- 682 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Fısıltıları Duymak
Bu sevinç tomurcuğu da nerden patladı böyle birden? Oysa her zamanki sesler geliyor yine sokaktan. Kepenkler açılıyor, arabalar geçiyor. Birileri bir yerlere çiviler çakıyor. Ama her zaman olmayan bir şeyler de olmalı ki dudaklarımın iki yanı kıvrılıp duruyor yukarı yukarı. Sanki “göremediğin şeyler var, biraz yukarılara bak” der gibi.
Pencereye yaklaşıp tülü aralıyorum. Farklı olan ne bütünde, anlamak için... Dışarıda değil de içeri de mi yoksa aradığım? Çayı koyayım ateşe en iyisi.
Bir tebessümün kucağında ısınan üşümüş bir çocuk gibi doyasıya tadına varıyorum kaynağını bilmediğim bu sıcağın. Bir yerinde günün, kendimle karşılaşmış olabilir miyim? Dünden söz ediyorum. Kaldırımlarda koşturan, marketten sebze meyve alan, saçları benliğini de peşine katıp rüzgâra karışmış o kadında ne kadar var edebildim kendimi? Bunu başarmış olmalıyım ki şimdi içimden sıkı sıkı sarılasım geliyor o kadına.
Çayı koydum ocağa, yumurtayı dolaptan çıkardım. Dışarının seslerini kendi dünyamın sesleriyle örttüm bir parça... “ben de varım” dedim.
Birden aydınlandı karanlıkta kalan zihnimdeki o bölge. Evet, ben dün yolda giderken hayatı gülümseyen bir yüze benzeten bir şey oldu, şimdi hatırlıyorum. Bir çift benden yardım istedi. Görmüyorlardı. Bir pastanenin ismini söylediler, “buralarda olmalı” dediler sonra. Tam karşı kaldırımdaydı sözü geçen pastane. Onları karşıya geçirirken hiç olmadığım kadar kendime benziyordum ben.
Unuttuğum tüm parçalarım gün ışığına çıkmış, tüm akrabalarımın doluştuğu bir odada çayımı içip kurabiyemden ısırır gibi bir dolu aynayla çevrili bulmuştum kendimi. Her yerde benden bir parça vardı sanki. O görmeyen çift teşekkürlerini iletip pastanenin kapısından girerken ben de başka bir kapıyı aralamıştım çoktan. Kendi bahçeme girmiştim.
Bu duyguyu unutalı öyle uzun zaman geçmişti ki! O görünmez kapıyı görmeyeli yani... Onu aralayıp öte yana geçtiğinde bambaşka bir yere dönüyordu her zamanki dünya... Dünya bahçen oluyordu yani. Hani küçük bir kızken içinde koşturduğun, çiçeklerinden kopardığın, dışarıyı içine boca edip tanımaya çalıştığın o yer...
Aynen orada oynayan o küçük kıza göründüğü kadar âşinâ bir çehreye bürünmüştü dünya, “rica ederim” deyip o çiftten ayrılırken... Birilerinden yardım isterken onlara yardım ediyorduk belki de aslında. Unuttukları yanlarını açığa çıkarıyor, aynadaki gölgeleriyle barıştırıyorduk onları. O çift de aynı şeyi yapmıştı bana.
Bu barışıklık farklı bir ışık vuruyor her şeye. Çaydanlığın fokurtusu bile bir farklı sanki... Zihnimdeki fokurtular da... Can yakan, örseleyen şeylerin sesleri... Kör olsaydım o şeyler daha fazla mı gümbürtü çıkarırlardı? Ya da aksine tam bir sessizliğe bürünecek kadar değişir miydi anlamları? Çok fazla mı yükleniyoruz gözlere?
Sesler geri planda kalınca görüntüler mi konuşmaya başlıyor yoksa? Daha doğrusu biz mi konuşturuyoruz onları? Sürekli bir karanlıkta var olan birinin kulaklarından giren sesler kadar masum kalıyor mu bizim de duyduklarımız?
Bakmakla görmek arasında açtığımız uçurumun büyüklüğü oranında yükseldikçe yükseliyor kafamızdaki sesler. O çift kördü ama benim göremediğim ne çok şey görüyorlardı kim bilir?! Mesela en temel şeyi görüyorlardı. İyi biri miyim? Bu kadar netti bakışları işte! Daha ötesini sorgulamaya ne gerek vardı ki?!
“Ama yine de görmek güzel” dercesine bir görüntü geçti gözlerimin önünden. O’nun gülen gözleri... “İyi ki görüyorum.” dedim o zaman. Yani ille de kör olmak gerekmiyordu ki sesleri susturup gerçekten görebilmek için... Ama günlük yaşamın hay huyunda bu gerçeği unutuyorduk işte! Görmeye değer bulmadığımız bir dolu küçük ayrıntıyı sıradanlıktan kurtarmak için, dolu dolu bir hikayenin bir parçası kılacak anlamlara bürüyorduk.
Sonra çok gerçek, çok anlamlı bir şey önümüze çıkıveriyordu birden. Gerçekten görerek baktığımız bir şey... Dikkatimizi sonuna dek üzerine boca edeceğimiz kadar bizi bizden alan, kendimizden kurtulmamızı sağlayan, özgürleştiren...
Sonra dar bir elbiseden kurtulur gibi uzaklaştığımız o kendimize karşıdan bakmaya başlıyorduk birden. Ondan çok daha fazla bize benzeyen birinin gözleriyle... İşte hâlâ karşıdaki o kadına bakıyorum ben. Ona baktığım o gözlerle pencereden baktım az önce. Sevdiğim adamın gözlerine bakar gibi, içim minnetle dolu... Kendini sevmek de aşk gibi tılsımlı bir şey... Sanki sevgilinin yanındaymış gibi ılık bir duyguyla sarmalanmış olarak buluyorsun kendini. Saran da sarılan da sen olunca öyle sıcak ve bütünsün ki!
Eksik bir yanın kalmayınca çok da fazla yüklenmiyorsun kimseye. Gözlerini üzerine dikip susuzluğunu gidermesini beklemiyor, kendi ırmağında gönlünce akmasına razı oluyorsun. Sen de kendi ırmağına kavuşmuş oluyorsun çünkü. Susuzluğunu giderecek en büyük kaynağa yani: Kendine...
O yüzden bir süre daha masada duran o telefonu elime almayı düşünmüyorum. Bir kez de ben aramadan O arasın beni, sesimi özlesin... Her sabah kalkar kalmaz ilk işim O’nu aramak olur oysa. Sanki tek başıma günü karşılayamazmışım gibi, O’nu da katmak isterim sabaha. Oysa sabah en özel evresidir günün; en dokunulmamışı, en gerçeği... Çok özel bir misafirdir o yani, güne dair söyleyecekleri çok değerlidir. Araya başkalarını sokmamak gerekir, fısıltılarını duymak için...
YORUMLAR
tül hışırtısı. aynur hanım'ın kalemine benziyor ama değil. o, nasıl söylesem, bir şeyleri erişememeyi daha açık ve ondan gelen yani geçmişinden gelen dram içeren kelimelerle anlatır. hastasıyım kalemine. siz ise daha tanımlayamadığım bir üslup ile yazıyorsunuz. sevdim kaleminizi.
emirhan.efe1985 tarafından 6/7/2018 7:56:11 PM zamanında düzenlenmiştir.