- 733 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
YAŞAM VE YAŞANTI
Yaşadığımız hayat, ne kadar bizim?
Ya da, ne kadarı bize ait, ne ölçüde düşlediğimiz bir hayat, bizim yaşantımız?
Bu soruya “ezber” bir cevap vermek kolaydır ve genellikle insanoğlu doyumsuz bir varlık niteliğine sahip olduğu için, verilecek cevapların “ağırlıklı” olanını tahmin etmek de:
“Benim istediğim hayat bu değil!”
***
Durup düşünmeyiz hiç, yaşamaktan ne anladığımızı; ne anlamamız gerektiğini… Hayattan yakınmak daha kolayımıza gelir. Gelir de, neden ve nelerden yakındığımızı, yakınmaya ne kadar hakkımız olduğunu sorgulamayız. Sanırız ki, hayat bizim için, bizim ihtiyaçlarımıza göre kurgulanmış bir süreçtir. Bizim istek ve beklentilerimize ne ölçüde cevap verdiğine göre de tarife cetvelinde bir karşılığı vardır. Kimse aklına getirmez, “Ben hayat için, yaşantım için ne yaptım bunca zaman?” demeyi. Çünkü hayat; kendisinden talep edilen ve taleplerimize cevap verdiği sürece değeri belirlenir bir olaylar-olgular evrenidir. Bir kısırdöngünün içine düşeriz bu yüzden. Hayata ve yaşantımıza az müdahale ettiğimiz sürece istemediğimiz bir ömür çizgisine savruluruz ve yakınmalarımız artar. Yakınmalarımız arttıkça, hayata dokunabilme mesafemiz açılır, hayatın gerçekliğinden uzaklaşır ve yaşantımızı yönetebilme şansını kaybederiz. Halbuki, bir şeyden şikayet edebilmemiz için, öncelikle o şeye şikayet edebilme hakkımızın olması gerekir. İşte, biz bunu kaybederiz!
***
Bizi umutsuzluk girdabına sürükleyen ağır kusur, çözümsüzlüğü kabullenmenin hayat içindeki tezahürü olan, “çözümü başkalarından beklemek” kolaycılığıdır. Hayat herkese açık bir alandır ama, yaşantı bizimdir. Yaşantı, denetlenebilir. Hayatın, kontrolü elimizde olmayan olumsuzlukları zaman zaman yaşantımıza sızsa ve onu bulandırsa da, yaşantımız büyük ölçüde bizim irademize tâbidir. Onu planlamak, düzenlemek, ihtiyaçlarını öngörmek ve onları karşılamak için emek harcamak mümkündür. Ölüm, hastalık gibi hayattan gelecekleri de yaşantımız içinde hazırlıklı karşılamak, yükümüzü hafifletir.
Zannetmeyiniz ki, bu söylediklerimizin maddi imkânlarla doğrudan bir ilgisi vardır. Öyle olsaydı, servet içinde yüzen insanların “ruh” tökezlemeleriyle hiç karşılaşılmazdı. Nitekim paranın satın alma gücü, yaşantıyı satın alsa bile, yaşantıdan doyumun karşılığı olan “mutluluğu” satın almaya yetmez. Yaşantımıza müdahale iradesini keskinleştiren akıl, sağduyu ve sevgidir çünkü. Onların da parayla pulla pek işleri olmaz.
***
Unutmayalım:
Umut, bir varlık potansiyelidir! Bir gönül sermayesi ve zenginliğidir.
Hayat, umutsuz bırakmaz. Bizi umutsuzluğa düşüren yaşantımızdaki hatalardır.
Umutlu olabildiğimiz kadar yaşantımıza sahip olur, sahip çıkarız.
Risksiz ne hayat, ne yaşantı vardır. Önemli olan riski yönetebilme becerisidir.
Yaşantı uçurtmasının ipini elinde tutanlar, hayatın fırtınalarına göre hareket edenlerdir.
Gecede sabahı bekleyenler ve sabahta geceyi öngörenler ne mutsuz ne umutsuz olurlar:
“Geceler bile bilir karanlığın dibinde,
Dilsiz sabahı bekler aydınlığın cezbesi!
Ne açlık ne tokluk kalıcı durum bu tende,
Ruhunu aşkla eğit, hırsını ateşlerde…”
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.