- 612 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
ZAİGARNIK ETKİSİ
Tamamlanmamış ya da bölünmüş her aktivitenin, tamamlanmış olanlara göre daha iyi hatırlandığını öne süren yaklaşım. Psikopatolojinin Rusya’da bağımsız bir disiplin olarak kurulmasına katkıda bulunan isimlerden Bluma Zeigarnik tarafından ortaya atılmıştır. Zaika tarafından da "tamamlanmamış bir eylem gerilime yol açar. bu tür bir gerilim fotoğrafta yaratıldığında ise görsel bir zeigarnik etkisi elde ederiz ve fotoğrafın kendisi izleme süresi içerisinde çözülemeyen bir bilmeceye dönüşür" şeklinde yorumlanmıştır...
Hayatımızda canımızı yakmış insanları, yarım kalmış hikâyelerden dolayı unutamıyor olmamız olası ve normaldir. Kafamıza takılıp kalmış kimi şeyler, kimi insanlar vardır. Şayet aklımızdan uzaklaşacak olsalar, bu sefer de onları biz bırakmayız. Çünkü ortada bize göre, görülmemiş bir hesap, ödenmemiş bir bedel, kabuğu düşmemiş bir yara vardır.
Evet, bu tavır bize bazı şeyleri kaybettirir, hiç değilse içsel erincimizi. Ama mesele buna karşın, kangrenliğinden bir şey kaybetmez. Neden?
Gerçekten mesele, o insanların bize yaptığı, canımızı acıtan şeyler mi? Daha önce kimse bizi kırmadı, incitmedi mi? Hatta belki geçmişte, henüz çok gençken birileri için de böyle düşündük ve unuttuk. Şimdi neden bu kişileri unutamıyor, affedemiyoruz?
* Burada, Zeigarnik Etkisi’ne bazı örnekler verelim:
Dizinin en heyecanlı yerinde biten bölümün yarım kalmış etkisi yüzünden yaşanan hayal kırıklığı ve haftaya mutlaka dizinin başına oturma eğilimi,
* Bugünlerde haberlerde geçen “öyle bir şey söyledi ki…” şeklinde yarım ve eksik atılmış haber başlıklarına büyük bir merakla tıklama eğilimi, (umarım beyninizin işleyiş biçimini iki tık için nasıl hunharca kullandıklarını gördükten sonra, böyle başlıklı haberlere daha az tıklarsınız .
* Eksik cümleleri tamamlama isteği,
* Tamamlanmamış aşk ve duygusal meselelerin sürekli kafayı kurcalaması vb.
Yani gördüğümüz gibi ilk çıkarım çok basit, size göre o kişi ile aranızda geçen ilişkide bitmemiş bir şeyler olmalı ki, zihniniz meseleyi gündemde tutmaya devam ediyor. Son bir özür, son bir sarılma, son bir öpücük ya da son bir küfür.
O zaman, böyle bir beklentinin olması için, ortada mesela terk edilme, aldatılma, bir tartışmanın sonuca bağlanmadan tarafların iletişimi kesmesi gibi durumlar mevcut olmalı. Yine de bir şeyler tam yerine oturmuyor, böyle şeyler daha önce, başka insanlarla da yaşanmış ve sonuca bağlanmadan kalmış olmalı. Onlar neden artık çok önemli değil de, bu mesele özellikle önemli?
Hayır, “çünkü çok sevdim” deyip, duygusallığa boğulmuyor, akılcı olmaya devam ediyoruz.
Bir şeyi gözden kaçırıyoruz. Ya ortada bir değil, iki tamamlanmamış şey varsa?
İnsanlarla ortamlar, yaşam platformları üstünde iletişim kurarız. Karşılaştığımız herkes bir ortam içinde anlam kazanır, sadece kendisi olarak değil. Aynı şekilde bizi de böyle etkilerler, aynı bizim de başkalarını böyle etkilediğimiz gibi. Yani sadece karakterimiz veya dış görünüşümüzle beğenilmeyiz. Aynı zamanda olayların geliştiği hayat sahnesindeki rolümüz de önemlidir.
Dolayısıyla herkesin biraz da o role göre sahip olduğu bir değer vardır.
Örneğin ilkokul aşkı. Genelde gerçekleşen senaryo şudur: herkes ilkokulda popüler olmak, hiç olmadı sevilir, sayılır bir şahsiyet olmak ister. Kimse sınıfın en arkasında kimsenin konuşmadığı hatta kaçtığı çocuk olmak istemez. Dolayısıyla, mesela sınıfa yeni bir kız veya oğlan geldiğinde ondan etkilenebiliriz, çünkü onun rolü, bizim arzuladığımız senaryoyla uyumludur.
O zaman mevzu şuna dönüşür: Biz popüler olmak istiyoruz- yeni gelen daima popülerdir. Sonuçta şimdi bir iletişim başlayacak, ya yeni gelenle dost olacağız ya da ona âşık olacağız. İki senaryoda da, yeni gelen kalbimizi kırdı diyelim.
Büyük olasılıkla biz bu meseleyi ilköretim tamamlanana kadar içimizde bir acı ve ukde olarak hatırlayacağız, fakat bitiş geldiğinde yani elimize diplomalarımızı alıp hep birlikte artık başka yollara dağıldığımızda, bu meseleyi unutacağız. Çünkü artık o kalp kırıklığının bir anlamı yok. O kalp kırıklığı, ilköğretimde önemli bir şahsiyet olmak isteyen yanımıza atılmış bir çelme idi, ama artık zihnin öyle bir meşguliyeti yok. Çünkü ilköğretim bitti, artık lise var ve önemli olan lise sosyal hayatı (tabi aynı kişi lisede de aynı sınıfa düşmemişse veya aynı zamanda aynı mahallede değilsek).
Yani, o zaman kafamızda böyle dönüp duran bir meseleyi çözmemiz için, sadece o kişiyle birebir iletişimimizi sağaltmamız yeterli olmayabilir, bir de onunla yaşanan hikâyenin oynandığı sahneye, bu sahnede onun genel rolüne bakmak gerekir. Çünkü o genel rol, hala kendi hayatımızda çözemediğimiz bir meseleyi hatırlatarak canımızı sıkıyor olabilir.
Elimize bir kalem kâğıt alalım, hayatımızda bir süre için kafanızı meşgul etmiş herkesi not edelim. Özellikle de yarım kalmış hikâyeleri paylaştığımız insanları. Göreceğiz ki bazı yarım hikâyeleri unutmuşuz çünkü sahne tamamlanmış. Bazıları ise tamamlanamamış çünkü sahne hala açık.
Neler olabilir o sahneler? O sahneler somut mekânlar da olabilir soyut mekânlar da. Yani örneğimizdeki gibi ilkokul da olabilir mesele, ergenliği tamamlamak, iş hayatında başarılı olmak da olabilir. Kariyerimize çok büyük bir şevk ile başladığımız ilk zamanlarda, başarılı bir üstümüz çelme takmış olabilir. O çelmeden sonra çok fazla şey yaşanmış olabilir, hala umduğumuz noktaya gelememiş olabiliriz, dolayısıyla öfkemiz devam eder. Demek ki umduğunuz noktaya gelince de, biter gider.
Sonuç olarak üç şey burada önemli. Birincisi, unutamadığımız insanın bizim için rolü, temsil ettiği şey nedir? Hangi sahnemizin engeli gibi durmaktadır? Onu hangi rolü için tercih ettim ve bana o rolüyle bir yardımı dokunmadı?
İkincisi, o sahnede elde etmek istediğim esas şey neydi, en baştan o sahne ne için kurmuştum?
Üçüncüsü, şimdi o sahneyi kapatmak için ne yapabilirim? Ve başardığımı tescilleyecek somut şey nedir?
İlkokul örneğine dönersek başarının net iki kriteri var: ya yeni gelenin çıkma teklifimizi kabul etmesi ya da ilkokul diplomasını almamız. Net, somut, ölçülebilir. İş hayatına gelince, diyelim ki kişi aslında kendisine çelme takan üstünü idolü olarak görüyor, onun yerinde olmak istiyordu. Bu da net ve merak etmeyin illa oraya varması da gerekmeyecek unutmak için, yolda olması yetecek.
Özetlersek; hayatımızda canımızı yakmış insanları, yarım kalmış hikâyelerden dolayı unutamıyor olmamız olası ve normaldir. Beyin sebep-sonuç odaklı çalışır ve sonuç ister. Ancak beklenen bu sonuç, illa ki karşı tarafın şahsıyla ilgili olmayabilir. Bazen mesele, BİZİM hayatımızda kurduğumuz bir sahnede oynanan oyunun sonuç vermemesi olabilir ve bu sonuçsuzluğu, bir kişi zihnimizde temsil etmeye başlayabilir. Bize göre başarısızlık olarak gelen bir durumun marka yüzü, sahnede bizim için en kritik gözüken insan olabilir ve bu yüzden, esas oyunun son perdesi gelene dek, o kişiye öfke duymayı, sürdürebilir, onu affedemeyebilir, unutamayabiliriz.
Eğer böyle bir durum varsa, o şahısla bu sorunu çözemeyiz aslında. Ne özür içimizi rahatlatacaktır böyle bir durumda, ne de geri dönüş. O zaman esas meseleye, odaklanmak bizi hem bir adım daha yukarı taşır hem de öfkemizi anlamsız hale getirerek canlandırır.
Hayatınızda döngüsünü tamamlamamış sahnelere odaklanalım. O sahnenin kapanması için ulaşılacak somut nihai nokta neresi, bunu doğru saptayalım. Ve kişiyle değilse de, sahneyle olan ilişkimizi bitirmeye odaklanalım.
O zaman, aklımızı, duygularımızı işgal eden olumsuz duygulardan kurtularak, yeni sahneler kurabiliriz.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.