DİVRİĞİ ÇAYÖREN’DE BİR BAHAR GÜNÜ
Doğu Ekspersi bir ırmak yatağını izleyen yolunda büyük kıvrımlar çizerek yalçın kayaların arasından ve sık sık uzun tünellerden geçerek bir bahar sabahının alaca karanlığında Divriği istasyonuna girdi, kalbim sevinçten çarpmaya başladı. Trenden indim, gökyüzünde tek tük yıldızlar görülüyordu. İstasyona dolmuşların, taksilerin gelmesine daha dört saatten fazla zaman olduğunu önceki deneyimlerimden biliyordum. Henüz Mayıs ortalarıydı. Dışarısı soğuk, istasyon binasının yolcu bekleme salonuna girdim, yanmayan sobanın etrafındaki boyasız, kırık dökük birkaç bankta iki üç evsiz uzanmış yatıyor, biri oturmuş sürekli sigara içiyor, sigara dumanından göz gözü görmüyordu. Banklardan birinde uyuyakalıp gasp edilmekten çekindim. Dışarı çıktım. İstasyonun önünde bir aşağı bir yukarı volta atmaya başladım, yaklaşık onsekiz saat süren tren yolculuğunun üstüne bir de durmadan volta atmak beni iyice yordu. Yolcu salonuna yeniden girip uyumamak için yürüyerek çarşıya gitmeye karar verdim. Bir elimde elbiselerimi koyduğum valizim, diğerinde Ankara’dan babamgile aldığım pastırma, sucuk, kuruyemiş, vb yiyecekler olan biraz ağırca bir koli, bir an önce istasyondan yarım saat uzaklıktaki çarşıya giden yolda yürümeye başladım. Gittikçe dikleşen yokuş yolda o kadar hızlı yürümüşüm ki, daha gün doğmadan çarşıya vardım; neyin peşindeyim böyle? Bu belki kendimi köye yakın hissetmeden ve biran önce görme isteğimden oldu, o yüzden acele ettim. Yukarı çarşıda, Ulu Cami’nin hemen altındaki belediye binasının önünde eski Mengücek şifahanesi kalıntısının önündeki banklarda oturarak günün doğmasını bekledim; gözlerim Ulu Cami’ye bakıyor ama aklım başka yerlerde, ne kadar oturduğumu bilmiyorum, yeniden çarşı içinde sarsak sarsak yürümeye başladım. Dükkanlardan bazıları açılmıştı, derken köyün dolmuşunu gördüğüm, dolmuşçunun “Ooo ağam, hoş gelmişsin !...” diyen sesi bir başka dünyadan gelen selam gibiydi. Durdum, kendi kendime gülümsedim, işte bir köylüm! dedim, kalbimde bir titreme hissettim.
İkindiden sonra yola çıktık, yaklaşık iki saatlik bir yolculuktan sonra köye akşam üstü vardık, gölgeler uzamış ama gün henüz batmamıştı. Köyün girişindeki etrafı büyük selvi ağaçları ile çevrili yoncalığımızın içinde babamı gördüm, ayakta yüzü yola dönük birşeyler yapıyordu. Dolmuştan hemen indim, “baba !, baba! diye seslenerek ona doğru koşmaya başladım. Babam da o iri yarı gövdesinden beklenmeyecek bir çeviklikle bana doğru ilerledi, birbirimize sarıldık, uzun süre öylece kaldık, babam ağlıyordu. Koluma girdi, belimize varan otların, çiçeklenmiş yoncaların, tumlardaki kılçıklanmış ayrık otlarınındın içinden yürüyerek köye giden yola çıktık. Köyün içinden geçen yolda yavaş yavaş yürüyerek evimize giderken babam kendi kendine,“ Bugünleri gösteren Tanrı’ya şükürler olsun, Rabilalemi herkese de böyle tatlı anlar yaşatsın!, Ya Rabi !, ya Rabi ! ne kadar büyüksün!, her şeye kadirsin! “ ve bunlar gibi daha bir çok yüceltme, tapınma ve şükran cümleleri kurdu. Annem iki katlı taş evimizin ikinci katının kapısında ayakta durmuş bize bakıyordu. Bir koşu taş merdivenleri çıktım, uzun süre sarılı kaldık; “dur dur, doya doya öpem, doya doya öpem!, veren Allah’a da gurban olam, gıyan Allah’a da gurban olam! ”diye diye annem beni defalarca yanaklarımdan, saçlarımdan öptü. Üçümüz gece geç saatlere kadar sohbet ettik.
Ertesi günü Gatırlı’ya gitmeyi kararlaştırdım, yattım. Sabah, erken sayılamayacak bir saatte, gezimi sürdürmek için evden ayrıldım. Dışarıya çıkar çıkmaz, seher yeli karşıladı beni. Durgun gökyüzünde lif lif bulut parçaları ve leylak renkleriyle sağa sola dolanıyordu. Sarıdaşa giden yola düştüm, eğri büğrü yolda taşlara, tümseklere tökezleye tökezleye ve etrafı seyrederek ağır adımlarla yürümeye başladım. Köyün çıkışında ilk gençlik yıllarımda kaysı toplamaktan-açmaktan usandığım erik ve kaysı bahçelerine giden dik yokuşa saptım, çok geçmeden köyün eteklerine kurulduğu Köybaşı dediğimiz tepelerin doruğuna ulaştım; oradan Çayören’e baktım. Küçük köy, sık selvi ağaçlarının arasından görülebildiği kadarıyla kırmızı kiremitleriyle okul, gri toprak damlarıyla evler, çiçeğe durmuş erik, kaysı ve elma ağaçlarlıyla dar bir alana sıkışmış, ıssız bir görünüm içinde yatıyordu. Kendi kendime itiraf etmek istemesem de, nedenini çözümleyemediğim bir bunluğun, bir sıkıntının yüreğime çöreklendiğini hissediyordum. Yukarı doğru yürümeye koyuldum, dingin bir gök altında hafiften esen serin rüzgarda yürümek iyi geldi. Ben, Duzdaşı’nın sırta doğru ilerlerken, arazi önümde açılıp yayılıyor, ufuktaki Düşek’e kadar giderek daha görkemli bir durum alıyordu. Ben yukarı çıktıkça, seher yeli geçmişte bu tarlalarda ekin derenlerin söyledikleri yaz türkülerini çağırıyor; iniltiler ve gülmelerle karışık, efsanemsi tutkuları anımsatan türküler; öyle türküler ki, Çamşıhı, Argoun türküleri yanında çocuk oyuncağı kalırdı; benim şimdiye dek hiç işitmediğim, çok, ama cok eski bir dünyanın sözcüklerini Tanrı adları gibi fısıldayıp durdu kulaklarıma. Onları bir daha görememek duygusu, ne büyük iç sıkıntısı! Vefalı seher yeliy ile ben de o honculara en derin hislerle sevgiler, selamlar yolladım; Yüce Gök’ten her iki dünyada da onlara elini uzatmasını diledim.
Nemli berrak gökyüzünde düşlere dalmış yumuşak başlı Mayıs bulutları seçiliyor. Yıllardır sürülüp ekilmemiş geniş tarlalar kahverengi-boz öylesine parıldıyor. Kuzeydogu’dan başlayarak yavaş yavaş yükseliyordu gün; batıda siyah gri sıradağların bir düzeni kollayarak kuzeyden güneye uzandiği ve bunların ortasında Düşek bütün görkemiyle görülüyordu. Topla(g)h, elimi uzatsam tutacakmışım gibi daha yakın, üzerindeki yama ve meşe bükleri daha belirgin görülüyordu. Rüzgar, sağda solda şaşkın dolanan bulut kalıntılarına çeki düzen veriyor, birbirine paralel şeritler haline sokuyor onları, tüm gökyüzüne yayıyordu. Rüzgarın uğultusu ve geniş dağlık arazinin görünümü karsısında bungunluk ve sıkıntı uzaklaştı ruhumdan. Aşağıda nazlı nazlı çağıldayan Araplı Deresi’nin sesini dinledim.
Aslında bu gezimin amacı sadece Gatırlı’yı ziyaret etmek değildi, çocukluk yıllarımla yeniden yüz yüze gelmek ve henüz bilemediğim bir sürü heyecanı yaşamak düşüncesi de önemliydi benim için. İşte bu düşüncelerle yoluma devam ederken sanki önümdeki duzdaşları, garouglar, iğdedipleri, hacımemetler ile karşımdaki alıdamları, korcalar, güneyler, oynaklar,iğnekayaları ve tüm bozkır canlanıp dirilmişti. Gerçeklik duygusunu yitirdim, o günleri yeniden yaşamaya başladım: Hayırlı, bereketli bahar yağmurlarlı yağıyor, tarlalarda ekinler büyümeğe, çayırlarda, otlaklarda otlar günden güne boylanmaya başlamış. Tumlardaki ayrık otlarının küçük tepelerinde kılçıklar görünüyor, aruslarda biten kesler, süpürgelikler, sığır kuyrukları kıvrım kıvrım büyümüş, çiçekler açmışlar; her taraf eflatun, sarı, kırmızı, mavi ve daha bir çok renkten dokunmuş bir halı gibi görünüyor gözüme. Kadınlar kızlar dağlardan, tarlalardan derdikleri ot, yonca, kes yükleri sırtlarında yollarda dizi dizi köyle doğru ağır ağır geliyorlar. Köyün ustaları evlerinin önündeki avlularda ya da tek kat damların üstünde saban, harman makinesi, ambar, kürek-kazma-balta sapları yapıyorlar, onları seyretmekten büyük bir zevk duyuyorum. Çocuklar köyde bir akıl hastasının, ya da son yıllarda öğrendiğimiz Erzurumlu Teyyo dayı misali, yalan söylediğine inanılan bir ihtiyarın başına üşüşmüşler onları konuşturup, sinirlendirip eğleniyorlar. Derken bir sıcak sarıyor ortalığı; artık kimse evde durmuyor, çayırlar tırpanlanıyor, tumlardaki otlar deriliyor, artık başaklarını seçmiş buğdaylar sulanıyor, sık ekinler arasından bıldırcınlar ve kınalı keklikler parlıyor. Toplağın tepesinden Hengemelere doğru ağır ağır bir koyun sürüsü iniyor, çobanın yanık bir sesle söylediği, “ selvi olayım da dalım olmasın, o yar benim olsun da malım olmasın” türküsünü büyük bir hazla dinliyorum. Dağ taş adam, her taraftan gelen insan sesleri, hayvan sesleri ve kuş sesleri birbirine karışıyor ve köyün ortasında kavga gürültü hiç eksik olmuyor. Bu gürültülere bahçelerde meyve ağlarının, dere kenarlarındaki selvilerin, söğütlerin dallarını kara bulut gibi kaplayan kargaların, saksağanların gürültüleri karışıyor. Akşam olmasını, güneşin batmasını istemiyorum, üstelik bahar geceleri de bana sanki bir daha uyanmayacakmışım gibi çok uzun geliyor. Köylülerin üzerinde bir gönül yüceliği, bir cömertlik havası esiyor; kapılarına gelen döşürücüleri, tarlalarına gelen topleyicileri boş göndermiyorlar, köye gelen çerçi, kalaycı, köşker gibi yabancılara yemek veriyor, evlerinde olmasa bile mutlaka yatacak bir yer gösteriyorlar. Ebemi görüyorum: eve gelen bir ‘döşürücü’ye,” gardaş hele şuraya bir otur” diyerek yemek pişirilen yerin bir köşesine bir iskemle koyuyor, ayaklarında çarık, şeker çuvalından dikilmiş kirden siyahlaşmış pantolonunun diz kapağı, poposu ve daha bir çok yerinde kocaman yırtıklar, yamalar olan “Saz”lı adam oturuyor. Ebem büyükçe bir bakır sahana biraz ekmek doğruyor, üzerine sarımsaklı yoğurt döküyor, bunun üzerine de bakır tavada kızdırdığı tereyağı gezdiriyor ve sonra “ye, halalı hoş olsun!” diyor. Ağlıyorum, kendime geliyorum
Çayören’e bahar geç, kış erken gelirdi. Mayıs’la birlikte hareketlenme başlar Ekim’in ortalarlına kadar sürerdi. Büyükler tarlalarda, çayırlarda, yoncalıklarda çalışırken çocukların değişmez işi evlerinin kuzularını yaymaktı. Ortalığın ışımasıyla birlikte, Haziran sabahlarının kızıllığında, nedeni tam olarak bilinemez çocuk sevinci içinde kuzu ve gıdıklardan oluşan küçücük sürülerini önlerine katar dağarla vadilere yayılmaya götürürlerdi. Derken bir an canlandı belleğimde: İşte böyle sıcakların artık iyice hissedilmeye başladığı günlerden birinde, Adanınderede kız oğlan karışık, şimdi ikisi hariç hiçbirinin yüzünü hatırlamadığım, on onbeş, belki de daha fazla çocuk kuzu sürülerimizi ayrı ayrı ağaçların altında yatağa vurmuş, derenin kıyısında oyunlar oynuyor, gülüşüyor, şakalaşıyorduk. Gölgeler uzamaya başladığında herkes kuzusunu farklı yönlere doğru sürerek yayılmaya götürdü, benim birlikte olduğum grup sürüyü tozlucalardan galadibine doğru yönlendirdik. İçimizde, o günkü yüzlerini şimdi buğulu bir aynadan seçebildiğim, amca çocukları olan bize göre yaşça daha büyük bir kız ile bir oğlan kavgaya tutuştu; oğlan ne kadar küfür ettiyse ve ne kadar şiddetli tehditler savurduysa, kız tümünün karşılığını, hatta daha fazlasını iade etti, oğlanın gözü kızı dövemeye kesmedi. Uzun yıllar ne zaman oralardan geçsem o günkü galiz küfür dialogunu anımsar, kendi kendime güler ama o kızın kendini cesaretle savunuşuna da hayranlık duyardım, şimdi de aynı duygular içindeyim. Şimdi ikisi de hayatta, İstanbul’da yaşıyorlar; erkek üniversite mezunu, serbest çalışıyor, kadının bahtı o kadar açık olmadı.
Öğleyi biraz geçiyordu ki, sırttaki yolun Araplı deresi ile birleştiği noktaya vardım. Ayakta dinlenerek, meraklı ve şaşırmış bakışlarımı, önümde açılıp yayılan ve gittikçe kat kat yükselerek ufukta dağlara dönüşen arazinin üzerinde gezdirdim. Eskiden buğday ekilen tarlalara elma, kaysı, armut ve ceviz ağaçları dikilerek bahçelere dönüştürülmüş, fakat kesilen gövdelerin kalınlıklarından anlaşıldığı kadarıyla on onbeş yıl sonra elma, kaysı, armut ağaçları kesilmiş, ceviz ağaçları bırakılmış ve dipleri bellenip gübrelenmiş. Araplının öte yakasında, hemen karşımda seyrek meşe koruları, o koruların içinde de yine aynı tip bahçeler. Biraz daha uzakta ve Gatırlı’ya daha yakın yerlerde kayalık, binlerce kat ve kıvrımlarla donanmış tepeler, daha arkalarda sivri sarp kayaları ile Gılbaşları ve piramit biçimli gri çıplak tepeleriyle ulu dağ Düşek’i gördüm. Hepsinin üzerinden geçip giden esmerimsi bulutlar, ara yerlerde yeşil-mavi ve opal rengi ışıldayan alabildiğine duru bir gökyüzü; yelpaze gibi bulutlar üzerinde açılan güneş ışınları. Her şeyde bir devinim; dizi dizi dağlar bile bir akıcılık içinde; kimi yeri az, kimi yen çok aydınlık Gatırlı’nın sarp ve kararsız tepeleri seksek oynar gibiydi.
Araplının taşlı çalılı yatağını izleyen ve yer yer Araplının kestiği eğri büğrü taşlı tozlu patikada beynimde aydınlanan hatırlar içinde saatlerce yürüdüm. Bir hatıra beni bir süre içten içe yiyiyor. Duruyor, kaşlarımı kaldırıyor, şaşkın şaşırmış önüme bakarken, derinden ve yavaş, içimi çektiğimi fark ediyorum. Ergenlik çağıma girerken, köyde tanık olduğum aşklara derin bir özlem duyarak ve o aşkları yaşayan aşıklara özenerek, zaman zaman, güzel bir kız sevmek hayalleri kurmuştum ama ne yapacağımı bilemiyordum. Ne olacaktı bunun sonu? Ne yapmalıydım? Aradan yıllar geçti ve işte şimdi dudaklarımda müstehzi bir gülümseme yayılıyor. Yaşam biçimimiz, güzellik anlayışımız da dahil tüm değerler sistemimiz ve bir bütün olarak iç dünyamız, içinde yetiştiğimiz kültürel ortama ne kadar da bağlıymış meğer…
Gatırlı’ya asıl patikadan değil, başka taraflardan, Tandırcagüneyler’den, gidiyor, geniş bir kavis çiziyorum. Güneş şimdi daha sıcak. Geçtiğim yerlerde ‘çağıl’ denilen küçüklü büyüklü taş yığınlarına rastlıyorum. Burası çok eski zamanlarda ekin tarlaları veya bahçeler olsa gerek. Gatırlı’nın düze vardığımda gölgeler sallanmıştı, Düşeğin gölgesi yasıbükleri basmıştı. Düşek’in karşısında durdum, çocukluğumda nasıl yalvarıp yakardıysam yine aynı şekilde, en içten, en derin duygularla yalvarıp yakardım, şükranlarımı sundum. Fakat, çocukluğumdaki inanmışlık yok, tedirginim; düşüncelere hayallere, kırık kopuk duygulara dalıp dalıp gidiyorum. Hunların Ötüken Dağı, Moğolların Altay Dağı karşısındaki tapınma ritüellerini gözümde canlandırmaya çalıştım; benim bu dağa tapınmamın kökeni neresiydi? Çok uzaklarda kalmış zamanlardan beri bu derin ve özlü mistisizme aşina olduğumu seziyor, bu duyguya tekrar başlamak istiyordum. Aslında metafizik’ çıkmazlar içinde yolunu, kaybetmekten de hoşlanıyordum. Bütün çiçeklerin, böceklerin yaşama savaşını hep ilgiyle izlemişimdir. Güneş ısıtmaya başlayınca hepsi hayata uyanıyor, birkaç saat boyunca kendilerini ezeli hazza bırakıyorlardı. Güneş olmayınca hayatın olmayacağını bilimsel bilgiyle biliyorum. Güneş neydi, niye hiç sönmüyordu, ya da ne zaman sönecekti? Ormanlar, bitkiler dağlar taşlar neydi ? Ve taşlar ve fundalar, ağaç kökleri, ot , orman, rüzgar ve bütün dünyayı örten gökyüzüyle dost muydu o? Rastlaştığımız bir insan, bir karınca seli, bir su seli, bir çığ, bir inek, bir kelebek, bir köpek, bir öküz neyin nesiydiler? Yılan niye yerlerde sürünüyor da, ona yem olan fare yürüyor? Onlarla bizim aramızdaki fark neydi? Hayat ne ? Ölüm ne? Dört beş yaşımda iken burada yaylaya çıkmış, ilerideki –şimdi kalıntıları bile kalmamış olan-ağıllarda yatıp kalkan, koyun sağan, tuluk yayan, küplere tereyağı basan, çökelek yapan şimdi yüzlerini hayal mayal seçebildiğim yaylacılar neredeler? Biz dört kardeşin on yaşlarımıza kadar annemizden daha yakın görüp, daha çok sevdiğimiz ebemiz nerede şimdi? Geçen sene ölen babam annesiyle, yani ebemle buluşabildi mi?
Akşam üstü hava bir iki saat öncesiyle hiç ilgisi olmayan bir görünüş alıyor. Kocaman bulutlar ahlayıp oflayarak gökyüzünü bir baştan bir başa dolanıyor, gittikçe yoğunlaşıyor ve güneş, kurşuni bulutların ardında saklanıyordu, hava kararmaya başladı. Çok geçmeden hafiften bir yağmur başladı, şiddetini gittikçe artırdı ve şiddetli fırtına ile birlikte karla karışık yağmura dönüştü. Kutsal (Ziyaret) alıçlardan birinin duldasına girerek tek başıma dikiliyor, ıslanmaktan korunmaya çalışıyorum, ama nafile, sırılsıklam oluyor, soğukta titriyorum. En sonunda dindi yağmur; bundan böyle tek tük damlalar düşüyor, güçsüz rüzgarla sağa sola sürükleniyor. Pek serin, rutubetli, asık suratlı, erkenden kararan bir akşam. Artık her şey boğuk, silik ve yaşlı bir görünüm içindeydi benim için. Köye dönmek için yola düşüyorum, dolana dolana bayıraşağı giden yer yer balçıklı patikadan değil, kırlarda otların, kevenlerin üstünde yürüyerek indim aşağı; Araplı deresinin yatağını izleyen yolda köye doğru-sanki ardımdan gelen biri var da, beni tutamasın diye- hızlı hızlı yürürken şiddetli bir rüzgar arkamdan beni itekliyordu. (www.sivaslilar.net/)
Dr. Sadık Top (Gacceygaripoğlu)
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.