- 2386 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Franz Kafka: Şosede Çocuklar
Arabaların bahçe çitinin önünden geçtiğini duyuyordum, bazen onları süzük kımıldayan yaprakların aralıklarından görebiliyordum. O yazın sıcağında nasıl da çatırdıyordu odun yuraklarında ve şaftlarında! İşçiler dönüyorlardı tarlalardan ve gülüyorlardı, kepazelik derecesinde.
Ben evimizin bahçesinde, küçük salıncakta oturuyor ve ağaçların arasında dinleniyordum. Çitin önü durulmuyordu. O an çocuklar geçiyordu koşar adımlarla; buğday demetleri ile yüklü arabanın üzerinde adamlar ve kadınlar geçerken kararıyordu çiçekler tarhı; bir bey gördüm akşama doğru bastonuyla dolaşıyordu usulca, ve onunla karşılaşan kol kola girmiş iki kız, yandaki otlara basarak yol verip selam verdiler. Sonra kuşlar uçuştu püskürür gibi, bakışlarımla takip ettim onları, bir solukta yükselişlerini gördüm, onların yükselmeyipte kendimi düşüşte olduğumu inandırıncaya ve ipleri sıkıca tutarak bir zaafla biraz sallanmaya başlayana dek. Az sonra daha güçlü sallanıyordum, hava daha serin eserken ve uçan kuşlar dahi titreyen yıldızlar gibi görünüyordu. Gece sofrasına oturdum mum ışığında. Çok defa her iki kolumu ağaç talaşından plakanın üzerine koyardım. Yorgun argın ısırıyordum tereyağlı ekmeğimden.
Çokça aralanmış perdeler ılık rüzgarla kabarıyor, ve bazen dışarıdan geçen biri beni daha iyi görmek ve benimle konuşmak için tutuyordu onları elleriyle. Çoğu zaman mum sönüyor ve bir müddet kara dumanın etrafında oraya birikmiş sivri sinekler uçuşuyordu. Camdan biri birşey sorduğunda, ona bakıyordum, dağlara bakar veya boşluğa bakar gibi, o’da alacağı cevaba pek meraklı değil gibi oluyordu sanki. Pencerenin parmaklığından atlayıp diğerlerinin evin önünde olduklarını bildiren biri olduğunda kalkardım tabi iç çekerek.
»Hayır, neden içini çekiyorsun öyle? Ne oldu ki? Bilhassa asla düzeltilemez bir talihsizlik mi olan şey?
Bir daha asla iyileşemez miyiz? Gerçekten herşey yitirilmiş midir?«
Hiç birşey yitirilmiş değildi. Evin önüne yürüyorduk. »Sonunda gelebildiniz, çok şükür!« — »Daima geç kalıyorsun işte!« — »Ben, neden ki?« — »Bilhassa sen, evde kal, bizimle gelmek istemiyorsan.« — »Teveccüh yok!« — »Ne? Ne demek teveccüh yok? Sen nasıl konuşuyorsun?« Başımızla delip geçtik akşamı. Gecemiz gündüzümüze karıştı. Yeleklerimizin düğmeleri diş gibi sürtüşüyordu birbirine, hep eşit mesafede yürüyorduk, ağızımızda ateş, tropik hayvanlar gibi. Eski savaşların süvarileri gibi, tepinerek ve başımız dik sürüklüyorduk birbirimizi dar sokaklardan aşağıya ve bacaklarımızdan aldığımız bu hızla şoseden yukarıya. Bir ikisi sokaktaki hendekleri geçerek karanlık bayırda kayboluyordu, tarla kenarında yabancı gibi durup aşağı bakıyorlardı.
»Gelseniz ya aşağıya!« — »Siz önce yukarıya gelin!« — »Bizi aşağı atmanız için mi, aklımızdan bile geçirmiyoruz, o kadarına kafamız çalışıyor.« — »O kadar korkaksınız demek istiyorsunuz. Gelin, hadi gelsenize!« — »Cidden mi? Siz? Şimdi siz mi bizi aşağıya atacaksınız? Nasıl gözüküyor olmalısınız?«
Hücuma geçtik, göğsümüzden itilerek hendeğin çimlerine düşerek gönüllü uzandık. Herşey eşit ısınmış, çimde ne sıcaklık ne de soğukluk hissediyorduk, sadece uykusu geliyordu insanın.
Sağ tarafa doğru dönüp elini kulak altına koyunca uyuyası geliyordu. Çenesi dik kalkarak toparlanmak istesede daha derin bir hendeğe salmak istiyordu kendini insan.
Sonra kolunu yan tutmak, bacakları yandan çarpık, kendisini havaya doğru ve tekrar mutlaka daha derin bir çukura atmak. Ve bunu yapmaktan vazgeçmek istemiyordu insan. En son siperde uyumak için nasıl uzanılabilinirdi iyice, dizlerini nasıl gerebilirdi herşeyden önce, bunu aklından geçirmeyip yatmalıydı, ağlamaya hazır, hasta gibi, sırtüstü. Gözler kırpılıyordu, tabanları kararmış bir oğlan dirsekleri kalçalarında atlarken üzerimizden yamaçtan yola doğru.
Ay görünüyordu bir yükseklikte, ışığında bir posta arabası ilerlerken. Hafif bir rüzgâr esiyordu her tarafa, hendektede hissediliyordu, ve yakınlarda orman hışırdamaya başlıyordu. Yalnız kalmak pek de cazip gelmiyordu o an.
»Neredesiniz?« — »Buraya gelin!« — »Hep birlikte!« — »Ne diye gizleniyorsun, bırak bu saçmalığı!« — »Postanın geçtiğinden haberiniz yok mu?« — »Yok be! Geçti mi gerçekten?« — »Tabiki, sen uyurken geçti.« — »Ben uyudum mu? Hadi canım sende!« — »Kes sesini, halinden belli oluyor işte.« — »Hadi ya.« — »Gelin!«
Birbirimize daha bir yanaşarak gidiyorduk, bazıları el ele girmiş, başlar yeterince dik tutulamıyordu, zira yokuş aşağıya gidiyordu. Biri kızılderili gibi savaş narası çıkarttı, bacaklarımız hiç olmadığı kadar dörtnala koşuyor, sıçrarken rüzgâr kalçalarımızdan kaldırıyordu. Öyle seyriseri yol alıyorduk ki, bizi hiç birşey durduramazdı, sollarken dahi kollarımızı çaprazlıyorduk ve sakince etrafı seyredebiliyorduk.
Asi derenin köprüsünde durduk; ileri gidenler geri döndü. Su aşağıda taşlara ve köklere çarpıyordu, sanki akşam olmamış vakit geç değildi. Birinin köprünün korkuluğuna çıkmaması için bir sebep yoktu. Uzakta çalıların arkasından bir tren çıkıyordu, tüm kompartımanlar ışıklandırılmış, cam pencereleri iyice açıktı. İçimizden biri şarkı söylemeye başladı, oysa biz hepimiz şarkı söylemek istiyorduk. Trenden çok daha hızlı söylüyorduk, kollarımızı sallandırıyorduk, zira sesimiz yetersiz kalıyordu, seslerimizle itiş kakış bir izdiham yaratıyorduk ki, böylece kendimizi hoş hissediyorduk.İnsan sesini diğerlerinin sesine karınca bir oltaya yakalanmış gibi oluyor. Böylece arkamıza ormanı alıp uzaktaki yolcuların kulağına şarkı söylüyorduk. Erişkinler köyde nöbetteyken, anneler yatakları hazırlıyorlardı gece için. Vakit gelmişti. Yanımda duranı öptüm, diğer üçüne elimi verip geri dönmek için yola koyuldum, kimse çağırmadı beni. İlk kavşakta, beni göremedikleri yerden saptım ve tarla yollarından ormana girdim. Güneydeki şehre varmayı amaçlıyordum, bizim köyde orası için şöyle derlerdi:
»Orada insanlar var! Düşünsenize, onlar uyumuyorlar!«
»Peki neden?«
»Uykuları gelmiyor.«
»Peki neden?«
»Soytarı oldukları için.«
»Soytarıların uykusu gelmez mi?«
»Soytarıların uykusu nasıl gelsin!«
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.