- 1065 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
-TARİH YAZIMI EVET AMA!-
Tarih yazımı ve anlatımı bir tür övgü ya da sövgü edebiyatı halini almamalı kanaatimce. Tarihsel hikâye ve romanların bu tarz bir söyleyişi olabilir. Okuyanda tarihe/tarihine karşı olumlu, müspet duygular uyandırmak misali. Yoksa yine sövgü edebiyatı değil elbette. İdeolojik nedenlerle tarihi roman türünde anakronizme kaçan, devrin ve kültürün hususiyetlerine uymayan nüveler görmek mümkün fakat o ölçüde yanılgılı ve yanıltıcıdır.
Ülkemizde öteden beri muhtelif yazarlarca Türk tarihinin uzak veya yakın farklı evrelerini konu edinen nice roman yazılmış ve yazılmaktadır. Elbette ilgili dönem ve tarihi kişiliklere karşı çocuklarda gençlerde ilgi, alaka, sıcaklık uyandırmak gayesi güdüldüğü söylenebilir. Tam tersi milletinin tarihine karşı olumsuzluk uyandırmak isteniyorsa, bu yönde tavır sergileniyorsa hatalı bir tutum ve davranış olarak düşünürüm. Bu hususta eski Türkler, Müslüman Türkler, Osmanlı-Cumhuriyet gibi farklı eksenlerde ayrım gözetmediğimi de özellikle vurgulamak isterim.
Buna karşın söz konusu eser edebi türde değil de, tarih üzerine yapılmış inceleme/araştırma ya da makale gibi bilimsel hüviyette ise sorgulama, eleştirme hususiyeti olacaktır kuşkusuz. Ne ki, olumsuzlama babında değil şüphesiz. Toplama bilgiyi boca etmek, sonrada bunlara kaynak demek suretiyle kaynak yapmanın ötesine geçmeyen yaklaşımlar fevkalade hatalıdır. Bu tip yaklaşımlar başka milletlerin tarihçilerine ait değilse izan ve ferasetle izahı kabil midir? Kaldı ki, yabancı milletlerin tarihçileri Türk tarihine karşı bu denli insafı elden bırakır mı acaba? Öteden beri tarihimizin farklı evrelerine karşı siyasi-ideolojik nedenlerle kantarın topuzunu kaçıran, sapla samanı, elifle merteği birbirine karıştıran yaklaşımlara o kadar çok rastladım ki, hayretle karışık tepki duyarım oldum olası.
Eleştiri bir sanat dalıdır. Bir estetiği, üslubu, adabı, edebi olması gerekmez mi? Bizde ki kimi tarih yazımları magazin dedikodusunu aşmaz kanımca. Yazılan devrin siyasal, toplumsal, kültürel şartlarını arada bul. Şu kadar ki, salt yazarlarla, aydınlarla, münevver tabakayla konuyu sınırlandırmakta yanıltıcı olacaktır. Toplumsal yapı, sosyal psikoloji üzerindeki açılımları da gündelik hayat veya sosyal medya manzaraları üzerinden okumak mümkündür.
Bu noktada bir soru uyanır zihnimde. Türklerde, özellikle Türklerde diğer milletlerle, topluluklarla, kültürlerle karışma eğilimi, kozmopolitliğe müsaitlik var mıdır?
Burada bir parantez açmakta fayda görüyorum. Elbette binlerce yıllık tarih çağlarında milletlerin belirli değişimler geçirmesi mümkünden öteye mantık arz eder. Farklı iktisadi-toplumsal kategorileri devirlere göre ölçüp biçmeden ya da coğrafi seyyaliyet ve farklı kültürlerle etkileşimleri hesaba katmadan tarih galerisinde şaşkın ördek misali renkten renge girerek dolaşmak anlamsızdır. Tüm ırk ve milletlerin tarihinde bir takım değişimler tarihi gelişmeye bağlı olarak açıklanabilir de. Bizde de, göçebelik-yerleşiklik, Şamanizm-Müslümanlık, Osmanlı-Cumhuriyet, Step-Anadolu/doğu-batı açılımlarında farklılaşmalar olduğunu, olabildiğini söylemek mübalağa olmayacağı gibi doğaldır da.
Hiç kuşkusuz Anadolumuzun jeo-politik konumundan da kaynaklanan melezleşme ve hatta kozmopolitlik eğilimi derecesine göre edebiyatını imal ediyor olabilir mi acaba? Batıya ve modernleşmeye açılım yaptığımız evrelerin taklitçiliğe bağlı olarak bir tür batının maymunu olmak durumu peyda etmesi yanında Müslümanlıkla Araplaşmanın birbirine karışması, karıştırılması; bir dine inanmakla, onu kavramakla başka bir kültürün vesayeti altına girmek arasındaki farkı da zaman zaman kaçırıyor olabilir miyiz?
Vaktiyle bir yazarımızın yaptığı tanımlama gelir aklıma hep. Gazeteci-yazarımız şu soruyu soruverdi apansız. Türklerle Araplar aynı dine mensup olmakla beraber neden birbirlerinden hoşlanmaz? Ve şöyle bir izahat getirir akabinde. Araplar dinlerini paylaşan bir milletin siyasi egemenliği altına girdiği, Türklerse siyasi olarak hakim oldukları bir milletin dinine, kültürel etkileşim alanına girdikleri için şeklinde bir tanımlamadır bu. Ben bu tanımlamayı yabana atmamakla beraber ihtiyatlı olmak gerektiğini düşünüyorum.
Bir kere ülkemizde nice müslüman var ki, bunların Müslümanlıkla, Türklükle, Türk tarihiyle kurdukları bağ farklı farklı. Birçok kişinin Türklükle alakasının olmaması ise Türk olmaması meselesi. Adamın farklı etnik ya da ırksal temellerde Türklükle ilgisi olmayabilir. Bu ülkeye vatandaşlık bağıyla bağlıdır hani. Ya da anayasal Türk vatandaşlığı kavramının ötesine geçmez, ki doğaldır da zannımca.
Buna karşın tarihsel köken bağlamında Türk olupta Müslümanlıkla Araplaşmayı birbirine karıştıranlar da var elbet. Siyasal dinci, şeriatçı yapılar böyledir. Bunlar Araplara toz kondurmaz. Türklüğe laf edilmiş umurları olmaz pekte.
Buna karşın nice müslümanda var ki, Türklük kavramını yüksek tutar. Bugün hangi renk ve tonda olursa olsun milliyetçi anlayışta hiçbir insan Türklük kavramını geriye atmaz. Müslüman bir milliyetçinin Türklük bağı muhakkak surette güçlüdür. Eski Türk tarihi algısına sahiptir sözgelimi. Dikkat ederseniz parti bağı değil söylediğim. Irk, dil, tarih, coğrafya zemininde Türk tarihinin evreleri milliyetçi anlayış nezdinde değerlidir. Derecesi kişilere göre değişebilir. Birebir herkeste örtüşmeyebilir ama vardır ve güçlüdür kanımca.
Yine derecesine göre farklılaşan karışıp gitme durumlarında da yerleşiklik, göçebelik dönemleri arasındaki farklara dayalı insanın yaşam tarzı, eşyayla kurduğu bağ temel bir etken düşünceme göre.
Örneğin göçebelikte insanlar seyyal, hareketli. Buda benliğini korumak yönünü güçlendirmekte. Reflekslerini yitirmiyor kişi ve beraberinde topluluk. Halbuki yerleşiklik kurumsallaşmayı, durağanlığı getirmekte. Bu bir yönüyle gelişme, modernleşme anlamı verse de, hatta tarihi gelişmenin kaçınılmaz sonucu olsa bile, statükoyu doğurmakta. Göçebeliğe göre yerleşiklik en iyi şartlarda dahi statükocudur. Birde konfor geliştikçe pratik beceri ve refleksler zayıflamakta.
Şöyle bir örnek vereyim müsaadenizle. Yatarak kitap okuduğumuzda ne kadar dirensekte rehavet peyda eder. Esneme ve giderek uyuklama, pinekleme eğilimi artar. Oturarak okuduğumuzda avantaj sağlar. Fakat oturduğumuz zeminde önemlidir. Pamuk gibi yumuşacık bir koltuk vücudumuzu kaplar, içine çeker ve yutar. Bir misafirlikte bile içine gömüldüğünüz koltukta başlarsınız esnemeye. Çünkü, sizi yutacaktır o koltuk. Sonra o koltuktan kalkmakta meşakkatlidir. İkilemeden kalkamazsınız. Oturduğunuzda içine çeker. Kalkarken hafif bir mücadele, vücudunuzu iki sefer öne arkaya vermeden kalkamazsınız sırasında. Şimdi bu tarz modernizasyon refleks, pratiklik bırakır mı insanda?
Eski devirlere doğru gidildikçe milletlerin, ırkların birbirine göre değişen düzeylerde harp kabiliyetleri de artar. Günümüz dünyasında ise her şey bir düğmeye basmak istidadında.
Dolayısıyla yerleşik medeniyet ırki özellikleri zayıflatmakta. Kanımca bu Türklerde daha fazla. Neden peki? Burada da coğrafya temel belirleyici . Mesela, Japonlar homojen ve karışıp gitmeye müsait değil. Çünkü, toprakları neredeyse kutba yaklaşmakta. Tayfunlarla örülü bir coğrafya. Kavimsel seyyaliyete, sirkülasyona müsait değil. Dikkat çekici bir örnektir. Kubilay han zamanında Moğollar güçlü bir donanma inşa ederler. İki sefer harekât düzenlerler. İkisinde de Japonlar tapınaklarına çekilip tanrılarına yalvaracak hale gelir. Fakat patlayan tayfunlar doğal kalkan oluşturacaktır. Ve Moğol gemileri harap olur gider.
Oysa Anadolu jeopolitik konumu dolayısıyla kozmopolitliğe elverişli. Irklar, milletler bazında sirkülasyona açık, seyyaliyet yüksek. Buraya gelen Türkler yerleşik toplum hüviyetiyle coğrafi konum dairesinde benlik kaybına maruz kalmakta. Kutup, bozkır, çöl mensuplarını diri tutar, mücadeleye sevk eder, benliği ziyadesiyle korur. Oysa orman, vadi, vaha, ova, mera yerleşikliğe, kurumsallığa sevk ettiği ölçüde başlar benliği sulandırmaya.
Bu açıdan aldığımda bilgiyi, şuuru daha ziyade önemsemeli ve giderek yükseltmeliyiz. Kanaat oluşturmak rüzgâra ya da nehre kapılmış yaprak misali bir seyir takip etmemeli...
L.T.
YORUMLAR
Değerli üstadım, içinden çıkılamayacak konuların en başında bu gelir herhalde...
Mesela Japonya'da böyle bir şey söz konusu değilken...
Konu sulandırmaya, saptırmaya, hatta provakasyona çok müsait...
Öyle ki, Osmanlı padişahlarından günümüzün kimi şahsiyetlerine kadar birçok kişi hakkında yargıya varılabiliyor...
[Şaşkalozluk o kadar ileri götürülüyor ki, Selçuklu sultanları Osmanlı padişahlarından soyutlanabilirmiş gibi farklı bir kategoriye dahil edilebiliyor...:)))]
Bu işin sevdalıları da artık konunun haplogrupla, DNA ile bağlanamayacağını fark etmeye başladılar...:)))
Bunda köylülükten uzaklaşmanın, yani çok küçük sosyolojik algıların yurt ve dünya gerçeklerini anlamaya yetmediğini fark etmenin önemli rolü olduğuna inanıyorum...
Peki, bu meselenin ekseni ne olmalı, diye sorarsanız; dil+din+ideal birliği olabileceği düşünülebilir sanıyorum...
Selam ve saygılarımla.
levent taner
Cumhuriyet-Osmanlı, Müslüman Türkler-Eski Türkler ikilemine kafamızı gömmek, hapsolmak yerine; zengin bir kültürel birikime dayalı çok yönlü düşünce açılımları yapmadıktan sonra bağnazlıktan kurtulmak zor
Sevgiyle, kaygı ve hatta korku kol kola, sarmaş dolaş gitmemeli, burada da bilgi düzeyi önem arz ediyor kanaatimce
Irk, din, dil, gelenek, coğrafya, ekonomi, vs. ögelerin tayin edici rollerine kapalı olmamalı derim
Nihayet hocam
Katılım ve katkınız dolayısıyla şükran duyduğumu söylemem bile yersiz
Saygı ve selamlarımla...