- 929 Okunma
- 0 Yorum
- 2 Beğeni
KAR GÖNDERDİM
KAR GÖNDERDİM
Yeni boyanmış saçlarının bir tutamı başının ardında kahverengi bir toka ile tutturulmuştu. Yüzündeki kıvrımlar saçlarının arasında unutulmuş beyaz saç telleri gibi ait oldukları zeminin rengini daha belirgin hale getiriyordu.
Ağır, isteksiz ve belki de “Az sonra vazgeçerim” düşüncesiyle yürüyordu. Kim bilir, kaç kez zihninde ölçüp tartmıştı bunu. Bir sonu var mıydı, yoktu. Bir başı? Belki bir başı da olmayabilirdi. Her şey tuhaf manasız bir sanrı olmalıydı.
“Bir indirimli bilet lütfen.”
Gişe memuru söyleneni anlamamış olacak ki diri bir sesle sordu.
“Ne istemiştiniz bayan? “
“Bir bilet lütfen indirimli. Develi’ye kadar.”
Para üstünü özensiz bir el hareketiyle pantolonunun ön cebine attı.
“Develi,” dedi. “Develi”
Kendi kendine söyledikleri köpürtülmüş bir suyun dibinde kalan üç beş çakıldı aslında.
İçinde çok derinlerde bir şeyin ağırlığını duyuyor ne yazmaya konuşmaya ne de anlatmaya gücü yetmiyordu.
Her şeyden ürken çekingen, korkan biri geziniyordu hücrelerinde. Var olanı kovuyor, yok olanı arıyordu sürekli.
“Yazmak en kolayı ”bir süredir içinde yanmakta olan bir volkanı söndürmek istermişçesine su serpti bu düşünce. Bir volkan. Arada esen rüzgârlarla, kül ve yanık parçaları etrafa savruluyordu. Gelip geçenler basıp devam ediyorlardı bunlara. Ne bastıklarını fark ediyorlardı ne de neye bastıklarını.
“Biraz rahatladım, diye söylendi, az biraz rahatladım. ”Bu kadar insan, çoluk çocuk, genç yaşlı. İşte onlar da yollara düşmüşlerdi. Belli ki onlar da bir arayıştaydılar. Her biri ya bir kayıp öyküsünün başkahramanı ya da yarım bir öykünün figüranıydı.
Ruhu derin bir anlamsızlık çukuruna yuvarlanmıştı. Her şey bir hurda yığınının parçasıydı. İnsanlar zaman zaman bu hurdalıktan kaçma gayretine düşüyorlardı. Birlikte yola çıktıklarını suçluyorlar, onları ele veriyorlar, sürekli birbirlerinin kuyusunu kazıyorlardı.
Neydi dostluk?
Yarenlik?
Refiklik?
Arkadaşlık?
Yoldaşlık?
Ahretlik neydi?
Her bir sözcüğün yanık bir dal olduğunu biliyordu artık. Hepsi hurda mezarlığındaki bir çaydanlık kapağı, bir patlak lastik, bir yarım kapaklı dosyaydı.
“İnenler var. İzin vermeliyiz ki insinler. Biz de binebilelim.”
Trenden yer kapma telaşındaki orta yaşlı bir kadına bir gencin yanıtıydı bu. Soru neydi? Genç neden öfkelenmiş, onca öfkesine rağmen böyle zarif bir üslupla uyarmıştı kadını? Bu kısmı kaçırmıştı.
“Öf neler de biliyormuşsun sen, sanki biz bilmiyoruz.”
Daha alt bir üslupla homurdanmaya devam etti. Bazı kişiler kaş göz işaretiyle kadının söylediklerini onaylarken bazıları da başlarını öte tarafa döndüler. Bir telaşla trenden inenlere aldırmadan içeriye dalmaya çalışanlar kısa bir sürede kapı önündeki kalabalığı azaltmıştı.
Etrafta birkaç kişi kendini yolcu etmeye gelen kişilerle laflıyorlardı.
Kiminin yüzünde bir belirsizlik kiminde heyecan kiminde de tedirginlik vardı. Direğin dibindeki banka oturmuş olan yaşlı adam yanındaki küçük kız çocuğuna aşırıya kaçan el kol hareketleriyle bir şeyler anlatmaya çalışıyordu.
Trenin hareket etmesine az bir zaman kalmıştı. Yere bıraktığı çantayı alarak ağır adımlarla ilerledi. İçinden bir ses gidişinin son derece gereksiz olduğunu söylüyor, zihnini bir sürü soru aç kurtlar gibi kemiriyordu. Hemen girişte arkalardan bir yer seçti kendine uzun uzun etraftaki çam ve dut ağaçlarına baktı. Yıllanmış çok da yaşlanmış tek katlı evlere. Usu çok uzaklarda ahşaptan yapılmış bahçesinde koca bir dut ağacı olan eve götürdü onu. Dut ağacından eve çekilen tele sakız gibi bembeyaz çamaşırlar serilmişti. Bir kadın kısa saçlı esmer oğlan çocuğuna bir şeyler tembihliyor ocakta kaynamakta olan tencereyi işaret ediyordu. Sevimli muzip bir tavırla çocuk,
“Ama anne…” Diye karşılık veriyordu.
Annesinin eve girişiyle beraber kendisini bekleyen arkadaşlarına koştu bir çırpıda. Kâğıttan gemiler yüzdüreceklerdi.
Başını çevirdiğinde yan tarafta oturanların konuşmalarını duydu; tartışıyor olmalılardı. Sis dağılmıştı. Şimdi az önceki yerden çok daha farklı bir mekândaydı. Bu mutlu zamanlardan kalan silik, iç hurucu veren fotoğrafın en yeni karesiydi. Fotoğraftaki anne çoktan ölmüş, o kısa saçlı oğlan çocuğu koca adam olmuş, saçlarını uzatmıştı.
Ben onun en mahrem parçasıyım, dedi duyulur duyulmaz bir sesle. Yüreği yine yerinden fırlayacak gibiydi. Yıllar içinde çok insan tanımış, sevmiş, nefret etmişti. Bu kez çok farklıydı. O koca cüsseli adamın içindeki oğlan çocuğu ilk sözüyle kendine bağlamıştı onu. Ondan gelen herzeyi sitemsiz kabullenişi bundandı. Şikâyet etmeyişi bundan.
“Kar gönderdim
Dağlarımdan denizlerine
Yağdılar mı?
Kar gönderdim
Penceremden pencerene
Bir serçenin kanadında
Kondular mı? “
Diye soruyor. Büyümüş de küçülmüş bir çocuk edasıyla az öteden gülümsüyordu.
“Az bekle geliyorum belki eylülde. Birlikte çok uzun bir yolculuğa çıkarız. Hiç dönmeyiz kim bilir?”
O da istiyordu. Aynı şarkının sözlerine eşlik etmeyi, salıverilmiş birkaç balonun ardından bakmayı…
Yarım gülümsemeler olmamalı yaşamda, dedi. Eksik görmeler, eksik duymalar olmamalı.
TMOLOS EDEBİYAT 2017
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.