü anlatacaksın” diyen, tebessümlü bir sesle. “ ‘Engin’ yazıyordu. Sanırım acilen ulaşmak istiyor sana. En az on kere çaldırdı çünkü.”
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.