- 721 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
Kahvaltı Sohbeti
Bunun neresi doğru şimdi? Hangi yerinden tutabilirsin de kaldırabilirsin onu? Kız düpedüz düşmüş işte! Düşmekle de kalmamış, bir çukur açmış düştüğü yerde... Büyüttükçe büyütmüş onu içinden çıkmak için debelenip dururken... Çukur olmuş kocaman bir kuyu... Öyle bir noktaya gelmiş ki kız, kuyu öyle derinleşmiş ki, sesini duyuramaz olmuş artık... “Ben düşündüğünüz gibi değilim. Benim de tutulacak taraflarım var!” bile demesine yetmemiş sesi, o koca mesafeyi aşıp da...
Ama benim gibi onu yıllar öncesinden tanıyan biri için sesin nerden geldiği, mesafesi, içindeki anlam gibi şeyler öyle küçük ayrıntılar olarak kalıyor ki! Ben onu düşmeden çok önce gördüm çünkü. Dümdüz bir yolda yürür gibi sakin adımlarla, uçarcasına süzülüyordu hayatın içinden, yüzündeki bahara çok uyan tüy misali bir hafiflikle. Bir insanı ağırlaştıran yükleri henüz sırtlanmamışçasına bu dünyaya yabancı, misafir gibi bir uzaktan bakış vardı adımlarında. En azından öyle görünüyordu.
Aynı mahallede yaşıyor olduğumuzdan, sık sık karşılaşıyorduk doğal olarak. Başta kısa merhabalaşmalardan öte gitmeyen bu rastlaşmalar, birkaç dakikalık sohbet süreçlerine dönüştü zamanla. Bu konuşmalarda bir diğerimizin hakkında, bizi yolda öylesine önümüze çıkan bir şekil, bir beden olmaktan çıkaracak birsürü şey öğrenme fırsatı buluyorduk.
Aynı mahalleli olmaktan kaynaklı genel bir benzerlik vardı tabii, yaşam koşullarımızda. Ama konuşmalar ilerledikçe ve ayak üstü olmaktan çıkıp daha uzun süreleri kapsamaya başladıkça, detaylar ön plana çıkmaya başladı zamanla. Dış cephesi aynı iki eve benziyordu yaşamlarımız. Ama bu sadece görünürde bir benzerlikti. Kapıdan içeri girdiğinde hemen almaya başlıyordun farklılığın kokusunu.
Anne gündeliğe gidiyor, baba fabrikada çalışıyordu. Üç kardeşin en büyüğü olarak annesinden kalan boşluğu doldurma görevi ona kalıyordu tabii. Annesiyle sohbet etmek istediğini söylemişti bir gün bana. Kahvaltı sofrasında onun yaptığı enfes omletten bir parçayı ağzına götürürken, tatlı sesiyle kendisine bir şeyler söylemesini dinlemenin verdiği duyguyu merak ediyordu.
Ben de o duyguyu bilenlerden olduğumdan, aramızdaki uyumu bozabilecek bir çeşit tehdit olarak görmüştüm bu merakını ve hemen konuyu geçiştirmiştim. İmâlı bir tebessüm göndermişti bana. Şimdi bu hâlini öğrenince, “keşke konuşsaymışım onunla” diye düşünüyorum. Bazen üzerine konuşmaktan çekindiğimiz, geçiştirdiğimiz şeyler en çok konuşmamız gerekenler olabiliyor maalesef çünkü.
Bana ellerini uzatmıştı bir nevi aslında, annesiyle yapacağı kahvaltı hayalinden söz ederken. Ben tutmamayı seçmiştim. Bunu onu küçültecek bir şey olarak görmüştüm çünkü. Oysa küçülmeyi falan umursamıyordu o. Canı öyle yanıyordu ki; zayıf görünmek, aramızdaki arkadaşlığı gölgeleyecek bir konuma geçmek gibi şeyler çok önemsiz kalıyordu o acının yanında... Birileri o yaraları görsün, üzerlerine usul usul üflesindi tüm dileği... Kendisi bu işi yapmaya kalksa, daha beter yanacaktı canı, önceki tecrübelerinden biliyordu. Daha tarafsız, daha büyük bir bütünün içinden bakan birinin nefesi gerekliydi o yaraları soğutmaya. O daha doğru şekilde üfler, acıyı yatıştırayım derken nefesindeki harla daha beter depreştirmezdi kendisi gibi.
Bir gün babasından da söz etti. Alkol kokulu bir nefeste var olan bir adamın babalığı da biraz yalpalıyordu tabii. “Beni gerçekten gördüğü bir an var mı acaba, diye soruyorum bazen kendime” demişti. Öyle çok boşluk vardı ki o evde! İçlerine bir düşmeyegör; kayboluveriyordun hemen. Annesinin bitmeyen yorgunluğu, babasının gözlerini örten sisleri ona kaçacak birsürü yer açıyordu. Oysa sıkı sıkı tutmalarını isterdi onu ellerinden, tam da kaçacağı o anlarda. “Kızım, gitme!” desinlerdi bir kez de. “O gittiğin yer çok karanlık...”
Karanlıklara sığınmaya ne zaman karar vermişti, o bile bilmiyordu belki. Benimle görüşüyor muydu o yalpalayış sürecinde? Yoksa o mahalleden taşındığım döneme mi rast gelmişti? Hiçbir fikrim yok. Çok da önemli değil zaten.
Ben sırf onu aşağılamış olmamak için, uzattığı eli tutmadığım o anda çoktan vazgeçmişti belki de arkadaşlığımızdan. Belki ben ordan henüz taşınmadan çok önce görüşüyordu birileriyle.
Sıcacık bir tebessüm aradığı o kaçış noktası olmuş, annesiyle yapamadığı kahvaltı sohbetlerinin, babasının saçlarında bir kez bile gezinmeyen ellerinin ılıklığını duyurmuştu ona. O tebessümü kovalamış durmuştu hep farklı yüzlerde de olsa. Sahteliğini bir süre sonra keşfetse de yarattığı o hoş duygudan vazgeçemiyordu birtürlü. Saçını okşar gibi babası, annesinin sesiyle ruhu yıkanırmış gibi; o tebessüm de öylesi bir kucak, bir yuva oluyordu ona.
“Pavyonda görmüşler!” demişti aynı mahalleden, Ayşe diye bir kız. Uzun uzun anlatmıştı o süreci, sesinde “olacağı buydu” diyen bir ifadeyle.... “İyi kızdı aslında. Yazık oldu.” diye de eklemişti; aklına bir resim gelmiş gibi, gözleri bir noktada takılmış kalmış... Oradaki o pırıl pırıl gülüşlü, bahar yüzlü kıza fazla yüklendiğini düşünmüştü galiba.
“Mehmet Amca, Nermin Teyze..?” diyecek oldum. Çıkmadı dışarı sözcükler... Sorsam ne cevap alacaktım ki hem? Onlar mı nedeniydi karanlığın, yoksa onlar da aynı karanlığın kurbanları mı, hepsi birbirine karışmışken kimi, neyi suçlayacaktım ki içimi bir nebze de olsa rahatlatmak için?
“Nermin Teyze, neden o kadar yordun bedenini?” mi diyecektim kapılarına gidip de? “Biraz dinlenseydin kızına daha çok vakit ayırabilir, merhem olmasını bilirdin yaralarına.” Ya da “O fabrikada mı çalışmalıydın ille de?!” diye hesap mı soracaktım yüreği yanan o adama? Sanki ikisi de çok istemişler bu meslekleri, yaşadıkları tümüyle kendi seçimleriymiş gibi tüm sorumluluğu onlara yükleyerek...
En baş suçlu da o seçimsizlik değil miydi zaten?
YORUMLAR
Daha bugün arkadaşlarla laf lafı açınca hemcinsimden biri bir bayanın arkasından atıp atıp tutuyordu...kadının ne oruspuluğu kaldı ne anneliği...hiç tanımadığım, daha önce hiç görmediğim bu yabancı bayanı arkadaşıma karşı savunma ihtiyacı hissettim...tabi o önyargılarıyla kadını koymak istediği yere çoktan koymuş, ne denilirse denilsin düşüncesinin değişmeyeceği de belliydi...nitekim kendi gözleriyle kadını her seferinde başka biriyle görüyormuş! ve bu da yanlış düşünmesi için yeterliydi...hani Mevlana'nın sevdiğim şu sözü gibi "her lafa verilecek bir cevabım var, lakin bir lafa bakarım laf mı diye, bir de söyleyene bakarım adam mı diye?” bizim arkadaş da tam bu ayarda işte... bir kendisine bakıyorum bir de sözünü ettiği kadına...'lanet olsun!' diyorum kadın'ın ne adı var ne kendisi!
yazınız güzeldi...
Mavilikler
Yazımı beğenmenize sevindim. Güzel yorumunuz için teşekkürler
Yaşamın içinde yanımızdan, önümüzden geçip giden öyle hikayeler var ki. Körüz biz..
Mavilikler
Güzel yorumunuz için teşekkürler :)