- 542 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
MUHTAR ÇAKMAĞI
Bugün, gelenekten geleceğe giden adımı atmak istediler. Şehrin dışına atlarını mahmuzlamadılar ama arabalarının gazına alabildiğine bastılar. Kentten uzak kendilerinden daha uzak maviyle yeşilin birleştiği bir noktaya geldiler. Biraz yürümek gerekti. Arabalarını oracığa bıraktılar. Daha yukarılarda daha güzel şeyler var derdi kutsal kitap. Daha, daha yukarı derken kast edilen bu olmalıydı.
Savanlar şimdi yemyeşildi. Ağaçların arasında küçük bir vadi vardı. Birilerinin daha önceden buralara geldiği belliydi. O kocaman yeşilliklerin ortasında yer alan bodur ağaca yöneldiler. Yaklaştıkça ağacın yapraklarından çok dallarına bağlanmış rengârenk çaput parçaları karşıladı onları. Sanki bir gelin süslemişlerdi.
Gül şaşırdı. Yeşilliğin ortasında büyük bir ağaç üzerinde onlarca renkli kumaş parçasına bir anlam veremedi. Büyük bir şaşkınlıkla Efe’nin yüzüne baktı. Efe kendi âlemindeydi. Bu şaşkınlığı görmemişçesine çantasından bir kâğıt parçası çıkartı. Üzerine bir şeyler yazdı. Sonra da ağaca astı. Gül iyice afallamıştı.
Efe gözlerini ufka dikerken “Bu, bir çözüm değil; bir çözümsüzlüğün sonucu. Geleneksel olarak başvurulan bu tür çabalar sembolik birer kültür öğesi. Ve çözümsüzlüklerin karşısındaki direncimizin birer yansıması belki de. Hadi sen de bağla, bahtın açılır belli mi olur!” dedi.
Gül önce ağaca sonra yerdeki bez parçalarına göz gezdirerek yerden aldığı bir çaput parçasını elinde evirip çevirdi. Sonra içgüdüsel olarak ağaca bağladı. Bir süre sessizce izlediler. El ele tutuşup açık alana doğru çimlerin ezilmediği bir yere vardıklarında kendilerini sırtüstü yere attılar. Gözleri maviliklerdeydi. Efe biliyordu ki Gül’ün aklı, ağaç ve üzerindeki çaputlar ve kendisinin kâğıda yazdığı nottaydı.
Onun merakını giderme adına Gül ağzını açmadan Efe başladı anlatmaya: “Sevgili Gül, o bir dilek ağacıdır. Bu ayda bu çaputlar yoğun olarak asılır. Buna neden olan insanlığın somut olmayan kültür mirası listesinde yer alan Hıdrellez. Hıdırellez, Hızır ve İlyas’ın yeryüzünde buluştukları gün olduğu sayılarak kutlanır. Genel olarak yeşillik, ağaçlık alanlarda, su kenarlarında, bir türbe ya da yatırın yanında yapılmaktadır. Uğradığı yerlere bolluk, bereket, zenginlik getirdiği; dertlilere derman, hastalara şifa verdiği; insanların şanslarının açılmasına yardım ettiği düşünülür. Uğur ve kısmet sembolüdür. Mucize ve keramet sahibidir. İnsanlar dilek ve isteklerini niyet eder ya da benim gibi yazarak ağaçlara asar. Sonra da bir yıl boyunca dileklerinin yerine gelmesini beklerler.” Hıdırellez hikâyesi böyledir.
Hıdırellez’i duymuştu ancak ona addedilen şeyleri bu denli bilmiyordu. “Bunun üzerine ne güzel öyküler çıkar bunlardan. Sanırım yukarılara çıktıkça farklı kültürlerle karşılaşıyoruz. Biraz da karışıyoruz. Karıştırdıkça neler, neler çıkacaktır kim bilir. Şehrin yapaylığı bizi bunlardan alıkoyuyor.” dedi ardından Gül.
Toprak kokusu, çiçek kokusuna karışmıştı. Efe bu karışıma “Gül”ü de kattı o anda. Upuzun yattıkları çimlerin üzerinde güneş daha sert kavuruyordu. Rüzgâr önüne kattığı polenleri suratlarına vurdu.
Çimler her zamankinden daha kuruydu. Bu yeşil yatakların altında çakıl taşları sırtlarını rahatsız etti. Efe sol yanına dönerek elini bir papatyaya uzattı. Bir arı vızıltıyla geçti. Selamını verdi. Seviyor sevmiyor demeye vakit yoktu. Onu falın bir unsuru değil sevdiğinin bir parçası haline dönüştürmek için kulağının arkasına astı. Saçlarına bir kelebek kondu. Gül döndü. Gözkapaklarının ağırca inmesi ve kalkması bir ömre bedel sürdü. Hiçbir şey söylemeden aynı gökyüzünün maviliklerinde “Anda” tek yürek oldular. Bir zaman sadece mavilerde gözlerinin ve gönüllerinin yolculuklarına çıktılar o en uzun dakikalarında.
Kelebekler, yaşayabildikleri kadar yaşamanın keyfini çıkarıyor, aceleleri varmışçasına da bir çiçekten öbür çiçeğe koşturuyorlardı. Arılar, hızlı hareket eden bir savaş pilotu gibi aralarından kıvrılarak geçiyordu. Ortalıkta barut kokusu değil, çiçek kokuları vardı. Çim rengi iki kişilik bir yalnızlık bulaştı her yanlarına. Şimdi iki kişilik yolculuk vardı beyinlerinde.
“Sanki yağmur gelecek.” dedi Gül. Nitekim doğada her yaşanılanın kitabi bir karşılığı vardı.
Efe “Yağmurdan önce ben geldim, esamem okunmuyor.” dedi serzenişle. Etrafta ne varsa şimdi rüzgârın önünde uçuşuyordu. Korkuları ise birbirlerine. “Korkularımız birbirine karışmadan kalksak iyi olur.” dediler usulca.
Birbirlerinin gözlerine odaklanmışlardı. Şimdi kaybolmak isterken bu gözlerde rüzgâra kulak vererek kalkmak mantıklı geldi. Efe tutkusunun elinden tutarak kaldırdı. “Her fırtınanın sonu hep yağmur ve boran oluyorsa gitme zamanı.” dedi. Yakında sığınacak yer de yoktu. Hızlı adımlarla arabayı bıraktıkları yere doğru hareket ettiler. Oraya yağmurdan önce varmaları imkânsızdı. Efe’nin gözleri miyoptu. Ancak önünü görebiliyordu. Gül, Ağaçların başladığı yerde farklı bir yer gördüğünü söylediğinde o tarafa yöneldiler. Şanslarını denemelerinde fayda vardı. Birbirlerinin ardı sıra koşmaya başladılar. Yağmur ise ilk damlalarını buğday taneleri halinde serpmeye başlamış ancak saniyeler içinde şiddetini de arttırmıştı. Yaklaştıklarında bir kulübenin olduğunu anladılar. İlk darbeyi yiyen saçları sonra tüm bedenleri ile sırılsıklamdılar. Kapıyı açtıklarında kulübenin tek konuklarının kendileri olmadığını gördüler. İçerdeki onlarca kuş tedirgin oldu ve hızlıca uçuştular.
Gül “Acaba arabaya mı gitseydik içerisi korkutucu ve kötü bir koku var.” dedi.
Bunun üzerine Efe “Burada başımızı sokacak bir yer bulmamız gerçekten mucize. Bak şanslıymışız,” diye cevapladı.
Gül “Bakar mısın? Oturacak temiz bir yer bile yok.”
Efe “Nereye oturmayı düşünüyordun ki. Dağ kulübesinde konfor mu arıyordun yoksa? Dilinin ucuna başka sözcükler de geliyordu ama söyleyemedi. Gül’ün konformist durumunu bildiği için de sesiz kalmayı yeğledi.
“Bir süre kalabalıklardan, kokulardan ve korkulardan uzak olmak bak ikimize de iyi geldi.” dedi Efe en sonunda. Şimdi yaşadıkları iki kişilik yalnızlık ve toprakta yağmurun yarattığı o mistik atmosfer ve kokuyu hiç bu kadar yakından ve içten duyumsamamışlardı. Bir süre sonra yağmurun uzun sürmesi canlarını sıktı. Efe, “Korku insanı takip eder. Hiçbir şeyden korkmamak ve kaygı duymaksızın yaşamak ne güzel olurdu.” dedi.
Islanan üstlerini ve başlarını az da olsa kurutabilmek için ateş yakmak istediler. Soğuk ve yağmurla buluşan bedenleri iyice ürpermişti.
Efe her zaman temkinli olmayı severdi. Çantasında mutlaka ilk yardım malzemelerinin yanında muhtar çakmağı ve İsviçre çakısı bulundururdu. Gül, Efe’nin elindeki çakmağı görünce “Aaa ne güzel ve çok ilginç; nereden buldun bu köylü işini?” dedi.
Efe, doğayla olan ilişkisin yanı sıra her derde deva babadan kalma bu aletin işlevselliğini bildiğinden “Bunun adı ‘Muhtar çakmağı’ bilmiyorsan öğren her koşulda yanabilen bir alettir.” dedi.
“Bakabilir miyim?” dedi Gül.
“Tabii ki diyerek çakmağı eline bıraktı.”
“Hadi! Sorutup durma ateşin başına gel de, şu kürsüye otur.”
“Sorutmak, Kürsü ne ki?” dedi Gül ve elle işaret edilen kütük parçasının yanına gelip oturacak pozisyona getirerek çömeldi üzerine. Tenekenin içindeki çalı çırpının hafif de olsa sıcaklığı Gül’ün eliyle buluştu. Gül şaşkın bir şekilde olup biteni anlamak ve bilmediği sözcükleri ateşin sıcaklığı eşliğinde öğrenmek istedi.
Efe “Sorutmak, Anadolu Türklerinin ‘Ayakta durmak ya da dikelmek’ anlamında kullandığı bir sözcüktür,” dedi.
Gül, dağ başında yaşadığı coğrafyadaki sözcükleri ve aletlerini böyle tanımanın kötü olduğunu düşündü. Demek ki ortamına göre insan dili de biçimlendiriyordu. Buna daha önce niye dikkat etmediğine kızdı.
Efe, Gülün yüzüne baktı. “Biliyor musun? Kürsüde şu oturduğum kütük parçası anladın mı?” dedi.
Gül, “İlginç, çok şaşırdım!”
“Ya öyle mi?” dedikten sonra Efe devam etti. “Ateş dağıttığı gibi toparlayıcı bir özelliği de sahiptir. Ateşin dağıtıcı ve toplayıcı özelliğine gelirsek gördüğün gibi onun etrafında toplandık. Bazen darmadağın edip tarumar ediyor hayatlarımızı. Bazen de bizi tüm zorlukların karşısında birleştiriyor. İşte, donduk. Isıtıyor, ısınıyoruz. Kendi tadı tuzunda olmasa da pişirmemizi sağlayarak yiyor, içiyor kolaylaştırıyor hayatlarımızı. Aydınlatıyor bizi şimdi olduğu gibi. Yol gösteriyor bazen. Ve bazen de az önce söylediğim. Hıdırellez Günü ateşler yakılır; insanlar dilek tutar. Sonra yaktıkları ateşin üstünden atlarlar. Dikkat edersen hep ortaya bir ateş yakılır ve halaylar ondan sonra çekilir, oyunlar oynanır. Bazen küçük ateşlerin başında bizim gibi anlamlı bir sohbete yolculuklar yapılır. O dağıttığı güzel şeyler gibi insanı yeniden toplar,” dedi.
Gül, dilin ve ateşin kullanım alanlarını kırsalda kendini bulduğu yer olarak gördü. Efe’nin anlattıkları da zaten yaşadıkları şeyler değil miydi? Şimdi dil olup akıyordu ateşin çevresinde. Yağmur onları hapsetmiş ama başka bir şekilde de özgürleştiriyordu oracıkta.
Gül, Efe’nin bu anlatımlarını düşündüğünde; gerçekten hayatın içinde akıp giden böylesi durumlara hiç ifade edildiği gibi bakmadığını fark etti. Bu zamana kadar nedense sözcükleri hiç irdelememiş ihtiyaç da duymamıştı. Belki fırsat olmamış koşullar vs. vs. Ancak, artık her şeyin farklı olacağı kesindi.
Gül, Efe’nin gözlerine baktı. Sadık ve vefalı olmalarına rağmen kalplerinde birden fazla ateş yanmasına karşı duramazlardı.
Efe, içindeki odun parçalarını yine teneke içinde harlayarak küçük küçük parçalara ayırıyor ve yeni odun parçaları atıyordu ateşe. Özlendiğini, bakıldığını fark etti. Saçlarını kaşıdı. O sıkıldığında ya da uzun soluklu bir şey anlattığında başını kaşırdı böyle.
“Nereden nereye ya da konudan konuya atladık durduk. Bir şey sordun arkasından başka derken birbirine karıştı. Farkında mısın birbirimizi ne kadar az tanıyoruz? Derler ya insanları tanımak istiyorsan ya yolculuk yap ya da bir şeyler paylaş. “Muhtar çakmağı” dedi ve durdu.
Gül, eline uzun bir dal parçası aldı. Efe’nin yaptığı gibi ateşi karıştırmaya başladı. Dışarıdaki yağmur kulübenin üstündeki alüminyum tenekelere vurduğunda onun şiddetini anlamalarına yardımcı oluyordu. Bazen ise yağmur suları da kendilerine kadar ulaşıyordu. Efe, tenekeye vurarak ritim tutuyordu. Gül sesle irkildi. Anlam veremedi.
“Bu maestronun çubuğudur. Başlamadan önce vurur ki dinleyici dikkatini versin, odaklansın ister. Ateş, onun getirdiği aydınlık medeniyetimizin en önemli timsali değil mi? Sigara mahkûm edileli çok oldu, kabul. Ama ateşle olan ilişkimizi kesmiş değiliz. Bu kullanışlı makineyle sigara yakmak dışında onlarca başka iş yapmak mümkün. Aşırı soğuk havada kalanlar bilir. Sıkıştırılmış bütan gazıyla çalışan ucuz çakmaklar çabucak donar bir türlü yanmak bilmez. Bu nedenle dağcılar, uzun seyahatlere çıkanlar yanlarında Muhtar Çakmağını bulundurur. Aydınlatma, ısınma, tutuşturma, biriktirme daha önemlisi onlarca oyun oynama ve yenilerini geliştirme imkânı veren şıngırtılı bir oyuncaktır bu çakmak.” Ve devam etti. “Muhtar çakmağının mazisi çok eskilere dayanır. Ama ülkemizde şöyle bir kısa hikâyesi var. Petrol ve onun türevlerinin olmadığı bir yerde yolculukları ucuza getirmek isterler. Berlin Bağdat Basra Demiryolu hattının ihalesini Almanlar alır ama Türkiye bölümünde sorun yaşanmaktadır. Köylüler topraklarının bölünmesini ve bilmedikleri bu demir parçalarının döşenmesini istemezler. Şirketin yöneticileri ise bir türlü sorunu çözemezler. Yerelde en yetkili olan muhtarları ikna edebilirlerse bu işi başarabileceklerini düşünürler. Gerçekten de muhtarlarla birebir görüşerek onlara birer Avustralya yapımı bu çakmağın onların ihtiyaçlarını karşılayacak güzel bir hediye olduğunu düşünürler ve muhtarlara hediye ederler. Böylece ‘muhtar çakmağı’ tarihte bu adla anılır olur. Ve gördüğün üzere köylülere verilen bu çakmak şimdi kurtarıcımız oldu.”
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.