- 1151 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
'obnoxious'
Arka sırada göğe erişeceği günü özleyen dağı bekledim. Burada sadece beklenilir. Adını bilmediğim, uçabilen, iriliğiyle ürküten bir böceğe rast geldim. Tepeler ardı sıra ayağımın ucuna kadar erişirken makyajsız ve terli bir günü yaşıyordum. Tuzu az bir denizin doğurduğu, etrafında çekirdekli bir bitkinin izleri olan ve an geçmiyor ki daha parlak ve erişkin bir hale gelen yüzüyle susuyordu. Burada susmak iyidir. Konuşmadan, daha sakin nasıl olunabilirse düşeceği günü düşünmeden güneşin ışığıyla oynaşan ve kuşlarla merhabalaşan yaprakların arasındayız. ‘Gel’ diyorum. Ben ne dersem onu yapacak. Bana inanıyor. Bir ilaha inanır gibi inanıyor. Üzerinde pembe bir tişört var. Tişört onu sıkıyor. Üzerimdeki montu parçalamak istiyorum ama yeri değil. Akmaktan yorulan çayın kenarındayız. Bir balık görebilir miyiz umuduyla gözlerimiz pervanelere eşlik ediyor. Sakiniz, öyle sanıyorum. Sakinlik: Arkasındayım. Oturuyoruz. Ben artık terlemiyorum. Üzerimdeki terli ve çimen kokan montu çıkarmadım. Sarmaşığız. Yüzünün pürüzlerini geçip, kaz tüyünün halt ettiği böbrekleriyle ilgileniyorum. Az bastırınca ses geliyor. Ses tutsak bir turunculuğun ardınca bembeyaz. Renklerle kafayı bozmuşum, az mı? İki seçenek var. Birincisi buradan usulca gitmek. İkincisiyse ötedeki uçuruma yürümek. Çayda kanımız akınca rahatlayacağız. Bir süre ortasından sarı bir kıl uzamış benini yok sayarak boynuna dolandım.
Karşı evle arası sekiz metre olan bir evin balkonundaki demirlerine sıkıştırılmış olta ipi emanete hıyanet etmişti. Asılmış pembe tişört düşmüştü. ‘İğrenç canlılarız’ dedim doygun ve de artık kanserli hücrelerin ivmesini arttıran yağa bakarken. Eldivenli elimi yirmi kiloluk tenekenin içine daldırdım. Beş dakika boyunca çocukluğuma dönebilirim dedim ve türlü şekiller yapmaya başladım. Etrafımda birikenleri savmaya çabaladım. Biri ‘kurtar aklını, kurtar aklını’ diye bağırıyordu. Hayır, konuşuyordu. Diz dize çarptı. Elimi bir an için kaybettim. Göbeğini iki eliyle tutup, biriken yağı gösteren reklamları düşünüyordum. Bir an her şey karardı. Her şey o an başladı. İki kez elektrik çarptı. İkincisinde elime aldığım tavuk budu koca bünyemi alaşağı etmeyi başardı. Küçücük bir tavuk buduna gardımı alamamıştım. Saat ikindi üzeri dört beş gibiydi. Biri at, biri fil, biri gergedan, hatta biri domuz dedi ama kimse örümcek ya da yılan demedi. Sevişirken atta yalan, fil de, gergedan da ve hatta ölmek üzere göğü görmeye gözleriyle son kez sıçrayan domuzda. Örümcek gibiydi ayakların gölgesi duvarda kırılırken. Yılan gibiydi saçlı saçakların arasından sokulurken ve ansızın kalın kafasının gölgesi ortaya çıkıyordu. Ben de nefret ediyordum gölge de iki boynuz gibi gözüken pantolonun kıç kısmında beliren iki ince kumaş çiziğinden.
Ortada buluştuk. Reklamlardaki yalanları duyduk. Kimseye anlatmak istemeyeceğin anlar vardır. Güneşin çekirdeklerini kavurduğu yüzüyle çeşme başına doğru ilerledi. ‘Su ne güzel’ dedi. Ne kederli ne de tam anlamıyla şendik. ‘Şurada zeytin ağaçlarının arkasında bir medeniyet çizelim’ diyen kuş, küçük bir serçeydi. İnsan bazen hiç tanımadığı kuş tarafından çağrılabilir. Bunca asır o kuşların sesleri altında doğan ve ölen canlılar için top seslerinin volümü haddinden fazla kısıldı. İki pencereli, barakaya benzer, çatıyı andıran yüzeyinde biriktirilmiş bodur ağaç parçalarının altındaki kapıyı araladık. Yayları iyice gevşemiş, üzerindeki kirli minderin üzerine davet vardı. Bu çağ iki yapraklı bir dala yakınmasıydı. Çağ:
Kapı aralandı. İçeri iki insan girdi. Biri diğerinden daha iri ve gergindi. Diğerinin daha iri hevesleri vardı. Astarı olmayan sarhoşluk kendi halinde bir dert kanaviçesi üzerindeydi. Düğmemin biri düşmüştü. Saat durmuştu. Durmuş saatlerden korkuyorum. İlla bir yerde pil vardır. Bu pili biri çıkarıp getirmeli. Bulamadınız mı? Lanet olası kumandanın pilini getirin! Artık kumandalara da incel pillerden mi koyuyorlar? Oval ekranı berbat bir Hollywood yapımı üzerine parçalayabilirsiniz. Hayatın doğal efektleri içinde en çok yer alan iki şeyi bulup, buraya koymuş olmalılar: Ağlar ve tozlar. İnsanlar neyi istiyorlarsa, çağ onu gerektiriyor ve birbirlerinden, kısacası dedikodulardan uzaklaşmak istemiyorlar. Eğer bir insan ‘ben dedikodu sevmem, yapmam da’ diyorsa, o insandan korkmalı. Değil basit bir sırrı –sırların çoğu basittir- herhangi rengin sevilişi bile ona söylememeli. Gün gelir sevilen renkten soğumaya o sebep olur. Ancak o üzerindeki pembe teniyle güzeldir. Bu ölene kadar böyle devam edecek. Asla tekstil makineleri alay edilecek makineler değildir. Üzerine akmış terleri, emeği biriktirin ve bir kavanoza koyup getirin. Hangi dalından koparılmış çiçeği o kavanozun içine koyarsanız koyun, mutlu olacaktır. Onun elleri yıllarca o makinelerde yorulduğu için mi kıyak geçiyorum? Kotlanmış bir kumaşın bacaklardan çıkarken çıkardığı sesi duymak istemezsiniz. Burada çağ kronolojik olarak değerlendirilirse, sevilenler hep uzaktadır. İnsanın anlaştığı iyi arkadaşları uzaktadır ama konuyla alakalı et üzerine sarılmış yağlı kalça üzerinden bir problem çıkarılabilir. İsyanların Latin dansına doğru devrilip, yağların sıkılaşan evriminde pi sayısının gizemi çözülmüş oldu. Bu iri beni iyi hatırlıyorum. Tam olarak sağ ya da sol bacak olduğunu unutmuştum. Bakın, yine unuttum. Çağ unutkanlığın hüküm sürdüğü aptalların düşündüğü ve üzerine konuştuğu haritalar ortaya çıkarmıştır. Kriptonun kriminolojik vaka olmayacağını ezberle derslerini geçen ahmak bir avukat dahi bilebilir. ‘Batlamyus’un cetveli’ diye bir kitap ayağının biri kırık olduğu için duvara yaslandırılmış masanın üzerinde duruyor ve de elbette afroamerikan yüzler. Sakalıyla oynayan Batlamyus olmalı. İki yanaktan birini ele alıyoruz. Yüzü güneşe ne kadar emanetse, geometri bir kıçla ilgilenebiliyor. Aynı şey daha yukarısı içinde geçerli olabilirdi ancak toprağın biçimsiz kıldığı bir bitkidir o. Kedilerin sürtündüğü nemli bir raf, her tarafından kir akan sokak köpeğin başını yasladığı soğuk bir mermerdir. Gövdesi ortadan ikiye ayrıldığında mezarın kabul etmeyeceği taştır. Uygarlık bu toprağın üzerindeki ilk taş sayesinde başlamışsa, pi sayısına dönebilirim.
İçi dolu çember. Parmağım artık dairenin etrafından geziniyor. Solgun sarı tüylerin başını çıkarmaya utandığı yüzeyin etrafında nefes alıyorum. Çevresi boyunca aynı parmakla geziniyorum ve başladığım yerde hareketi bitiriyorum. Çevrenin çapa olan oranı çağın fizyolojisini değiştiren emare oluyor. Sonradan hiçbir şeyin 0 ve 1 arasından çıkamadığını iddia edenler olabilir. Bu doğru olabilir. İki kişi yoktur diyemez kimse. Orada iki insan var. Aynı yerdeler ama iki insan da var diyemezler. İki insanın aynı anda olabilme olasılığını bir derecenin yaklaşık kaç dakikaya eşit olduğunu bulmakla Hintli bir piç ilgilenirken, olay tekrardan antik minderin etrafında gerçekleşiyor. İki dairenin buluştuğu kılcal nehrin peristaltik hareketle beslendiği asıl damara nedameti, kaygan bir doğanın bahçesini aralıyor. Kitabın sayfasını heyecanla çevirmek isteyen bir kadının, amilaz enzimine daldırdığı parmağının ucunu kullanarak ilerlettiği sekans: Etrafta aynı antik iletişimsizlikler ama umut yok. Parmak ucuyla molasız bir şekilde damağı şaklatan bir hareket devam ediyor. Şeklin çizim programına aktarılan yüzleri mevcut. Önyüzünde birbirine neredeyse denk sarımsı otların emektar tiyatrocuyu andırdığı yer orjin. Öklidyen üç boyutlu bir görüntünün yanı sıra doğum gününün yalancı sarılmaları duruyor. Ordinat çizgisi üzerinde boğumlanan doğum isyanı düğümleniyor. Kalbi var. Ağzı var. Nefesini hissediyorum. Şu anda hiçbir şey, apsisinden daha özgür olamaz; en yalan sloganlarıyla! Burada iki dairenin kartezyen bileşimini özlüyorum. Nesnenin tadını duyumsamak bir yana, matematiğinin hevesli tarafı bu. Yumurtaları dolgun iyi bir menemen, yanmadan közlenmiş iki acı biber, limon soslu kırık zeytin, ağızda eriyen yumuşacık tuzlu bir peynir, yağı donmamış baharatı yerinde iki sucuk dilimi. Her nesnenin ucu titreklikle anılır. Ya solar, düşer, akar, üzgündür ya da belirgin, ürkekliğiyle canlı ve anlaşılabilir. Diplerden çıkarmaya uğraştığım ‘res cogitans’ soluklanması: Bana izin veriyor güneşin aldatıcı sıcaklığı. Miseratoris ve misericordis bir yaratıcının eseri penceredeki huzme karşısında canlı bir Rönesans portresi olarak kalabilir. Neye göre çirkin ve uzamın dışında kalabilirsin? Bunu söyleyecek dilin var mı? Marks’ın sümüğü değildir çirkinliği incelten kibar kıvrım. Kendi kendime dayatageldiğim algımın tuğlaları yerle bir. Güneş midir becayiş-i müsebbibi? Sıyrılan kenarların her biri şimdi düzlemsel ve arka yüzündeki mülteci kampını açan nefesimdir. ‘Şimdi ne yapacağız’ diyorlar. Bu soruyu sormadan önce düşünce yoktu. Sır basittir demiştim. Sır:
Sır kalsın. O kiraz ağacına gidelim. Anlatıyorum. Ona çok şey anlatıyorum. Nasıl yaşar insan bu kadar sahteliğin değer kazandığı yerde? Bir insan mal olmayagörsün! Öleyazıyorum o ara. Mumun söndüren parmağımın ucundaki tükürüğün şarkılarla şenleştiği anlar mazi oldu. Yeni bir şarkı yazmak için önce güzel bir şey yaşanmalı. Uzun süredir görmedim. Yaz gelince tekrar görüşelim mi? Bu arada senaryolar, minyatür şiirler, öyküler, zahmetli romanlar o mumun yanı başında. Gel buraya seni özledim. Köprünün senkronize şekilde açıldığını görüyoruz. Ancak bir telaş ki görmeyen ölsün. Nedir bu telaşım a kuzum? Geceleri uyumamaktan kaynaklanan gözaltı torbacıklarına zam mı geldi? Nedir şu uyuyuşların. Saçların başımı kaşındırdı. Sen onları ıslattın ve toprağı tırnağımla kazıdım. Beni buraya gömmeden geri dönemezdik.
Arka sırada oturan çiftin benzersiz sessizliği ve geometrisine erişiyorum. O her şeyden habersiz hayatını değiştirme planları yapıyor. Sakalını kaşıyor. İki gün önce yanağından cımbızla bir sürü kıl almıştı. Onun yanağında çıkan kıllar benim sakalım kadar olmalı. Buna önceleri itiraz ediyordu. Daha arabesk olamazdı. Bir keresinde mavi huyuyla beraber ağda yaptırmıştı. ‘Bir daha yaptırırsam Allah belamı versin’ demişti. Acıdan gözlerinin ne kadar yaşardığını ve erkekliğine zarar gelmesin diye ağlamamıştı. Evrime böylece inanmıştık. Enternasyonal çevrelerin türlü kibarlıklarla anlattığı bir saçmalık üzerine biri ‘hurafeler’ diye arka sıralardan bağırmıştı. Bağırmak güzeldir. Elbette anlayışlı bir insana bağırırken cevaben saygıya davet beklenebilir. Hurafeler de salgın hastalıklar gibidir. Ve biz çamaşırlarımız koktuğu için yıkamaya başlamıştık. Doğanın kokusu terk edilmişti. Terk, baskülün üzerine çıktı. Kıllı ayaklarıyla duvara tekme atarken saati fark etti. Trene gecikecekti. Arka sırada oturan, kolları çıplak birine gözümüz kaymıştı. Üçümüzün gözleri kaymışken, ikisi kıllı kollarıyla okey oynayanları görebiliyorlardı. Birimiz ‘kürdan’ dedi. Benim için pahalı bir epilasyon aletinin çıkardığı sesin ‘zımbırtısı’ onaylanabilirdi. Diğeri de ‘geometrinin asla belirli kuralı yoktur’ demişti. Kanun maddelerinin hiçe sayıldığı bir başka madde saydı. Öteki ‘maddeler kanun için değiştirebilir seçenekleri de beraber getirmiştir’ dedi ve sustu. Sona kalan dona kalır misali, ağzına doğru götürdüğü kitabı tutarak ‘ben bunu yiyebilirim, kendimi öküz gibi hissediyorum, ne güzel kokuyor’ dedi. Çay söyledik. Çayın teki iki liraydı. On çay yirmi liraydı. Bir paket çayın üçte ikisiydi. ‘Kira’ dedik, ‘maliyet zordur’ dedik, ‘bardak büyüktü’ dedik, ‘prestij’ dedik, ‘deniz kenarı’ dedik, ‘ucuzdu be yine de’ dedik ve dağıldık. Bu arada fotoğraf makinesini bir ben gördüm. Bizi çekmişlerdi.
Sahte insanların sırları hiçten farksızdır. Yaşamsal değildir. Kendi aptalca varoluşlarının özgürlüğünü tutsak kıldığı kenarlıklara aittir. Yağmurlu bir gün. Onu eve çağırırken aklından geçen şeyleri ben de düşünebilirim. Kıskançlığın verdiği sınırsız bir arzu duyumsuyor. Birinci bu arzu ve ikincisi zaten bundan başkası benimle olmaz. Ev boş. Eşyalar olabildiğince tozlu ve kirli. Duvardaki ağlar sarı ışıkta iyice belirgin. Tatlı bir sarhoşluk mevcut ancak mide feryat ediyor. Karbonat pompasıyla düzelmeyen içi boş, beş küçük yeşil cam şişe tezgâhta duruyor. Az zoraki, az marazi ve az ağlamaklı. Bir şehir tecavüzü biliyor. Bir şehir tecavüzü kaldırıyor. Buna basit sır diyoruz. Yaşın asla önemi olmadan cam şişeler siyah çöp poşetlerine konuluyor. Etrafa sıçramış döllerin külotlarda ne işi var? Burada döl var, burada kan var ve burada bir şehrin kirlendiğini gösteren sayfalarca sır var. Her şey var. Herkes pisliği kabulleniyor. Doğayı karıştırmayın. Yasalarca izin verilen masa etrafında zoraki gülümsemeler ilgi manyaklarıyla çevrili. İlgi manyakları için makamlara ait yeni binalar yapılıyor.
Sıradan, sisli bir gün. Oradan geçiyorum. Ağaçlar burada birilerini fena incitmiş. Sanırım bile isteye gidip ağacın gövdesine hızla başını çarpıyor. Sonra diyor ki ‘ağaç bana vurdu’ ve ağaçları buradan siliyorlar. Haritadan takip edilebiliyor. Buraya dört katlı beton yığını yaptılar. Ortasına bir kapı açtılar. Üzerine bir tabela iliştirdiler. Alakasız bir şey yaptıklarını düşünüyordum. Mecburlardı. Burada aslında makamları o kadar önemsiz insanlar var ki, yine de onları tanıyan insanların iğrenç koltukaltları kabarıyor. Geçen birisi, oradan birini tanıdığı için itinayla lokantada masa ayarlamıştı. Garsonların papyonları bile küfür ediyordu. O binanın dört katı da makamlardan oluşuyor. Memurundan müdürüne kadar torpil akıyor. Torpil patlattığımız günlerde, boş şarap şişeleri bulanlar gözümüzde büyüktü. Bir çocuğun ölümünden sonra itinayla bahçesi düzeltilen okul bahçesinde defalarca o torpili patlatırken yanımda yine kuş sesleri vardı. Kuşlara sinirlendim. Yuvalarını kesseler de, o yeni yapılan betonarme canavarın etrafında kalan birkaç ağacı dahi bırakmadılar. Oysa göç ederler diye umut ediyordum. Birileri onları siktir ederken, onların göç ettiklerini hayal ediyordum. Rüyama girdiler. Rüyamda kuşlarla beraber uçuyordum. ‘Neden gitmediniz’ diye sitem ediyordum.
Ön sıradaydık. Fatura kuyruğunda ön sırada olanları bir yarım saat önce ben de kıskanıyordum. Şerefli bir bekleyişti. Ön sıraya sonuçta gelince elimizde bedeli yüksek fatura vardı ve ona denk para montun iç cebindeydi. Buraya gelmeden önce bankamatiğe uğradık. Onunda faturası vardı. Artık dizlerimiz başka yerlere dönük yaşıyor. Fotosentez yapan saçları gri, kirlenmiş altgeçitlere sürüklemişler. Diplerde yaşamayı seçen iki ayaklılar olarak lirizmi düşük betonları iyimserleştiriyorlar. Işıklar. Etrafta onlarca ışığın olduğu yer de yıldızlara hacet kalmıyor. Çocukluğunda gökyüzündeki yıldızları bilen, onlarla yönünü tespit edebilirken, şimdi orada duran herhangi bir ışık uçak olabilir korkusuyla kimse parmağını kaldırmıyor. Bir neslin parmak kaldırma korkusunu yenmek için kullandığı yıldızları görebiliyor musun? Önce onu dinliyorum:’ Şu adamı tanıyorum.’ Fakat ben tanımıyorum. ‘Bu adam bizim karşı apartmanda iki dairenin sahibi. Polis de her şeyi biliyor. Bu iki evde günübirlik kiralık evlerden. Faturasını yatırmaya gelmiş ancak şey duydum, bir ara evdeki elektrikli şofbeni bilerek iptal etmiş. Sıcak su olmadığı için müşterilerini kaybetmeye başlayınca, tekrar takmış şofbeni. Bu sefer de üçüncü dereceye getirmemeleri için, ‘üçe almayın, sigorta atıyor’ diye kâğıda yazıp, şofbene yapıştırmış.’ Sen nereden tanıyorsun? ‘Biri söyledi işte, ne yapacaksın?’ Öyle bir bakıyorum ki… ‘İnanmıyorum sana, ben öyle bir insan mıyım?’
‘Oturalım mı az’ dedim. ‘Olur’ dedi istemsizce. Oturduk. Sandalyenin üzerindeki minder beni rahatsız etmişti. Az doğruldum ve minderi altımdan çektim. Havayı bir süre dumansız kılmaya niyetliydim. Elindeki dergiyi bana doğru uzattı. ‘Bunu hiç gördün mü?’ ‘Kaç yılına ait ki bu’ derken dergiyi karıştırıyordum. ‘1944 yılında yayımlanmış. İçinde Sabahattin Ali’nin öyküsü bile var’ dedi. ‘Hiç okumadım, bu mu’ dedim. Karton bardakların içinde duran çayın tadını bilsem de ayağı kalktım. ‘Çay alıp geleyim, bekle’ dedim. Çamaşır suyundan dolayı derisi incelmiş parmaklarımla sızlayarak taşıdığım iki sıcak çay dolu karton bardağı az kalsın dökecektim. Masanın etrafında geriye doğru çekilmiş iki sandalye gördüm. Biri benim az evvel oturduğum sandalyeydi. Dergi orada duruyordu. Mindersiz sandalyeye oturdum. Derginin üzerinde beş kuruş duruyordu. Bu küçük şıllığı ben mi çıkarıp koymuştum, yoksa o mu giderken koymuştu? Bilemedim. İç cebimden karemsi, avucum büyüklüğündeki pembe kumaşı çıkardım. Küçük şıllığı pembe kumaşın içine itinayla yerleştirdim. Dört kere katladım. Tekrar iç cebime geri koydum. İç cebimde bir buçuk yıl önce aldığım sakız duruyordu. Sakızı ağzıma alırken, bardaklardan birini az öteye koydum. Biri bu masaya oturduğunda ‘oturanların ani bir işi çıkmış olmalı ki, çaylarını içmeden kalkmışlar’ diye düşünmelerini arzuladım. Dergiyi alıp ayaklandım. Şekerimsi bir ağrı kafatasımın yüzeyinde dolanıyordu. Sayıklıyor gibiydim.
-Beş kuruşa, beş kuruşa…