- 1262 Okunma
- 1 Yorum
- 3 Beğeni
'hırsız'
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
İlkokul da Onur adında lakabı pandikçi bir çocuk vardı. Çocuk tam bir baş belasıydı. Önüne gelene pandik atıp duruyordu. İlkokul birinci sınıfta olduğumuz için belki çoğu insana sıra dışı bir olay gibi gelmeyebilir ama benim tanıdığım türlü şerefsizliklerin kökeninde ilkokul vardır. Honour kelimesini bir kenara bırakalım. Bir saniye, şerefli dersem bu sefer de anomali içerisinde yalnızlaştırılmış, daha doğrusu dışlanmış bir harfin (ş’leri sevmem) öyküsü olarak kalabilirdi anlatacaklarım ama benim anlatmaya yeltendiğim olayın anahtar kelimesi miras idi. Miras, başka bir şey değil. Tüm imansızlığı içerisinde, ahlaki boyutta kaybetmişler de dâhil olmak üzere kenarda bir yere geçip oturarak, bu hikâyede kendini bulma onuruna, (pandik yemekten zevk alanlar da) pardon şerefine nail olabilir. Böyle başlangıçlardan nefret ediyorum. Benim için en güzel başlangıç şu olabilirdi:’ Bir gün öğleden sonra gözlerimi açtığımda, telefonumda bir mesajla karşılaştım. Mesajda aynen şu yazıyordu: Yarın saat 14.45’te Atatürk Heykelinin önünde buluşalım.’ 14.00 olabilir, hatta 14.30 olabilir ama 14.45 gibi tam dakiklerin işini gösteren bir saat verilmesi hoşuma gitmemişti. Saatleri sevmiyorum. Saat dediğim aslında böyle çeyrekli dilimleri. Aslında saatleri seviyorum. Özellikle duvara asılı saatleri. Kol saatini de bir başkasının bileğinde görünce seviyorum. Bu arada saat bileğe mi takılıyor yoksa kola mı? Fatoş’un annesiyle beraber kaldığı bir ev vardı. Cümle nasıl da iğrenç oldu! Hala tam olarak konuya nasıl gireceğimi bilemiyorum.
Fatoş’ların akşam kız verdikleri gündü. Hırçın Karadeniz kasabasından göçüp, Ege’nin tatlı bir ilçesine yerleşmiş dedenin torunu olan Fatoş için de normal bir akşamdı. Güzel dudaklarına kan rengi rujunu sürdükten sonra da yüzünün kalan kısmına gerekli makyajını yapıp, merasim için annesiyle yola koyulmuşlardı. Fatoş üç gün önce arkadaşlarına, benim de arkalarındaki masada oturduğum bir mekânda şunları söylüyordu:’ Orospu çocuğu babam ilk defa işe yaradı. Biliyor musunuz kızlar, miras kalmış babama. Bu zamana kadar annemle bana türlü eziyetler eden babamdan ilk defa bir fayda gelecek.’ Kızlar heyecanla Fatoş’u dinliyorlardı. Tabi ben de! Kızlardan biri Fatoş’a ‘babana küfretmesen olmaz mu kuzum’ dedi. Fatoş yeni boyattığı aslan yelesi saçlarını hırsla havada tur attırıp ‘o pezevenge ettiğim tüm küfürler eksik kalıyor, bu benim hayatım ve kimse tam olarak ne yaşadığımı bilmiyor Aysun’ dedikten sonra, ‘bu sefer’ dedi ve duraksadı. Kalbim hızla atıyordu. ‘Miras kalmış amcasından. Göt işte, başta kendisi de inanmamış ama sonra bir bakmış ki, İstanbul’da amcasının babasından kalan araziyi satmışlar. Varisler içerisinde bizim göt de yer alıyormuş.’ Kızlardan biri atılarak ‘amcasının babası, babanın da dedesi olmuyor mu’ dedi. Fatoş bu soruları hızlı geçmek istiyordu. ‘Öyle sanırım’ dedi. Sigarasını içmiyordu. Zaten o gencecik haline sigara da yakışmıyordu. Sigarasını dudaklarının arasına koydu. ‘Öyle ama ne bileyim kızlar, ben de annemden duyduğum kadarını size anlatıyorum. Yaklaşık yedi milyon liraya satmışlar araziyi. Babama da beş yüz bin lira kalmış. Tabi hepsini bize vermedi. Göt değil mi işte! İki yüz bin lira bankaya borcunu kapadıktan sonra anneme telefon açmış. Yaklaşık iki yüz elli bin lira parayı hesabına havale edeceğim demiş. Annem başta ne parası, ne iki yüz elli bin lirası deyince, hadiseyi, yani daha doğrusu kendisine kalan mirası anlatmış. Annem başta inanmamış ama öğleden sonra hesabında gördüğü para annemde acayip kafa yapmıştı. Eve gelince bana tüm olanları anlattı. ‘Artık paramız var kızım’ deyince, başta annemin babasından kalan toprakları sattığını sandım. Araplar son zamanlarda Karadeniz’de inanılmaz yatırım yapıyor. Ne bileyim, belki de dedemin toprakları değerlendi diye düşündüm. Fakat mevzu sizin de anladığınız üzere farklıymış. Annemle paranın hesaba yattığı günün akşamında dışarıda yemek yedik. O göt de bir gün kızımızı da alır, güzel bir yerde yemek yeriz demiş. ‘Sakın’ dedim anneme, ‘sakın o adamla beni buluşturma.’ Neyse annem zorlamıyor zaten. O değil de kızlar, artık neye seviniyorum biliyor musunuz, araba alacağım birkaç güne. Annem ‘nasıl olsa evimiz var kızım, en azından senin de bir hayalin vardı, şu arabayı alayım sana da, ikimiz beraber gezmelere gideriz’ dedi. Kızlar ağzı açık halde Fatoş’u dinliyorlardı. Dört kız içerisinde en güzel kız Fatoş muydu? Kahvemi yudumlarken arada göz ucuyla bakıyordum. Kendimi hafiye filmlerinden çıkmış gibi görüyordum. Üzerimdeki eski paltoyu seviyordum. Şerefin olduğu vakitlerden kalmaydı. Boynumda sigara yüzünden delinmiş atkının göğsüme doğru inesi vardı. Elbette Fatoş gibi güzel bir kızın hoşuna gitmek, beraber Merve’lere gitmek isterdim ama benim tek derdim paraydı.
Bir hafta önceki 14.45’te Atatürk heykeli önü buluşması, vergi dairesine aktarılmıştı. 14.45’ten yarım saat önce mesaj gelmişti. Vergi dairesinin önünde buluşma sebebimiz, vergi dairesinin önündeki toprak otoparktı. Bu alan hafta içi izbe bir yer olabiliyordu. Ara sıra otobüsleri ve kamyonları bedava diye buraya park ediyorlardı. Aslında bir ara paralı otoparktı burası. Sahibi kanlı bir çatışmada gebermişti. Kendisi Urfa’dan gelmiş, Âdem adlı şerefsizin tekiydi. Ondan daha şerefsiz olan Belediye başkanıydı. Belediye başkanından daha şerefsizi de Âdem’i kullanan Kantaron Necdet’ti. Tekerlekleri patlak, siyah eski bir şavrolet iki kamyonun ortasında duruyordu. Bu şavroleti neden buradan kaldırmıyor, hurdaya vermiyorlar bir türlü anlayamıyordum. Ancak gerçek ismini bilmediğim ve ‘hortum’ lakabıyla görüştüğüm arkadaşla bu araba içerisinde konuşuyorduk. Bir süredir ortalıkta gözükmüyordu. Dün gelen mesajın sahibinin ‘hortum’ olduğunu anlamıştım. Altı ay önce ‘ben artık bu işlere girmek istemiyorum, olmuyor arkadaş, elimize geçen azıcık para, ondan da fayda gelmiyor’ demiştim. Gümrükte takılan malları aşırmak için Edirne’ye gelmemi söylemişti. İzmir’den Edirne’ye gitmek istemiyordum. Açıkça söylemek gerekirse gümrük işine güvenmiyordum. O işi başarıyla sonlandırdıklarını Edirne’nin yerel haber sitelerinden birinde görmüştüm ama sonuçta riskli bir işti. Gümrükte çalışan memur zaten soruşturma geçirdiği için ‘ne kaldırırsam kardır’ kafasıyla iş yapıyordu. ‘Hortum’ bu işten fazlasıyla kar etmiş olmalıydı. Yalnız hatırladığım kadarıyla yerel haberin içeriğinde hortum’dan da bahsetmişlerdi. Ayrıntıları bilmesem de hortum’un altı aydır ortalıkta gözükmemesinin sebebi bu haber sonrası ifşa olma çekincesi olabilirdi. Haberi yapan gazetecinin ismi haber sitesinde verilmemişti. Haber içeriğinde ‘gümrük deposunu hortum’ladılar’ ibaresi yer alıyordu. Bu ibare, haberi yapanın da aslında hortumdan pay almak isteyen birileri olduğunu gösteriyordu.
‘Bu iş diğer işlere benzemiyor. Ev soygunu işlerini oldum olası sevmemişimdir. Risk yüksek ama buraya geldiğine göre paraya çok ihtiyacın var.’ Günde üç paket sigara, yemeği, kirası, faturası derken geçen sene beraber yaptığımız son işten bana kalan yirmi bin lira suyunu çekmişti. Ciddi anlamda darboğazdaydım. Ara ara girip çıktığım işlerde de pek tutunamamıştım. En son girdiğim işyerinde adam ‘neden bu kadar çok sigara içiyorsun’ diye soru sormuştu. ‘Batıyor mu’ diye cevap verince gözümü açtığımda akşam olmuştu. Bir anda beş kişi toplanıp, beni dövmüşlerdi; işyerinden sokak köpeği gibi dayak yemiş halde nasıl da kovulmuştum! Alsınlar işyerlerini soksunlar bir yerlerine! ‘Batıyor mu’ cevabımdan sonra ettiğim küfürleri pek hatırlamıyorum desem yalan olur. Neyse ki kaldığım evin kirasını yıllık verdiğim için iki ay daha kafam rahattı ama bir türlü bırakamadığım sigara aylık hesapladığımda kiradan daha fazla paranın gitmesine sebep oluyordu. Hortumun teklifini kabul etmeyip, düzgün bir iş bulayım desem de, şu şartlarda bulabileceğim tek iş ayakyolunda kolonya tutup, ‘iyi sıçışlar’ demekti. Ona bile referans olacak imam ya da dernek başkanı lazımdı. Detayları anlatırken hortumun istihbaratına hayranlığım yineleniyordu. ‘Yüklü miktarda mirastan yüzde dörde yakın bir kısım bu şehirde bir kadının hesabına dün yatırıldı. Kadını araştırdık. Kocasına kalan bir para bu. Adam karısı ve kızıyla beraber yaşamıyor.’ Hortum paltosunun cebinden bir zarf çıkarak bana uzattı. ‘Bunun için az bir meblağ var. Birkaç gün idare edersin yemektir, sigaradır, içkidir… Yalnız dikkatli ol, içindeki hafıza kartını açıp, iyice baktıktan sonra kartı yak. Kart şifreli. Şifre İzmir’in resmi kayıtlardaki nüfusu. ‘Tahmini mi, bir önceki yılın resmi rakamları mı’ diye sordum. Hortum sigarasını yakmak üzereydi ‘dalga mı geçiyorsun’ dedi. ‘Yok’ dedim, ‘aklımı son zamanlarda hissedemiyorum. Hortum çok kötüyüm bu aralar. Beni tanıyorsun. Cidden kötüyüm. Bu işi kabul etmemdeki en büyük amaç para gelebilir ama hayır, yaşadığımı hissetmek istiyorum. Her şey bok, bombok; bazen sana imreniyorum. En azından farklı şehirlere gidip, dolaşıyorsun.’ Hortum gülümserken ‘beni kıskandığını mı söylemek istiyorsun’ dedi. ‘Tam olarak kıskanmak değil, az önce ne demek istediğimi anlamış olmalısın’ dedim. ‘Farkındayım’ dedi, ‘seni görünce anladım iyice işlerin boka sardığını ama salmaman lazım kendini. Bu arada gümrük işine gelmediğin iyi oldu. Memur her şey itiraf etmiş. Neyse ki iyi arkadaşlarımız var. Memur’u iyi korkutmuşlar. İtirafında plana dair her şeyi kendisinin yaptığını söylemiş. Mahallesinden birkaç çocuğa da para karşılığı onlarda benimleydi demiş. ’
Hortum’a bakıyordum. Yüzünde kaşlarından başka tek kıl yoktu. Sinekkaydı tıraş olmuştu. Çenesi hafif uzundu. Belirgin âdem elması ona ayrı bir hava katıyordu. Hafif dalgalı saçları yer yer alnına dökülüyordu. Sağ gözünün çaprazında iri bir ben duruyordu. Ben başka şeyler düşünmeye başlamıştım. ‘Ne düşünüyorsun, vazgeçmek mi istiyorsun’ diye sordu. ‘Sen bu ara sadece takip edeceksin anasıyla kızını. Hesaptan para çekimi olduğu vakit ben sana haber edeceğim. Benim tahminimce bu kadın tüm parayı kendi hesabından çekecek. O parayı bankada tutacak biri olmadığına eminim’ diye devam ederken gülümsedim. ‘Gümrük işine girmediğim için pişmanlık duyuyorum’ dedim. Meraklı bakıyordu. ‘Biliyorum’ dedim, ‘o zaman risk yüksek bile olsa değer olarak işin yüksekliği fazlaydı ve ben saçma bir sebeple gelmekten vazgeçmiştim. Şimdiyse bir kadının ve onun kızına ait parayı almak için uğraş vereceğim. Sorguladığımı, bir şeref muhasebesi yaptığımı düşünme, paraya ihtiyacım var ve biliyorum ki…’Konuyu nereye getireceğimi iyi biliyordu. Hortum bu işten pay almayacaktı. Buna adım gibi emindim. Hortumun kendisi direkt bir işin içine giriyorsa, neredeyse milyonluk işler oluyordu ama benim yalnız başıma kovalamamı istediği işlerde genelde iş sonrası pay almıyordu. ‘Neden yardım ediyorsun’ diye sorduğumda cevabı ‘hırsızlığında bir şerefi’ var demekle yetiniyordu.
Hafıza kartını ilk denememde açmıştım. İki ayrı klasör vardı. Birinci klasör de para transferleri, dekontları, paranın çekildiği atm ve kadının, kocasının ayrı ayrı adresleri tarzı pek çok bilgi mevcuttu. İkinci klasör ise direkt ‘kızları’ ismiyle kaydedilmişti. Kızın bütün sosyal medya hesapları ve güncel şifreleri, ilkokuldan beri okuduğu okullar, şu an gördüğü eğitim, en çok nelerden hoşlandığı ve bir sürü resmi mevcuttu. Yüreğim sıkışmaya başlamıştı. Fatoş bir süreliğine mutlu olacaktı ve sonra mutlu oluşuna sebebi ortadan kaldıracak olan ben olacaktım. Böyle basit düşününce aslında bir süre önce olmayan bir şey için pek de kederlenmemesi gerekiyor ama genç bir kızın hayallerini yok edecektim. Sabah ezanı okunurken gözlerimdeki kaşıntıdan dolayı rahatsız olmuş bir haldeydim ancak yine de Fatoş’un yirmi üç yıllık hayatını baştan sona ezberlemiştim.
Beş lira bile çalacaksanız, o beş liranın izini tamamen ortadan kaldırmayı planlamadan beş lira çalmayacaksınız. Kabul ediyorum ki beş doları ben beş lirayla yer değiştirdim. Bir banka hırsızı bu sözü söylediğinde yıl 1958 ve aylardan Mayıs’tı. Çaldığı iki yüz bin dolarla yakaladığında bu sözü söylemişti. Bu sözü kulağıma küpe yapmıştım. Fatoş’un saçlarına, küpelerine, gülüşüne, arkadaşları arasında küfürlerine uzaktan bir hayranlık besliyordum. Aptal genç kızların aptalca takılmalarına alışık biriydim. Birkaç gün önce Buca’da bir parkın önünden geçerken iki eşofmanlı genç kızın sözlü tacizine uğramıştım. ‘Amca, ağzındaki emzik güzelmiş. Hey, kime diyoruz, hey amca, hey babalık, bakmıyor da puşt!’ Çalınacak bir şeyleri olmayan insanlar için hep üzülmüşümdür. Ellerinde pırlanta gibi gençlikleri olan kızların hayattaki amaçlarını merak ediyordum. İki yıl önce emlak zengini bir kavatın tükenişini hortumun anlattığı zamanda aynı düşüncelerle doluydum. ‘Peki, amacı neydi?’ Bu kadar zengin olmasını neye borçluydu? Normalde küçük bir lokumcu olan bu adamı hangi dürtü emlak mütehassısı veyahut müteahhit olmasına sebep olmuştu?
Paranın tamamının öğleden sonra hesaptan çekildiğine dair mesaj geldi. Plan basitti. Detaylar açıktı. Akşamında kız isteme merasimi olacaktı ve Fatoş’la annesi evlerinde olmayacaktı. Paranın tamamı kesinlikle evde bir yerde olması gerekiyordu. O akşam Fatoş’ların olduğu mahallede elektrik tamamen kesilecekti. Fatoş ve annesinin bu kesintiden haberleri olmayacaktı. Mahalle girişindeki elektrik panosuna hidroflorik asidi boşaltırken hortumun yanımdan ayrılmadan önceki son sözlerini anımsıyordum:’ Her şeyi kötü becerebilirsin, buna hak ver ama kendini asla kötü becerme.’ Panonun üzerine önceden koyduğum alüminyum parçaları asitle etkileşime girerken hızlı adımlarla Fatoş’ların dairesinin olduğu sokağa ilerliyordum. Birazdan pano tavanından erimiş olacaktı ve asidin ana akım kablosunu eritmesi an meselesiydi. Böylece mahalle baştan aşağı karanlık içerisinde kalacaktı. Üzerimdeki uzun naylon montun içerisinde kendimi çok rahatsız ediyordum. Bir iş için kullanılacak ve sonra atılacaktı. Bunların hepsini hortumdan öğrenmiştim. Apartmanın dış kapısı önündeydim. Hem bu kapı hem de daire kapısı için anahtarlar hazırdı. İkisi için de ayrı anahtar vardı. Daire kapısı için olan anahtarla buradaki tüm daire kapılarının kilitlerini açabilirdim. İnsanlar her ne kadar kaliteli, sağlam kilitler kullandıklarını sansalar da, tek bir anahtarla tüm kilitlerin açıldıklarından hala habersiz yaşıyorlar. Ne acı bir şey onlar için! Merdivenlerden dikkatli adımlarla dördüncü kata kadar çıktım. Fatoş’ların daire kapısı önündeydim. Küçük fenerimle iz peşindeydim. Eldivensiz olmayı yeğlerdim ama en ufak iz bırakmadan daireden çıkmak zorundaydım. Küçük fener lazer ışığını andırıyordu. Işık yansıdığı maddeler üzerinde dik kırılmaların yanı sıra, fenerin başlığındaki adını hatırlamakta hep güçlük çektiğim küçük bir aparat sayesinde oval bir aydınlanma sağlıyordu. Böylece incecik bir çizgi halinde ilerleyen ışığın üzerinde gezindiği maddeler de daha geniş açılı aydınlanmalar ortaya çıkıyordu.
İçerideydim. Bir başka yerde olmayı o kadar çok arzuluyordum ki, korku nesnesi olarak bir etkileşim örneği kurmama ya da yakalanıp, hırsızlık suçundan yargılanmama ihtiyaç kalmıyordu. Sadece başka bir yerin varlığıyla yetinebilirdim: Herkesin hiç tanınmadan, rahatça yürüyebileceği herhangi bir sokak ya da evde soğuk duvara yasladığım sırtımla hiçbir şey düşünmediğim anlardan biri… Odalara bakmam gerekiyordu. Dairenin giriş kapısı uzun bir hole açılıyordu. Bu holün sol tarafında ve köşede kapısız bir boşluktan bir şeyin ışığı geliyordu. Ağır adımlarla yürüdüm. Salondu burası. Eski bir gümüşlüğün rafında ışıklı bir kar küresi duruyordu. Bir süre kar küresinin karşısında duraksadım. Hep böyle bir şeye sahip olmak istiyordum. Çocukluğumda misafirliğe gittiğimiz bir evde bu kar küresine daha rahat bakabilmek için hep aynı koltukta oturmaya dikkat ederdim. Bazen elime alır, küreyi sallardım. Küre içinde cümbüş yaşanmaya başlardı. Rafta duran küre daha komplike duruyordu. Fener ışığıyla kürenin etrafına bakındığımda büyük ihtimal müzik kurmaya yarayan bir çubuğu görünce anlamsızca gülümsedim. Ayna karşısında olsaydım herhalde kendime bu gülüşün hesabını soracağımı söyleyebilirdim. Tek tek çekmecelere bakınmak zorundaydım ama öncelik yatak odaları olacaktı. Salondan çıkıp koridora geri döndüm ve ilk kapıyı sessizce açtım. Banyonun kapısını açmıştım. Karşıda ve salona zıt duran kapıya doğru yöneldim. Sokakta karanlık olduğu için odaların içerisinde bir ışığın serseri şekilde başka bir daireden gözükme ihtimali yüksekti. Azami dikkat etmeliydim. Fenerin ışık parlaklığı ayarlanabilirdi. Cılız ışıkta parayı bulmam daha zorlaşsa da en azından kendimi böyle daha güvende hissediyordum. Girdiğim oda orta yaşlarda bir kadının odasından uzaktı. Aslında saçma bir kanaat içerisindeydim. Herhangi birinin odası da olabilirdi burası ama bir masa ve masanın üzerinde kitaplar vardı. Masanın alt tarafında üç çekmeceli komodin duruyordu. Para burada olabilir miydi? Üç çekmece de gereksiz eşyalarla doluydu. Az ötede duran şifonyer dikkatimi çekmişti. Dört gözlü şifonyeri alttan başlayarak açmaya başladım. Frenli ray sistemi olan şifonyer hoşuma gitmişti. Kapanmaya yakın raydaki küçük lastik tekerlekler yavaşlıyordu. Üçüncü göz de iç çamaşırları vardı ve orayı hemen kapatmak istesem de, bir defterin ucunu gördüğüm için iki pamuklu beyaz külotu kaldırıp, altından defteri çıkardım. İç çamaşırlarının altında saklanan bir defter ilgimi çekmişti. İçgüdüsel bir şeydi, farkındayım ama defteri de yanımda götürmek istiyordum. İki kapaklı dolabın da sağına soluna cılız ışıkla zor da olsa baktım ama arayışım sonuçsuzdu. Sıcak basıyordu ve terliyordum. Üzerimde dışarı çıkacağım zaman kurtulacağım uzun naylon mont sıkıntı vericiydi. Yan odaya geçtim. Önceki odada olan tekli yatağa benzer bir yatak da bu odada vardı. Hemen hemen aynı komodin, şifonyer ve çift kapaklı dolap… Renkleri fark edecek vaktim yoktu. Aradığım şey bu sefer çok yakındaydı. Bu hissimi tanıyorum. İki kapılı dolabı açtığımda, dolabın iç sol tarafında havluların oluşturduğu bir kısım vardı ama en altındaki büyük banyo havlusu bir şey saklıyor gibiydi. Yavaşça havluları kaldırıp, o büyük banyo havlusunu açtığımda içindeki siyah evrak çantasını görünce nefes alışverişlerim hızlanmaya başladı. Çanta şifreliydi. Hızlı ancak dikkatli hareket etmeliydim. Çantayı direkt alıp götürebilirdim ama bu dikkat çekebilirdi. Bez çantamın içinde bulunan küçük alet takımını çıkardım. Alet takımı içerisinde yine bir beze sarılı bir şey olacaktı. Az sonra küçük bir tüp içerisinde bulunan sıvı gümüş fülminat avuçlarım arasındaydı. Fenerin ışığı yetersizdi. Yatağın sol tarafındaki boşluğa geçip fenerin ışık parlaklığını arttırdım. Fener yerde, yatağın sol köşesindeki duvarı aydınlatırken çantayı duvara sabitledim. Gümüş fülminat döner tuşların üzerine dökerken elim titriyordu. Azıcık olandan biraz daha fazla döküp, üzerine hafif basınç uyguladığımda tüm çantayı yok edebilecek ufak çapta patlamaya sebep olabilirdim. Neyse ki hislerim bu oranın yeteri kadar olacağı miktarı söylediğinde, döner tuşların üzerine hafifçe bastırdım. Aslında bu patlama sayılmazdı. Bundan sonra asla herhangi bir şifreye ihtiyaç duymadan açılacak bir çanta olmuştu ve mutlu sonla karşılaşırken ‘neden yavaşladığımı, hızlı olmam gerektiğini’ yineleyerek toparlandım. Çantanın içindeki paraları bez torbaya koyduktan sonra çantayı tekrar banyo havlusuna sarıp, aldığım yere geri bıraktım. Üzerine itinayla diğer havluları da koyduktan sonra bir şey unuttuğumu fark ettim. Yan odadan aldığım defteri yanımda getirmiştim ama nereye koyduğumu unutmuştum. Neyse ki ciddi anlam da şanslı biri olduğum için, ilk adımımla katı bir şeye dokunduğumu fark ettim. Bu aradığım defterden başkası değildi. İşim bitmişti ve daireden dışarı çıkmam gerekiyordu. İşin en kötü yanı bu çıkışın stresiydi. Çişim geliyordu. Aslında iki saattir ağzıma bir şey almamıştım. İçilen bir yudum su bile dikkat dağıtabileceği için böyle yapmam gerekiyordu. Bu çiş hissi sanal bir hareketlenmeden başkası olamazdı. İmkânım olsa, işemeye çalışsam birkaç damla sonrası kesilecek bu hissi unutmak için kendimi ayakkabılarımı saran galoşa verdim. İki bez galoşu daireden kendimi apartman merdivenlerine attığım vakit çıkarmalıydım. Eğer unutursam başıma bela alabilirdim. Dürbünden karanlığa doğru baktım. Herhangi bir ses gelmiyordu. Fatoş ve annesi geldiklerinde onlara ilk ilginç gelecek şey kapının kilitli olmayışı olacaktı. Belki de annesi anahtarı Fatoş’a kapıyı kilitlemesi için vermiş ya da kendi anahtarlarıyla kilitleyip, aşağıya gelmesini istemişti. Fatoş unutmuş olmalıydı. Fatoş ‘hayır anne, cidden kilitlemiştim ben kapıyı’ diyecekti ama annesi ‘çok dikkatsizsin kızım’ diye cevap verecekti. Önümde duran risk büyüktü. Kapıyı açtığım anahtar ile tekrardan kilitleyebilirdim ama çelik kapıların zamanla daha çok ses çıkaran kilit sistemleri oluyordu. Apartman da karanlığa gömülü olduğundan bu sesin yankısı da daha uzak katlara çıkabilirdi. Karşıda oturanların dairelerinde olup olmadığını bilmemek işin en sıkıcı tarafıydı. Sonuçta parayı almıştım. Kamera sorunu da olmadığından kapıyı kilitlemekten vazgeçip kapıyı araladığım. Herhangi bir sesle karşılaşmadım. Eşikten adımımı atıp bu sefer kapının diğer tarafına geçtim. Kapıyı artık çekip buradan bir an önce uzaklaşmalıydım. Tam kapıyı çekip, merdivenlere yöneleceğim zaman bir ses duydum. Karşı dairenin kapı sesiydi ve hızla açılan kapı sonrası bir kadın ‘Muazzez hanım, siz misiniz’ diyordu. Kapıyı en sert haliyle çektikten sonra ‘ay bu kim, hırsız mı yoksa hırsız, evet hırsız bu, hırsız var, komşular hırsız var’ sesiyle kendime geldim. Hiç vaktim yoktu. Yapmam gerekeni bir an önce yapmalıydım. Hiç yapmak istemediğim bir şeyi yapacaktım. Böyle olmasını gerçekten istemiyordum ama buna mecburdum. Kadın kendine geldiğinde polise bir robot resmi çizdireceğine emindim ama karanlıkta yüzümle alakalı ayrıntılara muvafık olamazdı. Kafasına indirdiğim darbe karşısında üzgün olsam da buna mecburdum. Merdivenleri koşarak inerken, kadından çıkan son ses kulağımda yankılanıyordu. Herhangi bir parmak, ayakkabı, saç veya kanıt izi bırakmadan parayı tam aldığımı düşünürken bu kadının ortaya çıkışı tüm planımı bozmuştu. Uysal bir misafir gibi merdivenlerden inip, apartman kapısından çıkmıyordum. Koşuyordum. Ta ki ötede bir polis aracının caddede ilerlediğini görene kadar. Duraksayıp nefes aldıktan sonra sanki buranın yabancısı değilmiş gibi hareket ederek normal yürüyüşüme geçtim. Üzerimdeki naylon uzun montun fermuarını açtım. İçimdeki diğer yazlık montun terden ıslandığını hissedebiliyordum. Montun yan cebindeki sigara paketini elime aldım. Yalnız unuttuğumu fark ettiğim şey, bez galoşları ve eldivenleri hala çıkarmadığımdı. Sigarayı yakarken ateşin yüzümü aydınlatıp, herhangi bir kazaya gitmek istemediğimden az ötede duran çöp tenekesine doğru ilerledim ve arkamı caddeye doğru dönerek sigaramı yaktım. Polis otosu yanımdan geçerken ağır ilerliyordu. Üzerimde uzun naylon mont vardı. Çöp tenekesinin arkasında galoşları yere hafifçe çökerek çıkardıktan sonra cebime koydum. Sol elimi de montun cebine koyup, diğer elimin fark edilmemesi için sigarayı bir süre içmeden sağ tarafımda tutarak başım hafif önde yürümeye başladım. Dikkat çekmek en son arzulayacağım şeydi. Eğer polis otosu duraksayıp, yanlarından geçerken beni durdurup, kimlik sormak isteselerdi koşmaktan başka çarem yoktu. Ya da olağan bir rahatlık içerisinde ‘arkadaşımdan çıkıp, evime doğru yürüdüğümü söyleyecektim.’ Polis otosunun hızlandığını ve benden yan uzaklaştığını görünce az da olsa rahatlasam da, bu hızlanma hayra alamet olmayabilirdi. Az önce bir kadının kafasına sert bir cisimle vurulup, yaralandığına dair ihbar gelmiş olabilirdi. Polis otosu ile aramdaki fark arttıkça geçici bir rahatlama içerisindeydim. Artık sokak lambalarının ve apartman dairelerinin, kapalı dükkân ışıklarının bolca olduğu yere yaklaşıyordum. Panonun kontrolü dışındaki alana girmeden bir yolunu bulup buradan uzaklaşmalıydım.
Bez torba yazlık montun içerisinde boynuma iple asılıydı. Naylon uzun montu saklayacak uygun bir yer bulamamıştım. Bunu önceden düşünmem gerekiyordu. Üç blok ötede ışıklar cümbüşü vardı. Az ötede belediye durağını görebiliyordum. Durağa yürümeden önce önünden geçtiğim apartmanın karanlık girişi son şansımdı. Uzun naylon montu çıkardım. Bükülüp ufalacağı kadar elimle sıkıştırdıktan sonra eldivenleri de çıkardım. Mont neyse de eldivenleri atmamam gerekiyordu. Yanlış yaptığımı fark ettim. Bu stres yüzündendi. Eldivenleri tekrar giydikten sonra montu elime aldım. Otobüs durağına yaklaştığımda, durağın az ötesinde, arka tarafındaki apartmanın giriş kapısına paralel duran çöp kutusunu gördüm. Bu sefer şanslı sayılırdım. İçinde iki tane büyük siyah poşet vardı. Montu teneke içine atmadan önce ilk siyah poşeti tenekenin içine boşalttım. Benzemesem de basit bir kâğıt toplayıcısı görünümde hareket ediyordum. Poşetin içinden boşalan çöpün kokusu burnumun direğini kıracak cinstendi. Montu bu pisliğin üzerine koyup, diğer siyah poşeti de kaldırıp, montun üzerine doğru boşalttım. İkinci siyah poşetten naylon montun üzerine düşenler arasında sadece kâğıt bir şeyler mevcuttu. Dikkat edince bunların tuvalet kâğıdı ve çocuk bezi olduklarını fark ettim. Hayır, çocuk bezi değillerdi; televizyonda bir ara reklamlarda görmekten bıktığım kadın pedlerinden başka bir şey değildi. Bu kadar çok kadın pedi bu poşetin içerisinde ne arıyordu? Cadde’den adamakıllı araba da geçmediği için bir konuşmaya benzer ses duyduğumu fark ettim. Yolun karşı tarafına baktığımda, karanlıkta pencerenin tekinin açık olduğunu ve birinin telefon ışığına benzer bir şeyle o pencere kenarında durduğunu fark ettim. Karanlıkta olsa çok az seçebiliyordum ve sanırım orada duran genç bir kızı andırıyordu. Apartmanın girişine baktığımda küçük bir tabela üzerinde ‘kız yurdu’ yazılı olduğunu görünce poşetin hikâyesini çözdüm ancak çok fazla vakit kaybetmiştim. Genç kızın pencere eşiğinde biriyle telefonda konuştuğu anlaşılıyordu ama bir yandan da beni izlediği belliydi. Çöpten kâğıt toplamaya müsait bir kıyafetim yoktu. Üzerimdeki yazlık mont gayet şık duruyordu. Çok fazla vakit kaybetmiştim. Otobüs durağının yanına doğru gittiğimde üzerime sinen koku tiksindiriciydi. Tekrar bir sigara yakıp, beklemeye koyulduğumda pencerede duran genç kızın nedense hala baktığını düşünüyordum. Bir iş sonrası böylesi hisler insanın başına kötü şeyler getirebilir. Hiç yoktan polisleri oraya çekebilir. Otobüs durağına doğru yaklaşan sarı bir arabayı görünce bu sefer gerçekten kurtuluyorum buradan düşüncesi benleydi. Haksız sayılmazdım. Taksi durağa doğru yaklaşıyordu.
Eve gittiğimde ilk iş üzerimdeki bütün kıyafetleri çıkarıp, duş almaktı. Takside arka koltukta otururken bunu düşünüyordum. Taksici ‘hayırdır abi bu saatte burada’ diye sohbet açmak istemişti. En nefret ettiğim insan tiplerden biriyle karşılaşmakta benim şansımdı. Yalanım yine de harika olmalıydı. Arkadaşa içmeye gitmiştim. En sevdiğimiz balığı almış, rakı balık yapacaktık. Niyeyse en olunmadık an da elektrikler gitmişti. Mumdur filan derken bütün zevki de içine edilmişti. Ben de pek içemeden, balıktan da bir şey anlamadan canım sıkılarak eve gitmek için kendimi dışarı atmıştım. ‘Arkadaşsa madem niye orada kalmıyorsun’ sorusuna da yalan hazırdı: ‘Ben mutlaka uyuduğum odada da lambayı açık bırakırım. Yoksa uyuyamam.’ Taksicide durakta beklerken birden elektriklerin gittiğini, tam da o an sevdikleri bir diziye televizyondan baktıklarını söylemişti. Taksicinin yinede aklından herhangi bir şüphe kalmasını istemediğimden, ‘şu cadde üzerinde karakolu geçtikten sonra ilk sağdan gir, orada benim ev’ dedim. Cümle içerisindeki karakol ona güvenilir biri olduğumu söylemek içindi. Girdiği ilk sağ aslında çıkmaz bir sokağa açılan bir sokaktı. Taksiden indikten sonra çıkmaz sokağın aralığa girince, o çoktan arabayı çalıştırıp taksi durağına doğru yola çıkmıştı. Az biraz bekledikten sonra bir sigara daha yakıp yürümeye başladım. Para ve defter bez çanta içerisindeydi. Çanta montun altındaydı. Yazlık mont bol olduğundan, bez çanta böbrek hizasında pek anlaşılmıyordu Yürüyecek en az yirmi dakikalık yolum vardı ama içim rahattı.
Eve girer girmez mutfağa geçtim. Buzdolabını açtığımda hortumun verdiği parayla aldığım şeyleri görünce histerik bir gülüş fırlattım. Gülüşümü kabul eden kasap sucukları çıkardım. Tavaya atıp pişirirken yağ istemeyen, kendi yağını salan kaliteli sucuklardan yemeli çok olmuştu. Üzerine dört yumurta kıracaktım. Ağzım sulanmıştı. Sucuklu yumurtayı yedikten sonra televizyonu açıp, karşısındaki kanepeye uzandım. Başımın altındaki kırlent yetersiz gelmişti. Ayağa kalkıp, tekli koltuğun üzerinde duran yastığı alıp başımın altına koydum.
Telefonun aptalca sesine uyandım. Pantolon mont katı uyuyakalmıştım. Telefon çağrısına cevap verirken, beni uykudan uyandıran kimse ondan nefret ettiğimi hissediyordum. ‘Alo’ dedim kabız bir sesle. ‘Ne yapıyorsun oğlum, bütün gün haber vermeni bekledim, baktım aramıyorsun, yazmıyorsun ben sorayım dedim bari’ sesinin kime olduğunu çıkarmaya çalışıyordum. ‘Ne yapıyorsun yahu, neredesin, arkadan gelen sesler de ne?’ ‘Televizyon’ dedim kımıldayarak, ‘televizyon sesi Sedat. Ne oldu ya, niye aradın ki beni?’ Sedat kızmak istercesine ‘elinin körü’ dedi. ‘Elinin körü be oğlum, hani sen bir şey yazacaktın. Temize çekip, bana atacaktın da, onu bizim dergi de yayınlayacaktık. Ne çabuk unuttun?’ ‘Ha’ dedim kırıtarak, ‘doğru ya biz dergi çıkaracaktık. Ne oldu o iş, muhtar yardım etti mi?’ Sedat’ın babası muhtar olduğu için gerekli izinleri almak için Sedat babasından yardım alacağını söylemişti. ‘Ne yazacağınıza bakar, öyle yardım ederim diyor adam. Fakat edecek, yardım edecek ama bize metin lazım be oğlum. Metin olmadan ne çıkartacağız?’ Duraksadım. Masanın üzerinde defterin yanındaki sigara ve çakmağı uzanarak aldım. Sigarayı yakarken gülümseyerek ‘ olmadı muhtarlar derneği reklamı koyarız, çok ilgi çekeriz’ dedim. ‘Taşak geçecek konu mu şimdi, ciddi bir iş yapmaya çalışıyoruz sen bile alay ediyorsun arkadaşım’ dedikten sonra Sedat tekrar sordu:’ E, yok mu bir şey, hiç mi yok?’ Defteri uzanarak masadan alırken çakmağı ve sigarayı masaya geri bıraktım. ‘Aslında var’ dedim defteri açarken. ‘İki tane şey düşündüm. Birincisinde tamamen aktif bir görsellik tadında tiyatro salonunda sergilenen oyun var. Sahnede insan köpek karışımı bir karakter olacak. Tayt giyecek bu karakter. Üzerinde de slip, fantezi bir külot. Bunun ereksiyon haline gelmiş organı kuyruk misali arkasından sarkacak. Tabi onu özel diktirmek gerekiyor. Elleriyle ayakkabı giyiyor. Sonsuz akış ve yenilenme arasındaki duruma gönderme bu oyunda yapılıyor. Aslında sonsuz bir girişimden bahsediyorum. Pandomimayı bilir misin? Sami Paşazade Sezai’nin oyunu bu yarı insan yarı köpek karakterin yanında sergileniyor. Hikâyeyi ezberden anlatacak boyu çok da uzun olmayan bir oyuncu lazım. Bu geçecek köpekli insan karakterinin yanına, başlayacak anlatmaya. İhtiyar Rum karısı derken sahneye gelecek bu karakteri oynayan kadın. Bizim asıl karakterimiz pandomimci zayıf bir adam olmalı. Zayıf, bir yetmiş boylarında biri yeterli.’ Bir anda telefondaki Sedat’ın sesiyle irkildim:’Yahu yazılmış hikayeyi kendi metninde kullanacaksın, bari doğru düzgün kullan.’ ‘Ne oldu’ dedim. ‘Hadi beni geç, bu yazdığını okuyan olursa, onları da aptal sanma. Pandomim yapan Paskal enli, şişman, otuz üçlerinde bir adamdı. Biliyorum o hikâyeyi.’ ‘Hadi be’ dedim sırıtarak. ‘Unutmuşum’ dedim. ‘E, devam et’ dedi Sedat. ‘Tamam’ dedim, ‘devam edeyim dur.’ Yeni bir sigara yakıp, parmağımla arasını tuttuğum defteri tekrar açtım.
‘Şimdi bu yirmi birinde Eftalya adlı kızla annesi Paskal’ı izlemeye geliyorlar ya, annesi de soruyor kızına burada çok mu eğleniyorsun diye. Kızı da seyrettikleri Paskal’ı ölen köpeğine ya da bir ara görmüş olduğu bir maymunu andırdığını söylüyor. Tam o ara bizim insandan köpek karakter ağlamaya başlıyor. O sıra tiyatro da önde oturan, önceden ayarlanmış birkaç kişi insandan köpeğe güller atıyor. Güller insandan köpeğe geldikçe feryat edercesine ağlamaya devam ediyor. Birkaç çiçeği insandan köpek köpeksi elbisesi altındaki cebe sıkıştırıyor. Tiz bir ses perde arkasından konuşmaya başlıyor:’ Bu çiçekler, ah bu çiçekler beni öldürecek.’ Hikayenin sonu da malum, Paskal haftalar sonra tiyatrosuna gelen Eftalya’nın evlendiğini anlıyor. Oyun boyunca içten içe ağlayarak gösterisini sürdürüyor. Velhasıl ihtiyar Rum karısı sonraki gün Paskal’ın kapısını çalıp, cevap alamayınca mahalleden adamlar topluyor Sahneye birkaç adam çıkıyor, neyse sonra kapıyı kırıp giriyorlar ki, Paskal asılmış bir şekilde ve gösterilerinde olduğu gibi dilini çıkarmış. Adamlar kahkaha atarak bu vaziyete gülüyorlar. En son yerde yatan Paskal ve arkada hüzünlü bir ses, insandan köpek gelip, göğüs cebinden çıkardığı gülleri Paskal’ın üzerine koyuyor.
Sedat ‘e, bu kadar mı’ dedi. ‘Hayır’ dedim, ‘metnin başlangıç hikâyesini yazılmış bir hikâyeden türetmekteki amacım pandomima’ya karşı bir vefa olsun niyetiydi. Dahası çok hikâye var ama ilki bu. İkincisi örneğin hasta eşek, atları kesen, onlarla beraber kuşlara zehirli ekmek verip onları öldüren ve hepsini et haliyle halka satan bir kasabın hikâyesi. Ayrıca aklıma binbir gece masallarından alıntılar da var.’ Sedat’ın içten bir ‘of’ çekiyordu. ‘Bunlar iyi hoşta, daha başka şeyler olmalı gibime geliyor.’ ‘Var’ dedim ve duraksadım. ‘Var ama bunu okuyan kimse inanmaz. Yani saçma geldi daha doğrusu bana.’ Sedat ‘neye’ dedi sıkılmışçasına. ‘Küçük bir hırsızın hikâyesine’ dedim. Sedat kararlıydı, ‘olsun’ dedi, ‘ne de olsa hepimiz bir başkası için zaman hırsızıyız. Sen anlat yine de, belki benim pederin bile hoşuna gidebilir.’
YORUMLAR
bi kaç gün önce yanıma Dante'yi aldım cehennemden cennete yolculuğa çıktım. O da yanına Vergillius'u almış. Tam da Vergillus'un yerini Beatrice'e bıraktığı noktada karşıma bu "hırsız" çıktı. Öyküdeki herif cehennemin sağ sağlim geçtiğimiz 9 çemberinden hangisine girerdi, girer miydi diye düşünmeden de edemedim.
Dante hırsızları Cehennem'in 8. dairesi 7. hendek e göndermiş.
Öykü sonuna kadar o giriş bir yere bağlanacak mı diye de düşündüm. ve iyi bağlanmış.