Boş Sohbet, Hoş Sohbet...
Sohbetler... Dinlemeyi severiz... Kimileri anlatmayı da sever. Ballandıra ballandıra, kendinden bir şeyler kata kata. Hayır, belki de sadece başkasından çıkma efsaneleri kendi sözcükleriyle doğaçlaya doğaçlaya...
~~~
İnsanlar bir araya geldiklerinde sohbet etmeye başlar. Fakat bazen öyle anlar olur ki kimseden çıt çıkmaz. Böyle bir durumda o gruptaki insanların her biri birbirinin ağzına bakar, bir an evvel birilerinin sohbete başlamasının çok da mantıklı olacağına kanaat getirir. İçlerinden biri bilir ki sohbete başlamanın en uygun yolu "gündemde" olan bir konudur. Ve o kişi herkesin az-çok fikir sahibi olabileceği gündem konusunun açılışını yapar...
Bizim gündemimiz mi? Malesef şu ara gündemde "bir türlü yağmayan kar" adında gizemli bir konu var. Lapasına hasret kaldığımız, gizemi katlanarak büyüyen, çığ gibi olan bir türlü yağmayan kar...
Çok fazla insanın bir arada toplandığı bir atmosferde herkesin birbiriyle sohbete başlayabilmesinin nedeni kim bilir belki de şu "yağmayan" kardı. Yaklaşık yirmi metre karelik bir salonda yirmi kişi kadardık. Bu salonda kuzineli bir soba ve o sobanın içine belli aralıklarla meşe odunu atan bir de adam vardı. Adam, oda sıcaklığı düşmeye başladığında koltuğundan kalkıyor, sobanın üstünden, iki parça meşe odunu bırakıveriyordu. Sonra yerine oturuyor ve oda sıcaklığı tekrar düşmeye başladığında tekrar yerinden kalkıyordu. Kuzineli sobanın hemen yanında daima açık olan bir de kapı vardı. Oda kapısı. Birileri giriyordu o kapıdan sürekli. Yiyecek, içecek bir şeyler getiriyordu: Kahve, çay, kuru pasta, yaş pasta, kurabiye, çikolata, lokum... Defalarca... İkram edilen yiyecek-içeceği geri çevirmenin doğuracağı sonuçları gayet iyi bildiğimden, ne getiriyorlarsa, ne ikram ediyorlarsa başımı eğdim, mütevazı tavır takınarak yedim-içtim.
"Kış günü su tüketimindeki azalmanın sebebi, çay içme oranının artmasıdır." demişti geçenlerde çay tiryakisi bir vatandaş. Uzmanlık alanıyla inandırıcılık kat sayısının doğru orantılı olduğu bir toplumda böyle bir açıklamanın ne ifade ettiğini bilemeyeceğim. Bilebildiğim, hissedebildiğim tek şey çay içtikçe susuzluğumun artmasıydı. Tek hisseden ben değildim üstelik: Bitmek bilmeyen çay servisi, bitmek bilmeyen su servisiyle yarış içerisindeydi.
Maslow ihtiyaçlar hiyerarşisini oluştururken şöyle bir kanıya varmıştı: "İnsan karnını doyurmadan başka ihtiyacını doyuramaz. Örneğin sevgi de bir ihtiyaç olduğuna göre şu sonuca varabiliriz: Aç karna birinden sevgi alaka bekleyemezsiniz" Hemen ardından buna itirazlar geldi: "Siz ne diyorsunuz efendim? İnsanın sevgisi tüm ihtiyaçlarının üstündedir. İnsan ölüm döşeğinde bile sevgi, ilgi bekler." Maslow buna cevap vermedi. Ama biz; yirmi metrakerelik odadaki yirmi kişi buna cevap veriyorduk. Yedik, içtik, şiştik, üşüdük, ısındık... Sevgiyle, mutlulukla...
Odanın sıcaklığı sürekli dengede olmasına rağmen, yirmi kişinin her birine düşen bir metrekarelik hava yeterli değildi. Bu sebeple masanın dibindeki balkon kapısının açılması suretiyle havalanıyorduk. Tıpkı belirli aralıklarla meşe odunu bombardımanına uğrayan kuzineli soba gibi, balkon kapısı da açılıp-kapanan otomatik kapılar gibi hareket ettiriliyordu.
Eğer bir gün bilgi yarışmalarında "Türkiye’de insanların genel olarak konuşmaktan hoşlandığı konular hangi başlık altında toplanmalıdır?" şeklinde bir soru çıkarsa, bence bu soru açılış sorusu olarak çıkmalıdır. Ve böyle bir açılış sorusunda eğer yarışmacı yanlış seçeneği işaretlerse o yarışmacıyı bulun, buraya, bizim aramıza katılmasını sağlayın. Çünkü burada başka seçeneğin olmadığı bir atmosfer hakim: Siyaset!
Bir masa, birkaç sandalye, birer tane tekli, ikili ve üçlü olma üzere üç koltuk ve tabureler... Ayrıca, kuzineli soba, halı, orta sehpa ve farklı farklı aksesuarlar, biblolar... Hepsi insanlar için var olan, insanların var ettiği şeyler. Şimdi böyle bir odaya çocuğun biri girmeli "ya siz ne sıkıcı şeyler konuşuyorsunuz, bakın şu vitrindeki biblonun rengine, ne kadar güzel!" şeklinde şikayetini dile getirmeli, güzel gördüğü o bibloya çevirmeli bizim bakışlarımızı...Ah keşke!
Sessizlik... Kuzineli sobaya atılan bilmem kaçıncı meşe odununun ateşle reaksiyona giriş tınılarını bir tek ben mi fark ediyorum? Peki ya yanı başımda saç adedinin üç haneli sayıları geçmeyeceğini düşündüğüm adamın midesinden gelen sesler... Az evvel odaya girmesini, şu sohbete son vermesini istediğim çocuk tüm varlığıyla önümden geçiyor. Bu sessizliğin sebebinin bu "varlık" olabilme ihtimali bir tek benim mi aklıma geliyor? Bu durum bir tek beni mi gülümsetiyor?
Konuşmaya başlamadan önce boğazını garip sesler çıkararak temizlemeye çalışan insanları hepimiz biliriz. Aslında o hırıltının sebebinin temizlik değil de dikkatleri kendi üzerine çekme, söz hakkı alma tonlaması olduğunu öğrenmem epey bir zaman aldı. Yine iki saattir insanın duyma eşiğinin çok çok üstünde, siyaset başlığı altında yapılan konuşmaların rasyonellik oranının şans oyunu tutturma oranıyla benzer olduğunu da geç öğrendiğim gibi...
Görünüşlere, giyinme tarzına bakarak kişi hakkında, öznel etiketler oluşturmak adettendir. Boğazındaki gerekli temizlikleri yaptıktan sonra konuşmaya hazırlanan tekli koltuktaki adam hakkında, bu yöndeki öznel etiketleri oluşturmuş olmamın sebebi de adetten. Yine sessizlik... Siyaset, helyum gazı gibi uçuvermişti balkon kapısının altından... Şimdi konu daha derindi, daha önemliydi. Bugünümüzü, yarınımızı ve ölüm sonrası hayatı da ilgilendiriyordu. Bu sebeple boğaz temizleme tonlarının verdiği rahatsızlığa rağmen kulaklarımızı sonuna kadar açtık, tekli koltuktaki adamı dinlemeye koyulduk...
Tekli koltuğun hakkını veriyordu adam... Güzel konuşuyor, İslam dini hakkında faydalı şeylerden bahsediyordu. Yapılması gerekenler, yapılmaması gerekenler, farzlar, sünnetler, haramlar... Bizler de yarı uykulu bir halde anlatılanları belleğimize kaydediyorduk...
Odaya küçük dalları üzerinde yürüyen meşe odunlarının girdiğini, odanın orta yerinde, halının üzerinde biblo ile birlikte dans ettiğini görüyorum. O da ne! Az evvel sohbetten sıkılan çocuk da onlara katılıyor. Hep birlikte dans ediyorlar! balkon kapısının gıcırtısı da dansla uyum içerisinde... Sonra kuzineden ateş yükseliyor, odayı sarıyor... Büyüyor, büyüyor... Bir itirazla, bir tepkiyle uyandım: "Ne demek sakalımızı kestiğimizde, öbür tarafta sakal bizden hesap soracak?" Tek koltukta oturan adam bu ve benzeri itirazlarla başa çıkabilme konusunda uzmandı. Gerekli cevabı verdi. Bu cevap başka sorular, başka itirazlar doğurdu... Ortalıkta dolanan soru işaretleri oranı fazlalaşınca, az evvelki siyasi hava geri geldi...
Tüm bu siyasi havayı dağıtabilecek bir söz söylemişti cuma hutbesinde bulunan bir hoca: "Tek bir İslam vardır, sana göre, bana göre İslam yoktur. İslam dini ise, aklı kullanmayı öğütler, aklı hakir gören bir anlayışı değil!" demişti. Keşke burda olsaydı da tekrar dile getirseydi.
Yorulduk, dinlendik, konuştuk ve sonra sustuk. Koltuklarla bütünleşen bedenlerimizin ayrı birer varlık olduğunu anımsayınca şaşırdık. Hafifçe, aheste aheste kalkmaya başladık. İyi geceler, iyi akşamlar, hayırlı olsun nidaları, gülümsemeler, artçı sohbetler, selam yollamalar... Film şeridi gibi... Kare kare yaşandı...
Ve sonra gerçek olan şimdiki hayata ara verirken, daha gerçek olan hayatlarımıza dağıldık!
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.