- 1356 Okunma
- 6 Yorum
- 1 Beğeni
ÖĞRETMEN AYHAN KÖKMEN'İ ASLINDA KİM ÖLDÜRDÜ?
1990 lı yılların sonuna doğru yaklaşıyorduk. İşte o yıllarda tüm okullara Milli Eğitim Bakanlığından gönderilen genelgelerde ’ Derslerin daha zevkli hale getirilmesi’ hususunun özellikle altı çiziliyordu. Durum böyle olunca da her eğitim öğretim yılının başında yapılan öğretmenler kurulu toplantılarında gündemin en önemli konusu ’ Derslerin daha zevkli hale getirilmesi için yapılabilecekler ’ oluyordu. Bazen sadece bu gündem maddesi üzerinde saatlerce konuşuyorduk. Hatta sırf bu gündem maddesi yüzünden kurul toplantısı uzuyor, bir sonraki güne taşınabiliyordu.
Evet..Ne yapılmalıydı ki öğrenciler derslerden daha fazla zevk alsınlar?
Tek tek tüm branşlardaki öğretmenler kendi derslerinde derslerin daha zevkli, öğrencilere zevk verecek şekilde işlenmesi için neler yapabileceğini anlatmak zorundaydı. Tabii ki anlatmakla iş bitmiyordu çünkü ’ Aaaa öyle yaparsanız öğrenci bundan zevk almaz ki’ Türünden eleştirilere hatta tartışmalara karşı cansiparene bir şekilde savunma yapmalıydı. Mesela bir matematik öğretmeni diyelim ki Pisagor Teoremini anlatırken öyle bir anlatmalıydı ki öğrenci bundan en basitinden bir dilim pastayı yerken aldığı hazzın aynısını alsın, hoşlandığı bir müziği dinlerken aldığı zevkin benzerini hissedebilsin. Tarih öğretmeni Sevr Antlaşmasını anlatırken nasıl etmeliydi de öğrenci ülkemizin yok edilmesine yönelik bu antlaşmanın amacını ve özelliklerini kavradığında zevkten dört köşe olsun.
Biz öğretmenlerden istenen şey sınıfta bir aktör olmamızdı. Yani her birimiz sınıfa girdiğimiz andan itibaren bir Bayezıt Öztürk ( Beyaz ), Cem Yılmaz, Ata Demirer veya Yılmaz Erdoğan olacaktık. Bu saydığımız isimlerin bir Metamatik , Fizik, Tarih, Coğrafya, Edebiyat Öğretmeni olma zorunluluğu yoktu ama bizlere onlardan en az biri olma zorunluluğu gelmişti.
Aynı yıllarda öğrencilere dayak atma olayı da kesinlikle kaldırıldı okullardan. Aslında elbette doğru bir karardı. Ama bu doğru kararla birlikte öyle yanlışlar yapıldı ki sormayın. İki tokat yüzünden okula gelen polis ekip arabaları, dersinden apar topar önce karakola, sonra savcılığa çekilen öğretmenler, çocuğunun yanında ’ Sana bu orospu çocuğu mu vurdu?’ deyip öğretmenlerin üzerine yürüyen babalar, hatta anneler, mahkeme koridorlarında sürünen, sürgün olarak başka illere tayin edilen hatta meslekten ihraç edilen öğretmenler vesaire. Artık öğrenciler öğretmenden değil öğretmenler öğrencilerden korkar hale geldiler. Okullarda hakimiyet bila kayd-ü şart öğrencilerdeydi artık. Öğretmenin saygınlığı diye bir şey kalmamış, artık onlara ’ Hocam’ değil laubali bir şekilde ’Hocaaa’ Diye hitap edilir olmuştu.
Sonra başka genelgeler yağmaya başladı.
’ Bundan böyle öğrencilere okulla ilgili hiç bir iş yaptırılmayacak ’ Yani çocuk girecek helaya, işeyecek, sıçacak, sifonu bile çekmeyecek. Tuvaletin temizliği ne olacak peki? Haa bak işte o konuda taviz yok. Tuvaletler pırıl pırıl olacak. Peki kim yapacak? ’ Efendim, okulun ve çevrenin imkanları seferber edilecek ve okullara temizlik elamanları temin edilerek bu sorun halledilecek’ Yani ’ Of yaa yine bağış isteyecekler ’ Korkusuyla veli toplantılarına bile gelmeyen öğrenci velilerinden para toplanacak ve okulun temizliği, boya badanası, tamirat ve tadilatı, kalorifer ya da sobalarının yanması, için hangi elemanlar ve malzemeler gerekiyorsa temin edilecekti.
Of ulan offf. Şu sakat bacakla koskoca Bakırköy Lisesinde, koskoca İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesinde hep merdiven tırmandım. Şimdi en koftiden okulda bile ’Aman öğrencilerimiz yorulmasın ’ diye hem de sapasağlam gençler için asansör var iyi mi?
Daha sonra?
’ Öğrencilerin gururlarını rencide edecek davranışlardan kesinlikle kaçınıla’ genelgesi geldi. Yani efendim artık öğrencilere ’ Kestir şu saçını, Eteğini dizinin altına indir. Okula makyajlı gelme. Evladım tak bakayım o kravatını ’ ve benzeri rencide edici cümleler asla sarfedilmeyecekti. Öğrenci dersin resmen içine etse de ’Çık sınıftan ’ deyip de onuru kırılmayacaktı.
Daha da sonra?
Kıyafet serbest. Canının istediği kıyafetle okula gelebilirsin. Öğrenci için de öğretmen için de...İster disko, ister düğün, ister mevlit kıyafetiyle gel okula. Kafana göre takıl yani.
Mesela siz ders anlatırken cep telefonu ile manitasıyla mesajlaşan öğrenciye ’ Evladım kapat o telefonu. Derse dön’ Diyemeyeceksiniz. Sınıfın ortasında öğrencinin gururunu kıramazsınız. Öğrencilerin ellerinden cep telefonlarını alma dönemleri ise 2000 li yılların ortalarında artık tamamen tarihe karışmış vaziyette.
İşte bu ahval ve şerait altında bir gün görev yaptığım bir okulda sınıfa girdim. Konumuz Balkan Savaşları. Yani öğrencilere Sırbistan, Yunanistan, Bulgaristan ve Karadağ gibi daha düne kadar bizim vilayetlerimiz olan dört minicik devletin nasıl olup da koskoca Devlet-i Âliye’ye diz çöktürdüğünü anlatacağım. Bu yenilgiden çıkarmamız gereken dersi kavratacağım. Ama öğrencilerin önemli bir kısmının derdi bu değil. Bu zevksiz ve sıkıcı konudan daha çok benim aşk hayatım nasıldı konusunu merak ediyorlar.
Yoklamayı alır almaz biri sordu ’ Hocam siz hiç ilişki yaşadınız mı?’ ’ Hayır bakirim ’ Deyip kestirip atmak mümkün ama öğrenci kısmına yalan söylenmez. Çok günah.
Hımmm. Oldukça önemli ve acilen cevap verilmesi gereken bir soru. ’ Konumuz Balkan Savaşları, benim aşk hayatım değil’ Diyerek öğrenciyi sınıfın ortasında refüze edemezsiniz. Çünkü başka öğrenciler de ’ Hocam ne olur anlatın ’ Diye ısrar ediyorlar.
Eh, benim aşk hayatım da öyle bir iki dakikada anlatılacak bir konu değil ki. Daha yedi yaşlarında komşu kızı Neşe’yi evlerinin kömürlüğünde nasıl yanağından öptüğümle başlamam gerekiyor.
Başladım anlatmaya. maksat ders daha zevkli olsun.
Yaklaşık yirmi dakika sonra bazı yazılarımın kahramanı olan Hatice direkt sözümü kesti
’Hocam derse dönsek. Balkan Savaşlarıydı konumuz ’
Hay Allah...Her zaman güler yüzlü olan Hatice bu sefer çakmak çakmak gözleriyle patlamaya hazır bir bomba gibiydi.
Cevap verdim:
’ Kızım. Ders böyle daha zevkli değil mi? Bak arkadaşların ne kadar eğleniyor?’
Hatice daha da kızdı.
’Hocam ! Yarın Üniversiteye Giriş Sınavlarında bize sizin aşk hayatınızı değil, Balkan Savaşlarını soracaklar.’
Hatice haklıydı ama Bakanlık da ’Dersi zevkli hale getirin. Öğrencilerin tamamının katılımını sağlayın ’ Diyordu. Hatice hariç öğrencilerin tamamı ne güzel katılmıştı derse işte. Zevk de alıyorlardı. Balkan Savaşlarının ve sonuçlarının ise canı cehennemeydi (!)
Tekrar cevap verdim Hatice’ye:
’ Kızım ! Genelge, öğrencilerin dersten zevk alması gerektiğini söylüyor. Bak arkadaşların da ne güzel zevk alıyorlar.’
Cümlemi tamamlatmadı.
’ Hepimiz zevk manyağı olup çıktık zaten ’
Hatice haklıydı. Yarınımızın ümidi olan gençlerimizi bilerek ya da bilmeyerek, isteyerek ya da hiç farkında olmayarak zevk manyağı ( hedonist) bireyler olarak yetiştiriyorduk.
Bu anıyı niçin mi anlattım:
O zaman okumaya devam edin eğer sıkılmadıysanız.
-----------------------------------------------------------------
:’( İZMİR ÖDEMİŞ KAYMAKÇI ÇOK PROGRAMLI LİSESİ MÜDÜRÜ AYHAN KÖKMEN İKİ ÖĞRENCİSİ TARAFINDAN TÜFEKLE VURULARAK ÖLDÜRÜLDÜ... :’(
Olayla ilgili görevlendirilen müfettişin görüşleri :
DUYGUSUZ NESİL TEHLİKESİ :
Hayatın gerçekliklerinden habersiz, duygusuz ve bencil bir nesil geliyor. Şehitler için gözyaşı döken kendi ana babalarını anlamıyorlar. Başkalarının çocukları için ağlamaya anlam veremiyorlar. Yanı başımızdaki savaşlar, acı çeken çocuklar, ölen on binlerce insan onları hiç ilgilendirmiyor. Tüm acı gerçekleri çizgi film tadında izliyorlar ve yürekleri hiç acımıyor. Hayatlarının odağındaki tek şey eğlenmek. Eğlenemedikleri tüm zamanları kendilerine bir işkence olarak görüyorlar.
Kendileri için yapılan fedakarlıkların hiç farkında değiller. Kıymet bilmiyorlar ve vefasızlar. Herkesi kendine hizmet etmek için yaratılmış görüyorlar. İnsanlara verdikleri değer, onların isteklerini yerine getirebildikleri ve ne kadar eğlendirdikleriyle orantılı.
Hayatlarında eğlenmeden başka bir amaç olmadığı için artık tek eğlence kaynağına dönmüş telefon ve tabletlerini ellerinden aldığınızda dünyanın sonunun geldiğini zannediyorlar.
Geçmiş onları pek ilgilendirmiyor, atalarımıza karşı vefasızlar. Dedelerinin canları, kanları pahasına vermediği vatan toprağını en iyi fiyatı verene satacak kadar maneviyattan yoksunlar. Vatan, onlar için son model bir cep telefonundan daha değersiz.
Milletimizin geleceği açısından endişeleniyorum.
20 yıl sonra bu nesil, nasıl ana-baba olacak?
Kendine hayrı olmayan bu nesil nasıl çocuk yetiştirecek?
Evlerini nasıl idare edebilecek?
Ülkeyi nasıl yönetecek?
Vatanı nasıl savunup can verecek?
Bütün bunlar neden oluyor izah edeyim. Altın kafeslerde çocuklar yetiştiriyoruz artık. Uçmayı bilmeyen kuşlar gibi. Çocuklar hayattan bihaber. Açlık nedir bilmiyorlar, yedikleri önlerinde yemedikleri arkalarında, acıkmalarına fırsat bile vermiyoruz. Öyle ki yemek yemeyi bile işkence görür hale geliyorlar. Susuzluk nedir hiç bilmiyorlar. Hiç susuz kalmamışlar. Üç adımlık yolda bile susarlar diye yanımızda içecek taşıyoruz. Çocuk daha “susadım” demeden ağzına suyu dayıyoruz.
Çocuklar hiç üşümüyorlar. Soğuk havalarda evden çıkarmıyoruz. Okula giderken kırk kat sarmalayıp çıkarıyoruz dışarı, hiç titremiyorlar.
Çocuklar hiç ıslanmıyorlar, evden arabaya kadar bile üç metrelik mesafede şemsiyesini başına tutuyoruz. Saçına bir tek yağmur damlası düşürmüyoruz. Bu yüzden çocuklar ıslanmak nedir bilmiyorlar.
Yorgunluk nedir bilmiyor çocuklar. İki adımlık mesafelere bile arabayla götürüyoruz onları yorulmasınlar diye. Birazcık parkta koşsalar, hasta olacak diye engel oluyoruz. Onlar takatleri tükenecek kadar hiç yorulmuyorlar.
Yokluk nedir bilmiyorlar, daha istemeden her şeyi önlerine sunuyoruz. Bu yüzden varlığın kıymetini bilmiyorlar. Onlar bir yanığın veya bıçak kesiğinin acısını bilmiyorlar. Elleri yanmasın, kesilmesin sakın diye onlara ne bıçak tutturuyor ne ocak yaktırıyoruz.
Çocuklar hissetmiyor yaşamı, açlığı bilmediği için açlara acımıyor, üşümek nedir bilmedikleri için sokaktaki evsizleri umursamıyor. Yokluk nedir bilmedikleri için ekmeğe gelen zam onların dikkatini bile çekmiyor, haber kalabalığı olarak görüyor, gülüp geçiyorlar. Sıcak odalarında yaşadıkları için evsizlik nedir, sürgün nedir anlamıyor, savaşları, kurşunlanan, ölen insanları umursamıyorlar. Acımıyorlar...
Kıymetini bilmiyorlar ekmeğin, elbisenin, barışın ve huzurun, ana babanın…
Müdahale edilmezse gelecek iyi şeyler getirmeyecek güzel ülkemize. Bu sorunu Devlet derinden hissetmeli. Bu sorunun çözümü için ciddi çalıştaylar düzenlenmeli. Öğretim programları ve ders materyalleri revize edilmeli. Okulların duygu eğitimi konusunda rolleri artırılmalı. Geç kalınmadan bu sorun mutlaka çözülmeli. Bu sorun çözülmezse ülke çözülecek…
Doğan CEYLAN
Maarif Müfettişi
Evet sayın müfettişim. Bu sorun mutlaka çözülmeli. Aynen dediğiniz gibi bu sorun çözülmezse ülke çözülecek.
Bu sorun çözülmeli zira zevk almayı eğitim öğretimin yegane amacı haline getirdiğimiz ve bu anlayışı sürdürdüğümüz müddetçe daha çook öğretmen öldürülecektir. Çünkü insan ya da hayvan, herhangi bir canlıyı öldürmek de bir zevktir. Öylesine bir zevktir ki katil öğrenci jandarmadaki ifadesinde rahatlıkla ’ Hiç pişman değilim. Yine olsa yine öldürürdüm ’ Diyebilmektedir. Çünkü o, Hatice’nin de dediği gibi bir zevk manyağı haline getirilmiştir. Zevki için her şeyi yapar. Öldürür de...
YORUMLAR
Daha 2 gün önce, bir öğretmen arkadaşımız bir ortaokul öğrencisi tarafından tehdit edildi ve üzerine yürüyen öğrencinin elinden nöbetçi öğretmen arkadaşımız sayesinde kurtuldu.
O öğretmen olaya müdahale etmeseydi ne olurdu bilmiyoruz. Çocuk da, ailesi de bildiğiniz "bela" tipler.
Sürekli sorun çıkaran, öğretmenleri çaresiz bırakan bu öğrenciyle ilgili idarenin bizden istediği "idare" etmemiz.
Yani diyorlar ki, sana her türlü saygısızlığı yapsın, arkadaşlarını korkutsun, rahatsız etsin ama siz görmezden gelin. Maksat başları ağrımasın.
Neyse olay idareye intikal etmiş. Anne okulu basmış vs. Çocuk müdüre de küfrü basınca polis çağırılmış.
Diyeceğim o ki " bana dokunmayan yılan bin yaşasın" anlayışıyla hareket edildiği sürece ve ebeveynler çocuklarına birer tanrıymışçasına tapıp, her yanlışında arkasında durduğu sürece, çok değil kısa bir zaman içinde bu toplumu çok daha kötü vakalar bekliyor.
sami biberoğulları
En azından ben görmeyeyim dedim. Ki emekli olduğumda bir ilköğretim okulundaydım.
Selam ve sevgilerimle.
Bir söz vardır bu ülke nasıl ve ne zaman düzelir: "cuma namazında camiyi dolduranlar sabah namazında da aynı şekilde doldururlarsa o zaman düzelir. Ha burdaki fikrim camiye gidip gidilmemesi değil bazı zihniyetleri toplumda düzeltmenin imkansıza yakın bir ihtimalde olmasıdır.
Ne yazık ki ben öğretmen bırakın 90 lı yılları 2017 lerde bile velilerin hışmına uğruyoruz.
Dıştan görüldüğü kadar kolay değildir öğretmenlik.
sami biberoğulları
Beni henüz elli iki yaşında emekli olmaya sevk eden sebep işte yazdığınız bu husustur. Devam etseydim ya bir cinayete kurban güdecek veya cinayet işleyecektim veya mutlak surette adli bir olayın faili ya da mağduru olacaktım.
Allah tüm meslektaşlarıma yardım eylesin.
Selam ve sevgilerimle.
Değerli hocam, yazıyı ve yorumları okurken, bir yandan da çevremdeki öğretmenlerin yakınmalarını düşündüm...
Tam bir 'Vurun Kahpeye!' akıl tutulması...
Yani, öğretmenler, her türden kahpeliğin hedefi haline getirilmişler; öyledir, kişilerin teşhisinde pervasızlık yansıttıkları öznenin (veya canlının) niteliği belirleyicidir...
[Ağzı var dili yok hayvancağıza şiddet yönelten birinin teşhisi hayvan! olarak kolayca belirlenebilir...]
O zaman şu soruyu sormak lazım: Öğretmeni bu derece basitleştirmenin bir faydası görülüyor mu?...
Görülüyorsa, bunun ifadesi hangi söylem biçiminden okunabilir?...
Ya da, kültür seviyemiz mi yükseldi/yükseliyor?...
Yoksa, ekonomiye mi, teknolojiye mi, ticarete mi, siyasete mi, sanata mı, neye, neye olumlu bir etkisi görülüyor bu durumun?...
Önemli bir faydası var ki öğretmenin feryadı kimsenin umurunda değilmiş gibi yapılıyor...:)))
Selam ve saygılarımla.
sami biberoğulları
Selam ve sevgilerimle.
Merhaba Sami öğretmenim, yazılarınıza eleştiri getirdiğimde genelde yanlış anlaşıldım. Örneğim dershanecilik konusunda batıdan örnek verdiğimde "bu konuda bilgim yok deyip" kolayca topa girmediniz. Oysa sizden şunu beklerdim ve beklerim...Araştırıcı kişiliğinizle ki, takdir ediyorum bu yönünüzü. Dershanecilik bağlamında çağı yakalamış ülkelerdeki durumu inceleyip bizdeki yıllarca küçük-büyük herkesin üzerine bir ur, kambur olan dershanecilik, sık sık müfredat değiştirme konularındaki hatalara parmak basmanızı isterim. Bunları yazarken a, b, c, partisinin söylemlerine takılmadan sorunları ortaya koyup çareler göstermek önemli.
Aydın sorumluluğu taşımak bunları gerektirir. Yoksa bazılarını suçlayarak bir yerlere gelemeyiz. Sorunları çok veciz sözlerle ortaya koymuşsunuz özgün yazınızla. İçtenlikle kutlarım. Ben de ekleyeyim.
1997'de Almanya'dan dönüp bir İ.Ö. okulunda göreve başladım. Sene sonu öğretmenler toplantısında o yıllarda ünlü yönetmeliğin 48. maddesi görüşülürken neredeyse kavga çıktı. Konu sınıf tekrarı yapılamaz bu maddeye göre. Evet sınıf tekrarı olası değil bu topraklarda. Oysa Almanya'sa var sınıf tekrarı.
Daha iki yıl önce bir dönem doğum yapan bir arkadaşın sınıfında çalıştım. Allah Allah veliler birer amir. Sınıflara kadar giriyorlar. ders zili çalıyor. Andımız okunmuyor. Öğrenci ve veliler birlikte sınıfa girerken kravatsız, kot pantolonlu, tıraş sız öğretmenler velilerle vatandaşları ayırmak mümkün değil. İsim vermek olmaz kendisinin Milliyetçi yani MHP'li olduğunu söyleyen emekliliği yaklaşmış bir meslektaş şöyle dedi. "İlçe Milli Eğitim yetkilileri diyor ki,'velime dokunma' " şimdilerde de ahval bu saygıdeğer Sami öğretmenim.
Köy Enstitüleri arkasından öğretmen okulları kapatılırsa olacağı buydu. Bilirsiniz Şu anda üç tür öğretmen var camiamızda. Kadrolu, sözleşmeli ve ücretli öğretmen. Bu uygulamayla mı biz yüz yıl sonrasını düşünüp insn yetiştireceğiz!
Emeğe ve sanata saygımla...
sami biberoğulları
Öncelikle Dersaneler konusundaki siteminize cevap vererek işe başlayayım.
Evet ben gerçekten de yabancı ülkelerdeki dersanelerin durumunu bilmiyorum. Siz diyorsunuz ki ''Araştırsaydınız'' Araştırsam da değişmeyecekti. Zira söz konusu ettiğiniz yazımda da gördüğünüz üzere her ikisi de Hollanda'da yaşayan iki ayrı arkadaşımdan biri ''Hollanda'da dersane yok'' derken öteki hem olduğunu hem de bu dersanelere giden öğrenci sayısının Hollanda gibi nüfusu az bir ülkede yanlış hatırlamıyorsam 980.000 civarında olduğunu söylüyordu.
O bakımdan ben yurt dışındaki dersaneler ile ilgili bir şey yazmadım. Ancak, yurt içindeki dersanelerle ilgili bu sitede pek çok yazım vardır. Bunlardan sadece bir tanesi sekiz bölüm halinde yazdığım ''MEMLEKETİN BÜTÜN DERSANELERİNE VE ÖZEL OKULLARINA GİRİLMİŞ OLSA KEŞKE '' Dir... Sanırım en azından başlıktan bile benim ülkemizdeki dersanelere nasıl baktığım anlaşılır.
Sınıf Tekrarı konusunda da sizinle hemfikirim. Eğer ben üç senelik liseyi 5 senede bitirmeseydim de bu günkü gibi ön kapıdan girip arka kapıdan diploma alarak çıkmış olsaydım ne öğretmen olabilmem ne de bir devlet memuru olmam mümkün olmazdı.
Okulların ahvali maalesef perişandır değerli öğretmenim. Bunu defalarca yazdım. Hatta hiç kimsenin yazamadığı, yazmaya korktuğu zamanlarda ben buradan bangır bangır bağırdım '' Okullarda Astronomi öğretecek öğretmen olmadığı için seçmeli olan bu dersin yerine öğrenci ve velilerine '' Çocuklarınızın Astronomi öğrenmesini istiyorsunuz ama maalesef Astronomi öğretmenimiz yok. Onun yerine Din dersleri görecekler. Çünkü elimizde bol miktarda din dersi öğretmeni var '' dendiğini...
Evet..Bunları ben yazdım değerli hocam. Okullarda mutlaka din eğitimi olmasını söyleyen, İmam Hatip Liselerini sonuna kadar savunan ben '' okullarda Astronomi dersleri de olsun'' diye yırtındım. Üstelik de Lise yıllarımda Astronomi dersinden çok çekmiş olduğum halde)))
Ve son olarak: Şu anki eğitim modeliyle değil yüz yıl sonrasının bir yıl sonrasının insanını yetiştirmek bile mümkün değildir.
Selam ve sevgilerimle.
Sami hocam; bizim ufaklığın okul toplantılarına genelde ben katılırım. Daha önceki toplantılarda genelde notların düşüklüğü, öğrencinin çalışma isteği, derse katılımı, ödev, performans, proje ödevleri vs. konular konuşulurdu. Son bir - iki senedir katıldığım toplantılarda öğretmenler usulden bir ara karne dağıtıp, konuşmalarının büyük çoğunluğunu öğrencilerin davranışlarına, okuldaki hal ve hareketlerine ayırıyorlar. Öğretmenlerimizin bir çoğu mevcut durumdan bunalmış durumda. Bu duruma üzülüp, koca koca insanların gözü önünde gözyaşlarına hakim olamayan öğretmenlere de şahit oldum. Düşünsenize! 25 - 30 kişilik bir sınıfı susturamayıp dersini anlatamayan bir öğretmen konumuna düşmek bir öğretmen için ne büyük bir acı. Hele idealist iseniz... Biz veliler anlıyoruz ki, asıl sorun ve tehlike, çocuğun yetişme tarzı, psikolojisi, okuldaki davranışları ve haliyle çevre ve öğretmenlere karşı olan tutumu. Kısacası ruh sağlığı.
Kıssadan hisse; sorunlu bir gençlik yetişiyor. Kavga edecek kimse bulamadığında kendisi ile kavga ediyor. Fazla değil; daha 25-30 yıl bundan önce lise yıllarında bile ekonomi politik okuyan, felsefe okuyan, siyasi yelpazenin neresinde olursa olsun elinde gazete düşürmeyen, kahvede bile siyaset konuşup gerek ülkenin ve gerekse dünya sorunlarının bilincinde olan nesilden ne oldu da buralara geldik? Bunun bir açıklaması olmalı. Vicdan sahibi olan tüm sorumluların bu durumu bir kez daha düşünmeleri lazım. Bu ülkenin kayıp nesillere tahammülü yok.
Yeşil Mavi tarafından 12/21/2017 12:24:41 PM zamanında düzenlenmiştir.
sami biberoğulları
Selam ve sevgilerimle.
Yazı, ayın yirmisinde gece yarısı asılmış. Otuz altı saattir askıdaymış.
Kendi adıma, yeni gördüm, lakin yazıyı benden okuyan ya da gören yetmiş beş kişi içinden hiç kimse mevzuyu sikine takmamış, Sami Hoca gene uzun uzun zırvalamış, demiş ve basmış gitmiş. Olur öyle... Gelecekte o namlunun ucunda ya da tetiğin başında kendi evladı olacağını hesaplamamış. Neymiş, buradaki bu yazıya rağbet edenler, dersleri zevkli hale getirilmiş bireylerden müteşekkilmiş.
İlkokula başladığım yıl Canan Ünsal adında bir psikopatın eline düştüm. Muhtemelen solcu bir bayandı ve asker çocuğu olduğum için 80 darbesinin bütün hırsını benden alıyordu. Nefret ettim okuldan. Hadi annemle babamın tezgahı neyse de okulda da huzur yok! Bırak, memlekette yok... İlk, orta, lise derken eti senin kemiği benim anlayışı canımı çok yaksa da dostane ilişkiler kurduğum öğretmenler de oldu. Bana göre askerdeki eğitim çavuşlarından çok da farklı değillerdi. Aradan yıllar geçti, oğlumu okula kayıt ettireceğim zaman öğretmen seçimini bana bıraktılar. İki tane seçenek vardı önümde, biri gelenekçi öğretmen tipolojisine sahip, nesli tükenen öğretmen modeliydi; diğeri ise yönetmeliğin çizdiği model. Gelenekçiyi tercih ettim, zira okullarda yaşananlardan haberim vardı. Bu gelenekçi öğretmen, diğerlerinin aksine, teneffüste öğretmenler odasında oturmak yerine, bahçede öğrenciler arasında sadece dolaşarak bile çocukların kendileri için tehlikeli olabilecekleri davranışlar sergilemelerinden kaçınmalarını, otokontrol geliştirmelerini sağlıyordu.
Gelenekçilerin tezgahı şiddet yüklü fakat basitti. Basitlik ve sadelik ilkesi benim için değerlidir; şiddet ihtimaliyse bu hayatta kaçamayacağınız tek denge unsurudur. Bu öğretmenler çocukları dövseler de taciz etmezler, tecavüz etmezler, okul önlerindeki Osmanlı macuncularını bile kovalarlar, leblebi tozcuları ayıklar, mafya artığı ya da özentilerini çıkar kendileri döverdi, branşlarında yetkindirler, dersleri ağır geçer ama sike sike öğrenirdin. Komplike sistemde ise orta okulun önünde eroin satılır, madde bağımlılığı yaşı on üçe düşer, öğretmen iplemez, tacizler gırla gider, çocuk dersi dinlemez ama o maaşını alır, matematik dersine bedenci girer ve bunun karşılığında çocuğu dövmez ama okulun önünde bıçaklanırsa bu sorun olmaz.
O müdür öldü ya, öldürüldü ya, eğitimi politikaya alet edip taktik tahtasına çevirenler kına yaksın.
Neyse yaa...
sami biberoğulları
Eğitim ordusu sanırım TSK dan sonra en fazla neferi olan bir topluluk. Bu topluluğun içinde de her dönem ( Bu dönemde bile ) psikopat öğretmenler çıkmıştır.
1960 lı yıllarda ortaokul ve liselerde okuyan öğrencilere şapka giyme mecburiyeti getirilmişti. Bu öylesine bir mecburiyetti ki okul dışında bile o şapkayla dolaşmak zorundaydık.
İşte o dönemlerde Erzurum Gazi Ahmet Muhtar Paşa Ortaokulunun Matematik öğretmeni olacak bir ayı daha orta I. sınıf öğrencisi bir çocuğu sınıfın ortasında - dışarıda şapkasını giyemediği için - yumruk darbeleriyle haşat etti. Nefret ettik ondan tabii ki. Ama bu ve benzerleri çok şükür ki o güzide kurum içinde parmakla gösterilecek kadar azdı.
Sonrası...
Sonrasını sen yazmışsın zaten. Üstüne daha ne denilebilir ki?
Ben bir zamanlar şu sakat ayağımla nöbetçi öğretmen olarak kahvelere dalıp kimlik kontrolü yapıyor, eğer bizim okulun öğrencisi ise öğrenciyi okula çekip okuldan kaçmasının ve ders saatinde kahvede oyun oynamasının sebebini soruyordum. Ama 1990 lı yıllarda Kahve sahipleri ' benim ekmeğime mani olmazsın '' Diye bizi kahvelerden kovdukları gibi öğrenci velileri de '' Arkadaş ! devamsızlık hakkı 20 gün değil mi? Yirmi günü aşmadığı sürece ister okula gider, ister kahveye. Sen kahve basıp da benim çocuğumun onurunu nasıl kırarsın arkadaşlarının ve kahve cemaatinin yanında'' diye hesap sormaya başladılar.
Evet...Yazacak şey çok da sussam gönlüm razı değil, konuşsam tesiri yok.
Haa Ayhan Kökmen'i kim öldürdü meselesi vardı bir de değil mi? Elbirliği ile hepimiz öldürdük...
Selam ve sevgilerimle.