- 1189 Okunma
- 1 Yorum
- 2 Beğeni
' vardakosta pilaki'
Geride kalanları çokça düşündüğüm yer burası. Gelecek için hayal kurmuyorum. Sadece geçmişten gelen yaşanmışlığın verdiği kötürüm duygularla yetinebilirim. Farkında olmasaydım, doğru ifade şekli bu olmalı, evet, eğer farkında olmasaydım geçmişe yeni bir hikâye kazandıramazdım. Bunun için çabaladığımı söylersem inanmayın. Bir tavsiye üzerine bu hikâyenin başladığını ve geçmişte olağan haliyle ciddi anlamda yer ettiğini bilmek, hiç olmazsa bana yaşadığımı hatırlatıyor. Nerede kalmıştım? Bu soruyu kullanmak istediğim yerler olmadı değil. Bir anda içeri girip ‘evvet, nerede kalmıştık’ demek isterdim. Bu bir efsanenin mitoloji hale dönüşmüş öğesi de sayılabilir veyahut insanın benliğini tatmin etmek istediği nokta etrafında yolculuğu da kabul edilebilir. Egoist bir varlık isem, bunun aksini iddia edemem ama hayatımın sonuna kadar vahşi hayvanımı ihya edebileceğim yollar arayabilirim. İhya etmek doğru bir kelime olmasa da, yine de gururumu incitme teşebbüsüne girip, şu anda iyice varlığımı hiçselleştiremem. Bu hikâyenin başlangıcına gelmek istiyorum. Rüzgârın tatlı bir soğukluğu paltoların yumuşak ve eskiyen yüzeylerde eridiği bir gün sahilde, yosunların arasında sekiz ayağın kumlara iz bıraktığı gün ölmek için güzel bir an diye düşünüştüm. Olması gerekeni, olduğundan ne az ne de fazla olacak şekilde sahibine bırakılacak an ölmekten de vazgeçtiğim andır. Sekiz ayak, dört insan ve bin yüz on bir kuvvetinde yalnızlık damlacıkları denizin dalgalarına karışırken Fuat ‘ben senin yerinde olsam …’ diye konuşmasına başlamıştı. ‘Ben senin yerinde olsam, gelirim buraya her gün, alırım çöp poşetini, buradaki çöpleri toplarım.’ Serkan yaşlı bir servi ağacının yaprakları gibi ağır aksak bir şekilde gülümseyerek ‘bence de’ diyerek Fuat’ı onaylıyordu. ‘Yapman gereken bu. Hem böylece…’ Fuat tekrardan söze girmişti göl üzerine hiç yüzmediğini hayal ettiğim nilüferler gibi:’ Kendine yoldaş bulursun. Kadınlar bayılır böyle şeylere.’ Aramızda en sessiz duran Erkan diğer ikisini onaylıyordu. Fuat’ın derviş paltosu olarak nitelendirdiği, üzerimdeki ikinci el, deri paltoyla yayvan kayaya dayanmış bir halde konuşulanları dinliyordum. Buharın ağır rengiyle gökyüzünün grileştiği uzaklara bakıyordum. Denizin hoş gelen sakinliğini dalgaların dalgın ancak tereddütlü akınları bozabilirdi. O noktada hayâsızca bir tereddütle beraber kanaatlerin yıldırımları beynimin uyuşuk ve zehirden bitap odalarını ışıklandırıyordu. Sekiz ayak, sekiz el, dört baş ve dört insan konudan konuya atlıyor, sahil boyu kumlar arasında ilginç bir şeyler arar gibi ilerliyorduk. Adımlarımızın kaplumbağa koşusundan farkı yoktu ama ruhlarımız dörtnala doruların hevesiyle doluydu. Bizi yıldıran sahil boyu satılığa koyulmuş villalar, bakımsız bahçeler, ıslak köpekler, yüzleri boyalı üç körpe kız, hiç temizlenmeyecekmiş gibi birbirine karışmış çöpler, ıslak banklar, pahalı daire kiraları, artışından utanmayan araba fiyatları, sefil editörler ya da benliğini kaybetmiş edebiyat camiası değildi. Hayır, bunların her biri tek tek etkileyemezdi. Paket haliyle bir nebze etkili olduğu iddia eden çıkabilir.
Serkan’ın çişi gelmişti. Benim de gelmişti ama söyleyemedim. ‘Sikerim camiasını da, edebiyatını da, boş işler bunlar, senin sevişmen lazım aga’ derken uygarlığa alışamamış gözlerle bakıyordum. Sol tarafımızda üçer katlı, ihaleyi güzel yerden ayarlamış müteahhit eserleri, sağ tarafımızda uygarlığın eskiyen yüzleri ve ağaçlar duruyordu. Sahi, bu kadar müteharrik bir devrin rengine uymayan ağaçlar nasıl da demode duruyordu! Serkan’a çocukluğumdaki dut ağacı mesailerini anlatmak istedim. Tam da bir kanalın üzerinden geçiyorduk. Telefonu cebimden çıkardım ve akşama renk veren gökyüzünün simasını kanal, sağlı sollu durağan yaşanmışlık ve mavi galvaniz edilmemiş demir boyunca fotoğrafını çektim. Bu bana yetmemişti. Serkan ‘neyi çekiyorsun ya’ derken, ‘gel’ dedim, ‘seni de çekeyim.’ Üç ayrı fotoğrafında da yüzüne işleye gülümseme aynıydı. Durağan bir insandan yansıyan gülüş çok şey hatırlatabilir. Fuat’ın gitmeden önce dikiz aynasına son kez bakışı, Erkan’ın arkası dönük halde elini minibüs şoförüne uzattığı an ve Serkan’la yürüdüğümüz o ara cadde üç farklı izdüşümüyle aynı kare de toplanıyordu. Serkan’a ‘sanki buradan çokça seninle geçtik gibi hissediyorum’ dediğinde, ‘bu ikinci sefer’ deyişi karşısında kendime gelip ‘sahi ya, bu ikinci kez’ diye sayıkladım. Bedenlerin olmadan, zihnimde yüzlerce kere yol aldığımı söyleseydim bana deli gözüyle bakabilirdi. Serkan’ın böyle bakıp bakmayacağı da önemsizdi. Deli değilken, insanın zorla kendini deli gibi göstermeye çalışmasını da kendisine ilgi çekmek olduğunu duyumsuyorum. Tıpkı iğdiş edilmiş camiada bir ara çokça sarf edilen şizofreni terennümleri gibi. Şizofreni denen ruhsal levazıma yönelik akıl buhranını denemekten ödü korkan insanlar, onu her türlü duygu yoksunlukları arasında bulundurmaktan çekinmiyorlardı. Ahlaksızlığı sadece apış arasında ya da yorgan altında aramamalı. İnsanın olduğu her yerde ahlaksızlık parçalar halinde dolanımı sürdüren bir canlıdır.
Bu ara cadde her şeye rağmen bir Chopin eseriyle süslenebilir. Betonun ilahisi okunuyor. Ara ara yamyamlığa dönebilir ve kendi etlerimizi çiğneyebiliriz. Her caddenin ayrı bir tanrısı yok. Burada şehrin tanrısının donuk sesleri ve resmi mevcut. Gökyüzü kapalı. Yıldızların eteklerine inmiş bulutlar Tanrı’nın bakışlarında dünyayı ancak anlamlandırabilir. Burada ölü bir arzu, yitik bir adam, sessizce gölgesi irileşen, utkuların talihsiz halleriyle kült sobasında ısınıp salındığı şarkılara öykünüyor. ‘Ben’ diyorum ve susuyorum. Serkan yalın, yalnız bir adam. ‘Ben’ diyorum, bu yükselen tepelerin ardında farklı insanlarla benzeştiğimiz, pek çok ortak yanımız var. Sesler anlamsızken, birden türetilebilir titreşimlerle kulak zarını patlatabilir. Seviye hem yakın hem de uzak çizgilerle görüntülenebilir. Bu mat bir matematik biçimi değil. Hayatın matematik vecizeleriyle süslendiği, pencere kenarlarındaki iri kargaların baş sallayıp, etrafta olup bitenleri hafızalarına kazıdıkları öndeyiş. Bolca sigara tükürüğü ve çakmak gazı perdenin diğer tarafında duruyor. Bırakıyorsun, olmuyor. İnat ya da bir maddenin aşırı tutkunluğundan ziyade boşluğun o hadsiz açlığıyla açıklanabilir bir tartışma konusu. Zihnin buğusunu bir göz açışı mesafede takip eden konuşmalar yan caddenin ortasına dönük köşede sonlanacak. Sırayla herkes gidiyor. Son kalan Serkan’da minibüse biniyor. Hayır, aslında mat olmayan matematiği burada tekrardan fark ediyorum. Sırayla diye bir şey yok. Hepsi bir anda oldu ve herkes bir anda dağıldı.
Günleri saymakta hünerli biri değilim. Gittikleri gün değildi ama birkaç gün sonra aklıma takılmıştı. Ağırlaşan bir vücut, gözkapaklarının altında irileşen renkli halkalar, fersiz bakışlarım, kollarımı sıkan giysiler, rahatsız eden grileşmiş atletler ve Fuat’ın derviş paltosu dediği, ikinci el paltonun iyice bunalttığı bir bedenle oturduğum bankın üzerinde onların dediği şeyi düşünüyordum. Bir yandan avuçlarında tutmakta zorlandığım kitabın içinde geziniyordum. Resimli kitabın sayfaları sokak lambasının altında renk değiştirmiş halde ve aslında zihnim başka bir yerde yoruluyordu. Birden ‘yapacağım’ dedim. Sesimin yüksek çıktığını sağ tarafımda benim olduğum yeri az önce geçmiş orta yaşlı çiftin dönüp bana baktıklarını fark ettiğimde anladım. Nedense Fuat’tan çıktığını hayal meyal hatırladığım ve Erkan ile Serkan’ın da desteklediği fikri yapmaya karar verdiğim an, bankta kitabın sayfaları arasında gezindiğim vakti kapsıyordu. Ancak kendimi sorgulama biçimim acımasızca olmalıydı. ‘Bunu yapma sebebim ne olacak?’ İlk amacı olağan haliyle en üst tarafa hayalen yazıyordum:’ Görüntü kirliliği.’ İkincil amacın ‘çevre duyarlılığı’ olması muhtemeldi ve üçüncül kıstası ‘kendimi iyi hissettirmek’ olmasında sakınca yoktu. Dörde yazılacak madde: ‘hayat boş, martılar uçuyor, martılar ölüyor, köpekler kumlarda yatıyor, kediler yalnız kayıkların başuçlarında vücutlarını yalıyor, bir meşgale en azından.’ Beş madde veyahut amaç, kıstas olsaydı, beşe yazılacak ‘bir arkadaş edin’ olabilirdi. Ortalığı karıştırmaktan ziyade, doğruyu ortalığı karıştırarak, sorunu ortalığı karıştırıp çözüme ulaştırmaktan yana biri olduğumu biliyordum. Bu sefer ortalığa çekidüzen vererek sorun -tam anlamıyla sorun sayılmasa bile buna sorunsal kelimesiyle de yaklaşabilirim- çözebilirdim. İddia etmeyecek, atıp tutmayacak, hayalleri bir kenara bırakıp tanıdığım plastikçiye gidecektim. Bunu yapmalıydım.
…
Gözüm boşluğa takılmıştı. Noktaları saymaya başladım. Bir, iki, üç… Daha az olamazdı ama daha fazla nokta olabilirdi. ‘We … know the answers. Boşluğa aşağıdakilerden hangisinin gelmesi daha münasiptir?’ Sorunun üslubu ilgi çekiciydi. Cevap şıkları arasında ‘already’ kendini canla başla gösteriyordu. Fakat sorudan ve cevabından daha fazla beni düşündüren cümlenin kendisiydi:’ Biz zaten cevapları biliyoruz.’ Elimdeki eski kitabı bırakıp balkonun kapısını açtım. Plastiğin soğukta sertleşen cildi, harekete verdiği tepkili sesi arttırıyordu. Ölü insanların diyaloğunu benzersiz bir festivalin böleceği an, fayansların üzerine yapışan diğer bir plastiğin tarihçesinde duruyordu. Bu terliklerden tiksiniyordum. Benim gözümde uygarlığın geldiği nokta bu terlikti. Basit olduğu kadar terbiyesiz bir terlikti. Kimse onu ayaklarıyla ezmediği müddetçe ses çıkarmıyordu. Köşesinde sessiz sedasız yaşamayı kabullenir gözüküyordu ama kendisine uygun fırsat verildiğinde can sıkıcı olabiliyordu.
‘Tıraş ol’ notlu alarm soğukta olsa balkondaki keyfimi bölerken, yüzümü kaşıyordum. Telefon pencerenin eşiğinde duruyordu. Evet, balkona açılan pencere ve onun eşiği vardı. Keşke evlerin tüm pencereleri böyle olsa! Pencereyi silerken düşüp ölecek böylece kimse olmazdı. Uzun zamandır böyle bir habere denk gelmişliğim olmasa da çocukken böyle bir olayın olmasını çok arzulardım. Biri düşecekti; bu bir kadın ya da eşine yardımcı olan erkek de olabilirdi, ölecek olanın cinsiyeti önemsizdi, biri düşecek ve aşağıda kanlar için can verecekti. Yıllar sonra çay ocağında otururken Necati’ye çocukluktan kalan bu düşüncemi açtığımda ‘abi sen küçükken psikopat mıydın, hayrola, böyle bir şeyi nasıl düşünebilir’ tarzı yorum yapmıştı. ‘Necati ‘demiştim, ‘benimki pasif psikopatlık diyelim, benim kimseye zarar vermişliğim yok ama aktif olarak psikopat arkadaşlar vardı. Örneğin kedinin kıç deliğine tornavida sokanlar, köpeğin kulaklarını kesenler, kuş yakalayıp sonra o kuşları götürüp kendi kıç derdine düşmüş kedinin yanına koyanlar vardı.’ Necati’nin gözleri acayip bir hal almıştı. Avucunda tuttuğu çay bardağını sıkıca tutuyor ikide bir ‘Allah Allah’ deyip duruyordu. ‘Tamam lan, şaka yapıyorum, takılma sen bana’ dedikten sonra bile tam anlamıyla huzurlu gözükmüyordu: ‘Abi bak anlarım, kovarsın hayvanı, hoşt dersin, ayağa kalkar uzak tutarsın kendinden, biz de çok yaptık böyle ama tekme atmaktan bile insan korkmalı. Allah sana nasıl can vermiş, o hayvana da vermiş. Sen kalkmış yok tornavida sokmalar, kesmeler filan diyorsun, insan acayip oluyor.’ Konuyu değiştirmem gerekiyordu. ‘Ne oldu, çekidüzen verdiler mi sanayi etrafına, hala yağmur yağdığında beter halde mi etraf?’ diye sorup sustum. Necati daha sakindi. ‘Yok be abi’ dedi, ‘ne düzeltmesi, tonla para kazanıyorlar hala, çevre düzenlemesi sıfır. Bir gün geç kaldım servise, binemedim. Kaç araba değiştirip vardım neyse, o gün de yağmur yağıyordu. Fabrikaya varana kadar illallah ettim. Çamuru neyse de bir de başıboş itler var, sürü halinde dolanıyorlar. Fabrikada bir mühendis kız vardı, İrem’di adı, geçen yaz çıktı işten de, şey bu kız, aynı benim gibi geç kalmış bir gün, itler sarmış etrafını. Neyse kız cevval çıkmış da kurtarmış kendini. İyi kötü araban olmalı lazım abi, aslında düşünmüyor da değilim.’
Lekeli aynanın karşısında tıraş olmaya çalışırken Necati’nin ‘iyi kötü araban olmalı’ sözünü düşünüyordum. Üç sene önce iyi kötü bir araba alacakken vazgeçmiştim. Almadığıma pişman değilim, ham haliyle buna pişmanlıktan ziyade Necati’nin ‘iyi kötü araban olmalı’ tasvirine yakın kanaate dönüştüğü ayrımdayım. Şimdi harç borç almaya kalksa insan, bu sefer vergisinden, gelmiş olan alakasız vergilerinden dolayı iyice soğuyacak olma ihtimalide var. Yedi yıl önce sıfır kilometre alınan aracın şu an ikinci el fiyatı, yedi sene önceki sıfır kilometre fiyatından daha yüksekse elbette burada insanın canını sıkacak bir şeyler olmalı. Bu tür çözümü olmayacakmış gibi gelen gevelemelerin kimseye faydası olmasa da zaman geçiyor. Kısacası zaman geçiyor, yani hayat bitiyor. Ne zaman biteceğini bilmediğin bir hayatın ortasında olup olmadığını bilmek, dahası bitime çok yakınken bile hala yaşayacak çok şey varmış hissini taşımak da iğrenç bir şey. İnsan yaşamasını bilmeli. Yaşarken para kazanmalı, ayrıca biriktirmeli. Hem yaşamasını bilip para kazanırken hem de kazandığı harcayıp yaşamına bir lezzet katıp, parasını da biriktirmeli. Aptalca bir şey bu! Ancak hiçbir şey biriktirmediğin zaman da bu sefer ileride yaşarsan ne yapacaksın? Ya ilerisi diye bir şey yoksa? Var olduğunu düşünelim. E, bu sefer de pişman mı olmak gerekiyor? ‘Kimseye minnetim yok. Oluyorsam kendime yük oluyorum. Bunun için pişman olmam gerekmiyor. Hatta düşüncesizlik edip, oturup yalandan düşünüyormuş gibi de duramam.’ İyi de nasıl minnetsizlik bu! Tamam, kimseye minnet olmadan ve yük olmadan insan yaşayabilir, bunu iddia da edebilir ancak bugün var yarın yok havasında çalıyorsun. Bu hava sana hoş gelse de, insanlar bundan memnun kalmayabilir. ‘Nesi var dürüstçe yaşamanın? Aldığım beş kuru paraysa, beş kuruş para; benim için kâfi. Fakat bu konu neden başkasını rahatsız etsin ki? Şükür konusu değil bu, karıştırma.’ Aldığın beş parayla hayatı yaşamıyor, idare ettiriyorsun. İdare ettirdiğin hayatta mutsuzsun. Her şeyi ucu ucuna hesaplayarak yaşamak zorundasın. Oysa işini gücünü değiştirsen, daha farklı noktalarda olabilirsin. ‘Alın teriyle kazanıyorum. Varsın sadece kendime yetmiş olayım. Suç işlemiyor, kimsenin olanı çalmıyorum. Önüme çıkan ve benim yediğim ekmekte bu. Buna kimsenin itirazı olamaz.’ Tüm gün sokakları temizliyorum. Bir sopam var. Sonbaharları yaprakları süpürüyorum. Sokak sokak, cadde cadde. Bir gün diyorlar ‘yarın şu sokak ve cadde senin’ ve oraya gidiyorum. Orayı tanıyorum. Oranın ağaçlarına dokunuyorum. Yerde birkaç çöp parçası umurumda bile değil. Buralar benim diyorum. Denize bakan villalar, apartmanlar, banklar, heykeller, ağaçlar… Bunların hepsi benim diyorum. İçinde oturup oturmamak önemli değil. Üzerinde durduğu toprak benim. Çünkü bu dünya benim, senin, onun yani herkesin.’ Of, nasıl bir ruh hali içerisindesin! Kim senin küçük aklına böyle tehlikeli fikirleri soktu ki? Nasıl da işe yaramaz, insanın günden güne tamamen umudunu yitirtecek düşünceler bunlar! Sen yalancı mutluluğu böyle aptalca fikirlerin içerisinde buluyorsun. Her kim sana böyle düşünmeyi öğretmişse yakın zaman da vazgeçmelisin. O sopayla etrafı süpürmek mi alın teri oluyor? ‘Oluyor, olmuyor mu? Kime zararım var. Hatta insanlara faydam var diyenden daha yararlı bir insan dahi olabilirim. Picasso’nun bir eserini evindeki duvara asmak istemez misin? Oysa Picasso ne iş yapıyor ki diyebiliriz. Boyayla, kalemle gereksiz bir uğraş içerisinde uğraşıp durmuş. Fakat eserleri inanılmaz fiyatlara satılıyor değil mi? Satılmasa bile duvarda duran gerçekçi bir resim senin hoşuna gitmez mi? Bir ressamın eseri insan mekân olarak uzakken bile bir anda baktığı resim sayesinde okyanusların kıyısına, dağların eteğine gidebiliyor. Bu işte onun gerçekten sağladığı fayda. Benim sopamla yaptığım da aynı şey. Baktığın zaman insanı rahatsız edecek çöp ve atıkları topluyorum. Böylece insanlara faydam dokunuyor. Bu yüzden ben de kendimi mutlu hissediyorum.’
Tıraşı zor da olsa bitirmiştim. Bir haftada dört kez sahile inmiş ve ‘yapacağım’ dediğim şeyi yapıyordum. Necati’ye anlattığım psikopat mevzusunu kıyı boyunca çöpleri toplarken düşünecek zamanım olmuştu. Psikopati halimin açıklanabilir tarafları vardı. Fuat’a ‘ben anti-sosyal birisiyim’ dediğimde, ‘anti-sosyal değilsindir, olsa olsa asosyal olabilirsin’ dediğini anımsıyorum. Fuat’ın düzeltmeye çalıştığı ifademin doğrulanabilirliğini test eden ve muhakeme sonucu işlenebilir yapaylığıyla ortaya çıkaran aklım gelgitlerden uzaklaşamıyordu. Sosyalliği hem seviyor hem de sevmiyordum. Burada etken madde ya da organizma benliğimdi. Eğer ben iyiysem, kendimi zinde ve güzel hissediyorsam sosyalleşmeyi dert etmiyordum. Fakat kendimi yitirilmiş ve bulunması çok zor olan organizma olarak düşündüğümde içler acısıydım. Bu ayrıntı yitirilmiş, değerli bir maden benzeşimi değildi. Ayrıntının kendisinde hem ruhen hem de madden organların olmayışına kadar ilerlediğim sekans noktasıydı. Çünkü dışarıdan ritim bozucu gibi gelen şey, varlığımın yaşama güdüsüne hayat veren aksaklıktı. Kendimi hiçliğin uçurumlarında bulduğumda, bulunuşumun bana verdiği ıstırap yükünün boşalacağı anla gerçekleşmekten ya da o ana tekabül etmekten de geri durmuyordu. Kanser ilacı gibi düşünüyordum. Aslında sağlıklı bir insan için öldürücü etkileri olsa da, tedavi sürecinde ölmemek için etkin maddesi yitime dâhil ilacı kanserli bir hasta almak zorunda. Benim yitimim, yitişim de bunu gerektiriyorsa, yitmeliydim. Tükenişim, çürüyüşüm farkında olunca beni hızla öldürebilecekken, farkında olmadığım uzun sosyopati tanımıyla beraber yaşamın sürekliliği için gerekliydi. Kısaca şöyleydi: Yaşamak için çürümek zorundayım. İnsan sevdiği bir insanın çürüyüşüne ne kadar katlanabilir? Katlanmanın olanaksızlaştığı dönemlerde lekeli bir aynanın arasından bakan yüz ‘yeter’ diyordu. Yaptığım şeyin kutsanacak, kutlanacak veyahut imrenilecek tarafı yok. Aslında her insanın içinde bulunabileceği süreçten bahsediyorum. Sürecin sonunda, tıpkı tünelin sonunda hiçbir göstergenin olmayışı gibi bir oluş yanılması sözlü ifade edilebilirdi. Erkan ‘camia’ diyordu, ‘edebiyat camiası gösteri dünyasının renkli kıvılcımlarını da kaybetmiş, gerçekliğini de yitirdiği için süslenmeye hakkı olmayan kokoş bir kadını anımsatıyor’ diyordu. Serkan ‘sikerim camiasını da, edebiyatını da, ben artık kendi ihtiyaçlarım doğrultusunda olaya bakıyorum. Haz aldığım noktalarda, kendimi iyi hissettirecek şeylerle ilgileniyorum. Bana ne ya elin ne yaptığından!’ diyordu. Haklı olarak Fuat ‘bilemiyorum’ diyordu. ‘Aslında bilip bilememek de değil sorun ama insanları anlamlandırmak ne kadar saçmaymış daha iyi fark ediyorum. Sanırım şimdiye kadar bu hataya düştüm. Bir nesne, bu kelime olabilir ya da görsel bir materyal, buna herhangi bir taş bile diyebiliriz, biz anlamlandırınca değeri oluyor sanıyoruz. İnsanda düştüğümüz yanılgı da bu. Edebiyat camiası olarak nitelendireceğimiz olgu demode olmakla beraber, yitik bir kavram. Eskide olduğu gibi hareket edemeyiz. Bu tamamen eskiyi bırakıp, yeni materyallerle hareket de demiyorum ama yenilenmeye mecburdur insanın anlamlandırmak istediği nesnelerin bütünü.’
Fark edebiliyordum. Her çöp toplayışımın sonrasında gözüm daha organik bir kum-çakıl karışımına bakıyordu. Ara sıra yosunların suçu böyle bir resimde, sırrın ahengine yardımcı öğeye dönüşüyordu. Suç affedilmekle kalmıyor, işe yarıyordu. Çünkü suçlu olarak atfedilen, suçunu itiraf etmekten, suçlu olduğunu hissetmekten ve en önemlisi suçlunun aslında kim olduğunu bilmekten yana bilgisizdi. Tıraş olmakla iyi bir iş becermiştim. Eldivenler her ne kadar deniz tuzu ve suyuyla kimyasal dönüşüme uğramaya yakın çöplerin kirinden beni uzak tutsa da, ellerimdeki eldivenle yüzümü kaşıdığım an oluyordu. Sakalsız yola çıkmam, böylece iş yapmam daha akıllıcaydı. Saçlarımı da birkaç gün önce kestirmiştim. Bere kısa saçlı kafama daha rahat geçiyor ve çıkma konusunda pek rahatsızlık vermiyordu. Az ötedeki kayalıkların yanında konuştuğumuz günü her seferinde canlandırıyordum. Fuat, Erkan ve Serkan her defasında benimle beraberlerdi. Kimi zaman kendimi kaptırıp ‘ya öyle’ dediğim oluyordu. Sonra ‘ne oluyor bana’ deyip yine kendi kendime gülümsüyordum. Aklımı filan kaçırmıyordum. Tercihen dramatik öğelerin bol olduğu, sahnenin hiç değişmediği bir oyunu sergiliyorduk. Onların gerçekte o an yanımda olup olmaması önemli olmuyordu. Rüzgârlı bir günde, yine böyle çöp topladığım zaman Serkan’ın sigarasını bir türlü yakamayıp ‘çakmağını versene’ dediğini duyumsuyor, çakmağı sanki ona uzatır ve yakar gibi kendi dudaklarımın arasındaki sigarayı yakıyordum. ‘Rüzgârda sönmeyen çakmak icat etmişler agaaa’ diye sevinçli bir şekilde çakmağı paltomun küçük cebine koyuyordum. Rüzgârlı günlerde insanın hareketi değişmeyen en güzel yanı gülümsemesidir. Rüzgâr güldüğü an insan yüzüne hareket kazandırır. Aslında gülüşlerin kendi bahçelerinde hareketli yanı vardır ama rüzgârın ritmiyle dağlara yürüyüşe çıkan sabırlı birini anımsatırlar. Dördümüz birden gülüyoruz. Böylece dağların zirvesi daha yakın, mineralli sular delice, ağaçlar cildi bir o kadar güzel ve temiz. İnsanın kendini iyi hissetmek için neler yapması gerektiğinden bahsediyoruz. Aklımdan geçenleri onlara söylesem, biliyorum bana başka gözle bakmasalar bile ‘ama’ ifadesini yansıtacak bakışları da kuşanabileceklerinden eminim. Bu ama şimdiye kadar defalarca denenmiş ve ifade ediliş biçimine göre daha dramatik sonlara yol açmış ama olabilir. Sona ait ama nasıl olursa olsun, herhangi bir sondan ziyade, sona giden yolun rengini, onun hayatımda var olduğunu bilmekle meşgulüm. Daha iyi hissediyorum ki, bir şey yapmak, herhangi bir küçük bir şey de olabilir, hiçbir şey yapmamaktan her zaman daha onarıcı. Mutluluğun onarıcı hissin yanında misafir olabileceğini ummak bu diyalogun içinde yeri olabilir.
…
Artık oşinografi uzmanıyım. Bir aydır haftada en az üç kere sahilde çöp topluyorum. Yılın belirli aralıklarıyla denizin iç bölgelerine sürüklenen soğuk su akımlarının ne tür yararı olduğunu kestirebiliyorum. Yosunlara pis gözüyle bakmıyorum. Poseidon’un kibri karşısında ürken bir insan evladı değilim. Atların, balıkların ve yılanların korkulu tasvirleri eğitici bir Japon animesinden başka bir şey değil. Sakinim. İçine kum dolan, eski, yüzeyi artık boyansa bile kar etmeyen botumla sapasağlam yeryüzüne basıyorum. Birkaç gün ya da hafta geçebilir; ben burada mitolojilerin üzerine sayfalarca yazabilirim. Sokrates’in gitarından beridir böyle geniş omuzlu bekleyiş çağrılmamış denebilir. Büyük söz söylenmezse, büyük bir karmaşa oluşturulamaz. Yaralara inanmalı. Yara yaralıdır. Şuracıkta sakince diyorum ama drama olmalı. Serkan yine küfrederek hitap ediyor:’ Camiasına sokayım…’ Köşkün kırpılan kenarında bir başka hikâyeye su veriliyor. Bir insana verilmiş en büyük eseri sadece yaşamaksa, yaşamalı. İnsanlara gösterebileceği, hayalini anlatabileceği hiçbir şeyi olmayanlar olarak sadece yaşanabilir. Bunu içten dilemekte özgürüm. Ancak neden? Neden böyle bir şeyi unutmuşken ve hiç de kabul buyurmayacağım şekilde karşıma çıkar ki? Fuat’ın dediği şeyden bahsediyorum. Tekrar edildikçe ve umut artık kesildikten sonra gelen, tasviri zevkin gülünçlüğüyle de eş bir sürprizden bahsediyorum. Her şey o kadar kısa sürede gelişti ki, uzun cümlelerle anlatmak istesem de olmayacak. Sakindim. O elindeki çikolata ambalajını çöp kovasının içine atarken, bir yandan da çöp kovasının kenarına bıraktığım battal boy siyah çöp poşetine bakıyordu. Başımı kaldırıp, onun bulunduğu yere bakmasam hiçbir şey olmazdı, bunun farkındayım. Fakat oradaydı. Battal boy çöp poşetinden sonra gözlerinin misafiri bendim. Çöp kovasının yanında iki adet battal boy nesne vardı. Biri benim bıraktığım çöp poşetiyken, diğeri de misafiri olduğum ve beni benden alan gözlerin sahibiydi. Bir eliyle yüzüne çarpan saçlarını düzeltmek için uğraşırken, diğer elinde yediği çikolata vardı. ‘O siz miydiniz’ dedi olağan haliyle. İstemsizce gülüp ‘o derken’ dedim ve sustum. İki elimle çöp poşetini tartıp, kumun üzerine düz halde durmasını sağladım. ‘Bir efsanesiniz siz’ derken kahkahayla karışık ciddi bir duruşu olduğunu sezinliyordum. Varlığı karmaşıktı. Hem bir yanılgı veyahut yansıma hem de gerçeğin apaçık karşılığıydı. ‘Hala neden bahsettiğinizi anlamadım’ dedim. ‘Alçakgönüllü olmayınız canım, yaptığınız şeyden bahsediyorum. İlçede sizin yaptığınızı deneyen çok olmuş ama ikinci deneme sonrası vazgeçmişler. Sanırım siz vazgeçmediniz.’ Buraların yabancısı gibi konuşuyordu. ‘Fark ediliyor oluşu güzel’ dedim. Konuşacak bir şey bulamadım ama onun muhabbeti devam ettirmesini bekliyordum. ‘Aslında biliyor musunuz, yaptığınız bu işi ben de denemek istiyorum. Şimdiye kadar kimse gelip size, ben de size yardımcı olmak istiyorum demiyor mu? Neden öyle şaşırmış gibi bakıyorsunuz?’ Aramıza çok değil, en fazla iki metre vardı. Kendimi şişman biri olarak görmem bir yana, o benim iki katımmış gibiydi. ‘Gelebilirsiniz tabi ama sıkı giyinmenizi öneririm. Denizden soğuk rüzgâr insanı çabuk hasta edebilir.’ İkimizde gülümsüyorduk. ‘Peki’ dedi, ‘bir daha ne zaman geleceksiniz?’ Onunla beraber bu işi yapmayı istemiyordum. Tamam, çok güzel gözleri vardı, bu yadsınamazdı ama fiziksel olarak o kadar iriydi ki, onunla aynı ortamda görünmek istemiyordum. Ne kadar da aptalım! Gerçekten bunları düşünüyordum. ‘Pazartesi’ dedim, ‘pazartesi öğlen bir gibi burada olmayı planlıyorum.’ ‘Aslında’ dedi ve devam etti:’ Aslında pazartesi öğleden sonra iki saat dersim var. Ancak buraya gelmek için bir şeyler ayarlayacağım. Görüşürüz.’ Elini sallamasına karşılık poşeti tutmayan diğer elimi havaya kaldırıp karşılık verdikten sonra ağır ağır ilerleyen kütleye bakıyordum. Kalçaları gerçekten ama gerçekten büyüktü. Nasıl tarif edilir, neyle tasvir edilir; hem kestiremiyor hem de hayret içerisinde sadece bakıyordum. Kıytırık bilgilerimin bana anımsattığı kadarıyla omega 3 fazlasıyla bu iri kütlede bulunuyordu. Bu iri kütleden doğacak bir çocuğun zeki olması da muhtemeldi. Ayrıca ciddi anlamda mizah yeteneği gelişmiş, kendisiyle barışık, zeki biri olduğunu seziyordum. Neredeyse derisi kemiğine yapışmış, ancak kendisinin güzellik idolü olduğunu iddia eden bir kadın değildi. Fakat hafif balıketli, ciddi anlamda alımlı bir kadın da değildi. İri kütle ciddi anlamda şişman biriydi. Sokakta yürürken onu fark edememek, dağınık bir kafanın belirtisi olurdu. Bir an için pazartesinin hiç gelmemesini istiyordum. Yine de biri tarafından umursanmanın verdiği garip hazzı duyumsuyordum. Yalan değil, hoşuma gitmişti.
Pazartesi saat 11.40’da sahilde bıraktığım yerdeydim. Bu işi başta kolay zannediyordum. Ortalama üç saat çöp topluyordum ve ciddi anlamda başlarda yorucu olmuştu. Evde pineklemeye alışmış hantal vücudumu durağana yakın bir işte çalıştırmanın nasıl zor olduğunu anlamıştım. Bir ay geçmişti ve sahil şeridinin yarısından hayli fazla kısmı duruyordu. Bu iş hiçbir zaman bitmeyecek gibiydi ama benim amacım da tam anlamıyla bir iş başarmaktan ziyade elimden geldiğince gayret göstermekti. Bir ayda küçük gibi gelse de bazı konularda ciddi ilerleme sağlamıştım. Öncelikle saçıma yüzüme özen gösteriyordum. Daha temizdim. Bu iş sonrası banyo yaptığım için mecburen bir temiz olma durumu ortaya çıkıyordu. Sonunda baskül alabilmiştim. Çocukken zengin belirtisi gibi gelen baskül salonda duruyordu. Her gün üzerine çıkıyordum. Bir ay önce 102 kiloyken, şu an 95 kiloda olduğumu görmek hoş bir duyguydu. Vücudum toparlanıyordu ama hala şişman biriydim. Kendimi artık daha zinde hissetmemi sağlayan şey, haftada en az üç kere dışarı mutlaka çıkıyor oluşumdu. Bir ara her gece sahile çıkıyor, az da olsa tur atıyor eve dönüyordum. Fakat son iki yıldır denize ne kadar yakın otursam da, günlerce denizi görmediğim oluyordu. Balkondan bir karış da olsa görebileceğim denizin kendisinden kaçıyor gibiydim. Saat on iki olunca ‘acaba gelecek mi’ diye sordum. Bunu neden sormuştum ki? Fiziksel olarak itiraf edebilirim ki ondan tiksinmiştim ama nedense gelmesini bekliyordum. Çöpleri toplamalıydım. Saat bir olunca bankın birine doğru yürüdüm. Yanımdaki küçük çantadan suyumu çıkardım. Sonra da sigaradan bir dal aldım. Dudaklarımın arasında gezindirirken meraklı bakışlara alışkın halde sigaramı yaktım. Sahilde dolaşanları artık sima olarak tanıyor gibi hissediyordum. Renkleri birbirinden ayrı kedileri tanıyor, kendisini sevdirmek isteyen olursa kucağımda bir süre onları sıkıca sarıp okşuyordum. Köpeklerin ‘bu ne yapıyor’ bakışları artık yerini ‘yine geldi bizim avanak’ hale dönüşmüştü. Arkadaşlarımın bana verdikleri fikir ciddi anlamda hayatımı değiştirmişti. Bu konuda onlara teşekkür ettiğim dahi oluyordu ama yine de kendimi eksik hissediyordum. Fuat ara ara takılıyor ‘bak ben sana söylüyorum kardeşim, gelecek bir gün beklediğin’ diyordu. İri kütlenin, yani şişman kadının beklediğim kişi olmasını istemiyordum. Ancak kaderin cilvesi o ki, saate bakıyor ve kendime itiraf edemesem de onu bekliyordum. Saate en son baktığımda 14.28’i gösteriyordu. Telefonu tekrar cebime koyup çöpleri toplamaya devam ederken, pupamı örten paltomu düzelttim. Sancak kıç omuzluk yönünden gelen ses tatlıydı:’ Ah merhaba, kusura bakma anca gelebildim.’ Pruvamı iskele tarafından dönerek ona baktığımda kaygılı bir gülümseme yüzündeydi. ‘Hoş geldin’ dedim. ‘Hoca izin vermedi galiba, dersleri ekemedin’ diye de devam ettim. ‘Ha ha, güldürdün beni’ dedi. ‘Neden’ diye sordum. ‘Hoca olsaydın anlardın’ deyince, ‘öğretmen misin yoksa sen’ dedim. ‘Küçük, minnacık biri gibi mi duruyorum karşıdan? Görüyorsun ki dünyada kapladığım yüzölçümüm ortalamaya göre hayli fazla. Ayrıca altı senedir öğretmenim.’ Sahip olduğu özgüveni karşısında etkilenmemek elde değildi. ‘O kadar abartmaya gerek yok. Sadece biraz fazlan var’ dedim. Buna pot kırmak mı yoksa başka bir şey mi denir bilemiyorum ama o gayet açık sözlüydü:’ Yeme beni! İkimizde biliyoruz ki, ben hayli kilolu bir kadınım. Pardon, daha adamakıllı tanışmıyoruz da, böyle konuşuyorum seninle ama rahatsız oluyorsan lütfen söyle.’ ‘Hayır’ diyerek gülümsedim. ‘Hayır, böyle konuşuyor olman beni de rahatlatıyor. İlk defa biriyle bu işi yaparken konuşuyorum.’ ‘İş derken’ dedi ve sustu. ‘Bu yaptığımı diyorum işte’ dedim. ‘Bence yaptığına iş gözüyle bakılamaz. Sen şu anda bir sanatçısın.’ ‘Nasıl yani’ dedim. ‘Nasılımı var’ dedi. ‘Yıllarca okullarda öğretmenler öğrencilere hep bu çevre duyarlılığından bahseder ama bilirler ki öğrencilerden beş tanesi çıkıp, çevreye çöp atmadan hayatını yaşasa mükemmel bir öğretim olur. Bence sen bir sanatçısın. Resimden pek anlamadan konuşuyorum ama tabloda gözüken gereksiz çizgileri tek bir noktada birleştiren ve oraya ayrı bir ahenk katan ressam gibi çöpleri topluyorsun. Ben senin geçtiğin yerlere bakınca içim açılıyor.’
…
Mart ayıydı. Serkan İstanbul’da olduğunu, müsaitsem yanıma uğrayacağını söylemişti. ‘Gel’ demiştim kısaca. Sahilde çöp toplama hadisesini son iki haftadır yapmıyordum. Bu ara vermekten ziyade son vermek gibi gelmişti. Çünkü yaptığım iş konusunda rahatsızlık duymaya başladığım gelişmeler yaşanmıştı. Bir gün ilçe zabıta amiri yanıma gelmiş, kendini tanıtmıştı. Yaptığım bu şeyden dolayı gurur duyduğunu, bu olayı birkaç kişiden duyduğunu ve sahile birkaç kez geldiğini ancak beni bulamadığını söylemişti. Belediye Başkanının da yaptığım şeyden haberinin olduğunu ve bizzat benimle tanışmak istediğini, bana özel plaket vereceklerinden bahsetmişti. Bir an tiksinti gelmiş, geçen günlerimin, harcadığım birkaç on liranın, beni kendime getiren rüzgârın ne kadar saçma olduğunu düşünmeye başlamıştım. Chopin’in müziğinin o an kesildiğini, Hades’in iniltilerinin ayyuka şekilde dalgaları kıpırdaştırdığını duyumsuyordum. Kirli eldivenimle zabıta amirinin elini sıktıktan sonra arkamı dönüp suya en yakın ıslak kum parçasına doğru yürürken ‘sikerim plaketinizi de, sizin işinizi de’ dedim. Yosun’un dediği gibi bu bir iş değildi, Bana yaptığımın sanat olduğunu inandırmakla kalmamış, bu söylemi benimsemiştim de. Ancak bürokrasi bunu kendi emellerine çevirmeye can atan canavar gibiydi. Kimine göre iyi bir davranış şekli, gururlandıracak bir ödül merasimi gibi gelebilir ama benim kimseden beklentim yoktu. Onlardan gelecek çöp poşetini dahi istemiyordum. Serkan’ın geleceği gece Yosun’larda kalmıştım. Yosun’u kimseye anlatmamıştım. İlk defa özel hayatımı hiçbir arkadaşıma anlatmamıştım. Bu Yosun’un çok şişman oluşundan ya da yaşadığımız ilişkinin boyutundan kaynaklanmıyordu. Başta gerçekten zorlanmıştım. Neredeyse her gün telefonla konuştuğum arkadaş bile aynı şeyi soruyor, ‘hala sahilde çöp toplarken birini bulup bulmadığımdan bahsediyordu.’ Yosun’u nasıl anlatabilirdim ki? Dediğim gibi başlarda anlatmamak için zorlanırken, şimdi anlatmamı isteseler zorlanırım. Gece bizim için olağan bir Cuma gününe dönüşmüştü. Bu cumayı özel kılan da, bir sonraki gün, yani cumartesi günü etüt yoktu. Etüt olmayınca Yosun’un rahatlamıştı. Yalnız cumartesileri anlamakta güçlük çektiğim etütlerin oluşu canımı sıkmıyor değildi. Yosun’da bu konuda rahatsızdı ama ‘para kazanıyorum’ diyordu.
Yosun’un blok ders yapıp geldiği pazartesi gününden beri kaç hafta geçtiğini saymadım. Çünkü mat bir matematiğin varlığını hissediyordum. Sayılamaz bir hikâye olmalıydı. O gün hayatımın en güzel günlerinden birini yaşamıştım. Saatlerce konuşmuştuk. Başlarda kendi kilosuyla alay etmesinin alt sebepleri olmak üzere, hemen hemen her konuda hem o hem de ben fikirlerimizi inanarak söylemiştik. O gün, yani pazartesi akşam geç saatlerde ayrılmaya yakın son sözü ‘ailemi ve öğrencilerimi ayrı tutuyorum fakat kimse beni gerçekten sevmedi’ deyişi içimde iri bir dağı yerinden oynatmıştı. O kadar çok mana çıkarılacak bir şey söylemişti ki, neresinden tutsam kırılacak bir duyguyla beni yalnız bırakmıştı. Yalnız bırakılış elbette mecazendi. O günden sonra her gün görüştüğümüzü itiraf etmeliyim. Daha acısı onu şişman haliyle kabul edişim cidden zor olmuştu. Güzellik algısı zihnime o kadar işlemiş haldeydi ki, dünyada evrensel boyutta bu algı durmaksızın bir asırdır baskın bir şekilde uluslara pompalanıyordu. Yosun’un aklına, bilgisine ve dünya görüşüne hayran kalmıştım. Mütemadi bir hayranlıktan bahsediyorum. Tek kusuru benim eski kilomda oluşuydu. Yaklaşık 1.64 boyu vardı, bunu kendisi söylemişti. Boyu bir on santim daha uzun olsa 102 kilo olması onu bu kadar şişman göstermeyebilirdi ama olması gerektiğinden hayli fazla kiloda olduğunu biliyordu. Ancak birkaç gün önce, soğuk gecenin ortasında hafif terli başını göğsüme koyup uzanırken ‘biliyor musun’ dedi, ‘kilo veriyorum.’ Devam etmişti. Chopin’i dinliyordum. ‘Geçen gün senin eve geldiğimde basküle çıktım. 98 kilo gösterdi. Senin baskül doğru gösteriyor değil mi?’ Cidden bazen gereksiz çıkışlarım oluyor: O gece olduğu gibi. ‘Buradaki basküle ne oldu?’ ‘Sevim kırdı onu geçen hafta. Neymiş, bir türlü kilo veremiyormuş. Bozulmuştur filan dedim, dinlemedi. Bazen Sevim çok kırıcı olabiliyor. (Güldük) Diyorum ona, kuzum yetmiş kilodasın, boyu da onun 1.70’di sanırım.’ Nasıl anlatılır ki? Bir insanın dudağını öptüğünde ondan alınan zevki anlatmak sapıkça mıdır? Hayır, yoksa alınan hazzı paylaşmak isteğinden başkası da olmayabilir. En azından Serkan’a anlattığımda amacım sadece hazzımı paylaşmaktı.
‘Demek sonunda birini buldun. Fuat boşuna dememişti. Erkan hocama söyleyelim şerefine bir müzik bestelesin.’
‘Alay etme’ dedim Serkan’a. Erkan’ın şarkı besteleme olayını Serkan’dan fazlasıyla ben istiyordum. Bu işlerin ısmarlama olmayacağını biliyordum. Umudum bir gün elbette hayatının eserini, bestesini yapabilmesiydi ama bunun için beklenen ilham ciddi anlamda sağlam olmalıydı.
‘Kız nasıl peki, güzel mi?’
Uzatmadan Serkan’a telefonda açtığım resmi gösterdim. Bilerek boydan Sevim’in ikimizi çektiği fotoğrafı gösterdim. Serkan hafifçe gülümseyip ‘iyiymiş, seni mutlu gördüm ya’ dedi.
‘Serkan’ dedim, ‘sen açık sözlü olmayı seven adamsın, ne olur dilini tutma, istediğini söyleyebilirsin. Biliyorum Yosun fazlasıyla şişman geldi gözüne. Bunu fark ettin ama beni kırmamak için bir şey demiyorsun ama emin ol ilk defa bu kadar iyi hissediyorum.’
‘Yok’ dedi, ‘neden öyle düşüneyim.’ Serkan bir süre sustu ve sonra duymak istediğim şeyi söyledi:’ Evet, haklısın sanırım. Şişman evet ama ben seni ilk defa bu kadar canlı görüyorum. Nasıl biri?’
‘Yosun’u diyorsun, adı bu arada Yosun, adıyla da ileride akrabalarım alay edecek, hatta arkadaşlardan bazı zırtapozlar ‘la la la Yosun’a koysun’ diyenler bile çıkabilir. Evet, Yosun’a koyuyorum, bunu da bilsinler.’
‘O kadar yani?’ Serkan gülümsüyordu.
‘İlk günü anlatmamı ister misin?’ dedim ve Serkan’a baktım. Serkan ‘zevkle’ dedi ve çaya doğru uzandım.
‘Biliyorsun işte nasıl tanıştığımızı. (Bilmiyorum der gibi bakıyordu Serkan ve gülümseyerek ‘sizin yap dediğiniz şeyi yaparken, yani çöp toplarken’ dedim ve Serkan ‘ha’ deyip gülümsedi) İyi hatırlıyorum. Karla karışık yağmur yağdığı bir gece Yosun’dan telefonuma mesaj geldi: ‘Müsait misin, telefon açabilirim’ diye. (Serkan ‘o kadar yani’ diyerek gülümsedi ve anlatmamı bekledi. İki sigara aldık paketten ve yaktık) ‘Tabi canım’ diye yazmadan tabi ben telefon açtım. Gülerek açtım telefonu. ‘Ya sen ne biçim bir şeysin, güzellik’ tarzı konuştum. Biraz dangalak biri olduğumu biliyorsun. Neyse, bana dedi ki ‘bu akşam gece gelebilir misin benim eve’ dedi. Sevim Bilecik’e, ailesinin yanına gitmiş. ‘Tamam’ dedim, ‘on dakikaya geliyorum.’ Evlerin arası çok yakın. (Serkan’a elimle Yosun’un nerede oturduğunu gösterdim. Serkan gülüyordu) Üzerimde iyice sigara sinmiş kazak vardı. Onu çıkardım. Altımdaki tişörtü de kokladım. Baktım olacak gibi değil, temiz bir tişört giydim. Siyah bir tişörtü var, yazın evde onu giymeyi çok seviyorum. Üzerine de oduncu gömleğini giyip, altımdaki pijamayı da çıkarıp pantolonu bacaklarıma geçirdim. Fuat’ın derviş paltosu dediği paltomu da giyip evden tam çıkacakken, şu ağzımı bir suyla çalkalayayım dedim. Baktım olacak gibi değil, ciddi bir sigara tüketimi sonrası ağız zaten zehir gibi, dişlerimi fırçaladım. Çıkmadan da gargara suyundan ağzıma aldım. Apartman çıkışı direkt toprağa döktüm. Bir acayip yapıyor ağzımı o gargara da, neyse, ha nerede kalmıştım. Yürüdüm Yosun’un evine doğru. Bu arada önceden bir kez gitmiştim. Zile bastım. Dış kapıyı iteleyip apartmandan içeri girince birden içim sıkılmaya başladı. (Serkan çayını yudumladıktan sonra gözlüğünü çıkarıp peçeteyle silmeye başladı) Yalan olmasın dostum, ben de artık bir şeyler istemiyor değildim. İstiyordum ama korkuyordum. Ne bileyim, içimde bir sıkıntı vardı. Kendimi yanlış bir akıntı içinde bulmak istemiyordum. Üç katı bu duygularla çıktım ve daire kapısını tıklattım. O güzel bakışları ve taranmış simsiyah gür saçlarıyla Yosun karşımdaydı. Elini uzattı. Tuttum. İçeri girdim. Ayakkabımı iç tarafta ayakkabı halısı olarak nitelendirdikleri yerde çıkardım ve bana uzattığı terliği giydim. Biliyor musun? (Serkan ‘neyi’ dedi gülümseyerek) Bana özel gitmiş terlik almış. Baktım ayaklarım içinde sımsıcak, kırk altı numara terlik. ‘Bu ne’ dedim duygu kabzımalı olarak. ‘Beğenmedin mi’ dedi gülümseyerek. Ya nasıl baktığını sana anlatamam. Gel buraya dedim. ‘Ne’ dedi nazlanarak. Saçlarını elimin tersiyle hafifçe iteleyip öpmeye başladım dudağından. Ayaktaydık. Ona doğru eğilmiş haldeydim. O elleriyle belimi sarmışken, iki elimle yüzünden tutmuştum. Bir an için kendini geri çekip ‘salona geçelim mi’ dedi. Elimi tutuyordu ama o önden yürüyordu. Salonda bir de ne göreyim: Masanın ortasında mumlar yanıyor. İki kadeh, boş iki tabak, ortada bir yayık bir tabakta salata. Zeytinyağının kokusu geliyor mis gibi. ‘İlk defa bir şey denedim’ dedi. Neyi denediğini merak ediyordum. Ne dedim usulca yanağını okşarken. ‘Geçen şey demiştin, annemin yaptığı kıymalı yaprak sarmasını çok severim, onu denedim. Umarım beğenirsin.’ Kıskanıyor muydu annemi, hayır tam olarak öyle değil. Benim ne sevdiğimi öğrenip, beni kendine çok bağlamak mı istiyordu, inan şimdi kestiremiyorum ama bunlara zaten gerek yoktu. Ha işin esprisi bir yana, gönlümün başka odacıklarını fethediyordu, o ayrı. Masaya geçtim. Sandalyeye oturdum. Mutfağa geçip orta boyda tencereyi kendisiyle beraber getirdi. Tabağımı doldurmadan önce tencereden bir tane alıp ağzıma yaklaştırdı. Yavaşça ağzıma aldığımı sarmayı çiğnemeye başladım. Burnum sızlamaya başladı. Cidden başarılıydı. Tabağı doldururken ‘enfes’ derdim bir an. ‘Şakacı seni’ dedi gülümseyerek. ‘Cidden enfes’ dedim ve sustum. Tencereyi masaya bıraktıktan sonra büyük, neredeyse iki litrelik diyebileceğim bir şişeyi masanın altından çıkardı. ‘Öncelikle’ dedi ve sustu. ‘Bunu yapmaktan tiksindiğimi belirtmek istiyorum. İstersen hiç içmeyebiliriz. Ancak bu şarabı içmeden ölüp giden ve nice Avrupai şarap için bayıldım diyen nicesini duydum. Bu benim dedemin gençliğinde Urla’daki evinin mahzenine kaldırdığı şaraplardan. Diyarbakır, Manisa, Ankara gibi değişik illerden topladığı üzümlerle yaptığı, gerçekten acayip bir aroması olan şarap. Dedem memuriyet hayatı öncesi gençliğinde bu işle ilgileniyormuş. Asıl demek istediğim bu değil elbette. Bana geçen dediğini biliyorum. Cidden tekrar soruyorum. Duygu kabzımalı olduğum için direkt şunu söyledim:’ Bu gece tek günahımız bu olmayacak nasılsa!’ Ağzımdan bir an nasıl çıktı ben de bilmiyorum ama Yosun şişeyi düşürecek gibi oldu. Elbette onun da aklından geçen bir şeydi ama böyle malca söylememi beklemiyordu. Şişeyi düşürmek üzereyken tuttum. Hiçbir şey söylemeden, şişeyi bana bırakıp sandalyeye geçip oturdu. Evet, şişe bir buçuk litreden az değildi ama cidden eski bir şişeydi. Boş olarak evde sonra derece güzel bir süs olarak kalabilirdi. Şişenin mantarını açmaya çalışıyordum. Birkaç kez elimle denedim, olmadı. Bu sefer ağzımla açmaya çalıştım. Yine olmuyordu. Yaptığım şey Yosun’u güldürünce, durdum ve ona baktım.’ Özür dilerim’ dedim. ‘Sorun değil’ dedi kısaca. ‘Şunu açar mısın’ dedim, ‘efsane sarmaları bekletmeyelim.’ Şişeyi eline aldı. Nasıl mantarı kaldıracağına bakıyordum. Mantarı saat yönünde sertçe çevirip hızla yukarı kaldırdı. Bir anda nefis sarmanın ve zeytinyağlı salatanın kokusu yanında, bir de şarabın kokusu yayılmıştı.
Serkan’la tekrar sigara yakarken sordu:’ İçtin mi yani? İçmezsin diyordum.’
‘Evet’ dedim, içmezdim. Fakat şu sahilde çöp toplama işi ruhumda ayrı bir açlığı açığa vurmuştu. Yosun tüm bunların üzerine gelmişti. Birkaç bardak mı, kadeh mi ne dersen şarap umurumda değildi. O gün ilk ve son diyebilirim. Anlatacağım sonrası tabi de, içtikten sonra neredeyse bir gün midemin sancısından duramadım. Ama o halde oldu olanlar. (Serkan gülerek ‘ne oldu’ dedi) Sol gözüm soğuktan etkilenmiş, hafif bir yüz felci geçirir gibi olmuştum. Şarabın sıcak dalgasını ağzımda tutarken, Yosun’un garip bir bakışı vardı. Önce küçük bir yudum, sonra hafifçe ağızda gargara yapar gibi dolandırtan sonra, bunu tabi abartmadan, sonra dille damağın hafifçe arka bölümünde birkaç damlayı tutup tadınca Yosun dayanamayıp ‘sen ilk defa içtiğine emin misin şarabı’ diye sordu. Evet, dedim, ilk defa içiyorum. Bir İtalyan filminde görmüştüm. Kaliteli şarabı böyle anlıyordu başkarakter. Ben de deneyeyim dedim. ‘Deli’ dedi yosun gülerek. Tencerede kalan son sarmaları tabağa koymadan yemek için sandalyeyi Yosun’un yanına yaklaştırdım. Kendi tabağını bitirmemişti. İlk onun tabağına saldırdığımı itiraf ediyorum. Bu arada akşam evde bir şeyler yememe rağmen bu kadar açgözlüydüm. Yosun davranışlarımdan huzursuz değildi. Artık çatal masada öylesine bir elemandı. Parmaklarım bir kendi ağzıma, bir onun ağzına sarmaları götürürken, üçüncü kez kadehi dolduruyordum. Hem de yarısına kadar değil, ağzına kadar. Yosun ‘yapma canım, dokunur bak’ dese de, dinlemiyordum. Başımın üst tarafına da yavaştan ağrı giriyordu. Alışmamış götte don nasıl dursun? Tenceredeki son sarma bitene kadar durmamıştım. Bu arada sonrasını hayal meyal hatırladığımı itiraf etmeliyim. Masanın yanındaki ikili koltuğa geçip, elimdeki şişeyle oturdum. Arada hafiften şişeyi ağzıma götürüyordum. Yosun masadaki tabakları, çatalları, tencereyi mutfağa götürüp, bıraktıktan sonra yanıma gelip oturmuştu. ‘İçme ne olur, bırak şişeyi, etkili bir şarap bu, seni kötü edecek diye korkuyorum.’ Yosun’a bakıyordum. Yılların şarapçısı gibi bakıyor, ‘bir şey olmaz canım bana’ dedikten sonra şişeyi tekrar ağzıma götürüyordum. Şişeden tekrar birkaç yudum aldıktan sonra Yosun’a uzattım. ‘İç’ dedim. Yosun hafifçe bir yudum aldıktan sonra şişeyi saklar gibi olunca, ‘ver’ dedim. ‘Ne olur yeter’ dedi. ‘Dokunacak diye korkuyorum.’ ‘Verir misin’ diye üsteledim. (Serkan kahkaha atıyordu) Bir şeyler söylüyordu. Anımsadığım kadarıyla dedesi sert sevdiğinden en az yüzde kırk mı ne, bir şey geveliyordu ağzında. Cidden her geçen saniye daha bir hoş oluyordum. Birkaç kez derinden öksürdüm. Sigara istiyordu canım ama Yosun sigara içmediğinden onun yanında içmek de istemiyordum. Hem dediğimi yapıp, son kez iri bir yudum şişeden aldıktan sonra şişeyi uzanıp masaya bıraktım. Yosun’un yanına geldim. Söylemedim değil mi, Yosun geceye özel askılı siyah bir elbise giymişti. Baya da uzun bir şey. Hani zaten loş bir ortam, mum ışığı var sadece. Ben oturdum Yosun’un bacaklarının önünde. Yosun bana bakıyordum. Başımı dizlerinin üzerine yığdım. Yosun saçlarımı okşuyordu. Bunu o kadar çok seviyorum ki! Çocukluğuma gitmiştim sanki. Yosun’un dizleri üzerinde tüm kaygılarımdan uzaklaşmış gibiydim. Yosun hiçbir şey söylemeden başımı okşamaya devam ediyordu. Haylaz bir çocuk olarak burnumu bacaklarına sürtüyordum. Bir süre şarabın etkisindeydim. Cidden Yosun’un dediği kadar vardı. Her şeyden öte yılların şarapçısı gibi bana bir şey olmaz edalarının karşılığı tatlı bir baş ağrısıydı ama kadınlarda daha etkili olduğunu bildiğim afrodizyak etkisi beni de etkilemişti.
Serkan ‘eee’ dedi. Uzatma der gibi değil, anlat, dinliyorum e’siydi bu. ‘Sonra’ dedim, ‘başımı kaldırdım. Dünyada bana bu kadar tatlı gelen başka yüz yok dedim. Bana ne dedi biliyor musun Serkan? (Serkan ‘ne dedi’ der gibi bir yüz ifadesi takındı) Bana dedi ki, ‘beni gerçekten nasıl sevebildin?’ Kafam zaten gidiyor hafiften, saçmalamaya başladım. Size hani bir mektup okumuştum. Fuat, sen ve Erkan varken. Aynen o mektup gibi düşün, bu sefer de Sezar’dan, Büyük İskender’den, Sparta’dan, Atina’dan, Sokrates’ten bahsettim. Artık o da saçmalamalarıma dayanamaz olmuştu ki, bir eliyle ensemi okşamaya başladı. Kedi gibiydim. Sırnaşma vaktim gelmişti. Yakınlaştıkça yakınlaştım. Ağzımdaki o pis gargara suyunun tadını dindiren ilk zeytinyağlı salata olmuştu. Sonra sarmalar ve üzerine şarap muhteşem gelmişti. Resmen kaybetmiştim kendimi. O kadar güzel kokuyordu ki, Yosun’un her bir tarafını öpme isteğiyle doluydum. Kulağına yaklaştım. Saçlarının arkasına geçip ensesini hafiften ısırmaya başladım. Boynunu arada öpüyor, uzunca da etli çenesiyle beraber emiyordum. Kulağına tekrar yaklaştım. ‘Elbisen önemli mi’ diye sordum. Diyorum ya çok akıllı biri, anlamıştı ne demek istediğimi. ‘Arkadaki fermuarı çek aşağıya’ dedi. Nefes nefeseydi. Hafifçe başını öne eğdi ve fermuarı zor da olsa aşağı indirdikten sonra hafiften bollaşan askını sağ kolundan aşağı indirmeye başladım. Öyle hissediyordum ki, beni durduracak hiçbir kuvvet yok gibiydi. Nihayet istediğim olmuştu. Tek askısıyla daha seksi gelmişti. Kolunu öpüyordum bu sefer. Sutyenin kopçasını çıkarmak için hayli uğraştım ama değmişti. Dedim ya az önce, sanırım ben gelmeden de duş almıştı, bilmiyorum ama teni çok güzel kokuyordu. Kırlenti koltuğun kenarına koyup, uzanmasını bekledim. Sağ göğüs ucunu okşuyordum. Her geçen saniye ürkek tepkileri yerini daha rahatlamış bir bekleyişe dönüşüyordu. Yine de gergindi. Ellerimi kullanmaktan geri durmuyordum. Omzunu, kollarını, hatta parmak boğumlarını okşarken yeniden yüzünün her bir yanını öpüyordum. Ancak o anda olmasından nefret edeceğim şey başıma geldi. Boşuna demedim alışmamış götte don durmaz diye. Sekerek banyoya doğru koştum. Tam zamanında Yosun’un üzerinden ayrılmıştım. Klozet kapağı şükür ki açıktı. Zevkle yediğim salata, sarmalar, midemin alışkın olmadığı şarapla beraber klozetin suyu üzerinde katman oluşturduğunu hayal ediyordum. Kan kusmuş olmalıydım. Böğürmelerim kesilince bir ses duydum. Saçı başı dağınık, elbisenin bir askısını havada tutarak göğsünü kapatan Yosun arkamdan ‘ben sana dedim canım değil mi’ diyordu. Banyonun lambasını açmadan iyi ki sifona basmıştım. Lavaboda yüzümü yıkarken yüzümü görmemle korkmam bir olmuştu. İçime kaçmış şeytan bu gece benimle beraber olacaktı. Buna emindim.
‘Bu kadar mı’ dedi Serkan. Sustum. Bardakta kalan çayı yudumladıktan sonra ‘hayır’ dedim. Yüzümü tekrar yıkadım. Ağzımı çalkaladım. Bu arada Yosun geçti arkama. Kapattığım klozet kapağını kaldırıp, üzerine oturdu. Arkamı dönüp baktığımda bacakları arasındaki siyah dantelli külotu gördüm. Ona bakmıyormuş gibi yapıp yüzümü çevirdim ve banyodan çıktım. Çıkarken klozetin ön seramik yüzeyine çarpan çiş sesini duyabiliyordum. Yüzümü defalarca yıkamak beni kendime getirmişti. Fakat Yosun hemen banyodan çıkmamıştı. Çıktıktan sonra da odasına uğramış, bana havlu getirmişti. Yüzümü sildikten sonra tekrar yüzüne baktım. Hala midem bulanıyor gibiydi. Yosun’un aklına bir şey gelmiş gibi aniden mutfağa geçtiğini fark ettim. Lambası yanmış mutfağa doğru yavaş adımlarla ilerlerken ‘keşke içmeseydim şu meledi’ diye sayıklıyordum. Bardağın içine suyu dökerken gördüm. Beyaz toz bir madde üzerine eklediği suyu karıştırıp bana uzatırken Yosun’a bu ne dedim. ‘İngiliz karbonatı, iyi gelir umarım az da olsa’ dedikten sonra tek dikişte karbonatlı suyu içip, Yosun’un arkasına geçtim. Yosun en fazla iki yarım kadeh içmişken, ben neredeyse şişeyi bitirmiştim. Saçları da teni gibi çok güzel kokuyordu. Hafif tarçın ve adaçayı kokusu alıyordum. ‘İstersen biraz dinlen yatakta’ deyip, mutfağın lambasını söndürüp, salona doğru geçtik. Yatağa geçmeden ‘şu mumları söndüreyim’ diyerek masaya doğru gitti. Mumları söndürdükten sonra yanıma gelip, beni kolumdan tutup yavaşça yatağına doğru gittik. Yatağı çift kişilik görünce çocuklar gibi mutlu olmuştum. Parmağımı uzatıp ‘şu kenarda kıvrılıp uyurum’ dedim. Gerçekten de dediği gibi yaptım. Hiçbir şey demedi. Yastığını aldım. Başımı yastığa dayadım ve gözlerimi kapadım. Şarap öyle tatlı bir uyku vermişti ki, midem de zaten rahatlamıştı.
‘Öyle malak gibi yattın yani gece, sabah mı yaptın bir şey’ diye Serkan sorunca, Fuat’ın ünlü ‘sus’ hareketini yapıp, ‘az dur, dinle’ dedim. Evet, bir güzel uyudum. Haplarla çok kez uyuşturduğum vücudu sıvıyla ilk kez uyuşturmuştum. Gece bir ara yatağa sürtünüp dururken buldum kendimi. Koşar adımlarla banyoya gittim. Dönüşte ‘Yosun nerede ya’ diye kendime sordum. Acaba mutfakta bir şeyler mi tıkınıyor, ah bu yüzden kilolu diye düşünüyordum. Sonra Sevim’in odasındaki ışığı görünce kapıyı hafifçe araladım. Bir de ne göreyim, sandalyede oturmuş, masadaki kâğıtlarla ilgileniyor. ‘Ne yapıyorsun canım sen’ dedim. ‘Sınav kâğıtlarını okuyayım dedim, canım sıkılıyordu öyle işte.’ Uykum bastırıyordu ama onsuz yatağa dönmek istemiyordum. Gözlüğünü çıkardım ve elinden tutup, ‘bırak dedim ‘sınavı, sonra okursun.’ Yatağa uzandığımızda sırnaşmaya başladım. ‘Seni istiyorum’ dedim gözlerine bakıp. (Serkan gülerek ‘her şeyi yaptın zaten, bir yapmadığın o kalmıştı’ dedi) Hiçbir şey demedi. Kolundan destek alıp dudağıma yaklaştı. Her şey o anda tekrardan başladı. Daha iyi hissediyordum kendimi. Uykum cidden geliyordu ama bu sefer en azından bir yarım saat daha dayanabilirdim. Sabah uyandığımda sarılarak yattığım iri kütlenin Yosun olduğunu fark ettim. Evet, iğrenç birisiyim. Evet yada event, her neyse, events de diyebilirim. Yorganı kaldırıp hafifçe baktığımda ikimizde çıplaktık. Değişik bir duyguydu. Yosun’la gece neler yaptığımızı hatırlıyordum. Yosun derin nefes alıp vererek uyuyordu. Hafifçe doğruldum. Sonra bacaklarımı yataktan çıkarıp yerdeki külotumu ararken bir şey fark ettim. Kurumuş kan izi kasığımın kenarında duruyordu. Acaba salaklık edip, bir yerimi mi kanattım diye düşünürken, Yosun’un bacak arasına doğru yorganı kaldırdığımda gerçeği anladım. Serkan bağırırcasına yüksek sesle ‘kız bakire miydi lan’ dedi. ‘Evet’ dedim. ‘E, ne olacak bundan sonra?’ diye sordu. ‘Bilmem, evleniriz herhalde’ dedim.
…
Haziran ayı gelip çattığında Serkan, Fuat ve Erkan’a tekrardan haber etmişti:’ Ben geliyorum, müsaitseniz sizde gelin.’ Dedemler taşındığı için bazı eşyaları etrafa dağıtırken, semaver de şansıma bana kalmıştı. İkindi vaktiydi ve tavuklu patlıcanlı börekten iki tepsi yapmıştım. Semaver’de yavaşça çay demini alırken, Fuat hüzünlü bir yüz ifadesiyle konuşmaya başladı:’ Kardeşim, inan insanın aklı almıyor. Nasıl olur da onca uğraş verdiğin şu sahil bu kadar çabuk zamanda tekrar çöplük haline dönüştü, gerçekten inanılmaz.’ Erkan ‘bu kadar şerefsiz bir halk mıydık biz hep’ diyordu. Serkan bir anda lafa karışıp ‘sikerim halkını, ne iyilik yaparsan yap, güce tapar bu halk’ dedi. Hafiften bir bahar yağmuru yağıyordu. Islanıyorduk ama dördümüz de mutluyduk. Serkan laf arasında ‘Yosun ne yaptı, tayin işi kesin mi’ diye sordu. ‘Bilmem’ dedim, ‘herhalde okullar bitince tayin işini halledecek. Bayadır görüşmedik. Geçen Sevim’i gördüm o söyledi.’ Erkan ile Fuat sırayla ‘geçmiş olsun’ dediler. Ayrı ayrı ikisine de ‘sağ olun’ dedim. ‘Yalnız’ diye ekledim yüzlerine dönmeden, semavere köz ilavesi yapıyordum, iyice afet bir şey olmuş. Geçen paylaştığı resmi gördüm. En son benimleyken 85 kiloya düşmüştü. Herhalde şimdi 80 filandır.’ Serkan elindeki taşı alıp Erkan’a verdi. O da dönüp Fuat’a verdikten sonra, Fuat ayağa kalkıp taşı denizde üç kere sektirdi. Serkan ‘aman siktir et oğlum’ dedi, ‘sana kız mı yok? Takma kafaya. O kaybeder senin gibi birisini kaybettiği için. Ne olmuş yani içiyorsan?’
Annem bir ay evvel ince uzun, ikinci el bir palto daha bulmuş, bana vermişti. Bu sefer iç cebinde Kıbrıs’tan getirttiğim konyak duruyordu. Semaveri közle besledikten sonra konyağı çıkarıp bir yudum aldım. ‘Hani size demiştim ya şişman birisiyle sevişmek zor oluyor diye, küllin yalan dostlar. Şu melet nasıl içimi ısıtıyorsa, o da öyle kanımı kaynatıyordu. Yosun’um benim, kadınım, pancar tatlım, tarçın kokulum. Dedenin şarap çanağına tüküreyim e mi!’
YORUMLAR
valla ne yalan söyleyeyim uzunluğunu görünce başlamak için bir tereddüt ettim. sonra bir paragraf, iki, üç derken dibini buldum şişenin. uzun zamandır yazdıklarının arasında biraz farklıydı bu sefer ki. ufak tefek eksik kelimeler ve hatalı ekler dışında gidişat gayet akıcıydı. o ufak tefek hataları da yorgunluğuna veriyorum.
bazı kısımlarını bizzat yaşıyor gibiydim. bazı bölümleri keşke gerçek olsa dedim, bazı yerlerde ise acaba diye sordum kendime. klasik bir yorum olacak ama yine de yazacağım, bu okuduğum bir film olsa insanı yormayan, ama etkileyen naif bir film olurdu.
bu arada italyanca sahil güvenlik kelimesinin argo anlamını da öğrenmiş oldum sayende. eline, beline, diline sağlık :)