- 1193 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
0089 - İNCİ DAKİKALARI - YENİ YIL ve İNCİLER
İNCİ DAKİKALARI
"Sen bana yeni yılsın her dakika
Her dakika bir yaşıma daha giriyorum
Sen benim üstüne titrediğim güzel ve yeni
Saatim kadar saadetimin gözbebeği zamansın
Ben bin parçaya bölündüm her parçasında
Her parçasındayım kırkayak sesli boğuk arkadaşlığın
Çalkantısız Üniversitenin yalnızlığın ve ağlamanın
Erkek ağlar mı diyeceksin
Hayberin kapısı ağlar mı erkek ağlar mı"
Sezai KARAKOÇ
***
YENİ YIL ve İNCİLER
1955… Bir yılbaşı gecesi daha yaşanıyor Ankara’da. Batı adetleri, ne yazık ki artık büyük şehirlerde gittikçe artan bir hızla uygulanıyor. Onlara benzemeye çalışanlardan biri de ne yazık ki sensin.
Benim yeni yıl sevincim yok. Yalnız sensin benim sevincim ve varlığın en büyük mutluluğum. Yanımda olduğun her dakika, benim için bir yıllık mutluluk, sevinç ve huzur… Yokluğunda bile seni düşündüğüm her an öyle… Her dakika eşsiz güzellikte bir yıl hükmünde…
Sen bir ömre bedelsin! Her anın birbirinden farklı ve anlatılması imkânsız güzellikte… Her halinle bambaşkasın! Hiç ummadığım zamanlarda o kadar güzel değişiklikler sergiliyor, o kadar lezzet veriyorsun ki her halinle bana, dört mevsimi bir anda yaşatıyorsun. O kadar şaşırtıyorsun ki beni, o kadar eşsiz güzellikler sunuyorsun ki her dakika yeni bir şey öğreniyorum, şaşıp kalıyorum! Bir anın bir anına uymuyor. Her anın başka bir sen… Seni izlerken, her dakika bir yaşıma daha giriyorum! Ömürsün sen!
Benim o kadar değerlisin ki nasıl anlatacağımı bilemiyorum! Gözümden esirgediğim birisin! Yeni saatim gibisin. Bana en büyük mutluluğu bahşeden, en kıymetli varlığımsın. Göz bebeğim kadar, zaman kadar değerlisin!
Bu şehide kaç parçaya bölündüğümü bilmiyorum. Bir sürü arkadaş edindim. Bir şekilde her birinin hayatında yer aldım. Onlar ki tek sıra halinde sıralanarak sınıfa girerlerken veya sınıftan çıkarlarken sadece ayak sesleri ve birbirlerine karışarak anlaşılmaz olan boğuk sesleriyle kırkayağa benzerler. Kaça bölünecek aklım? Sana mı, derslerime mi, ülkemin gidişatına mı? Tekdüze bir üniversite hayatının her parçasında varım, kalabalıklar içinde yalnızlık hissi ve garipseyişle… Duyarsız bir gençlik, bizim gençliğimiz, ne yazık ki! Vurdumduymaz! Toplumun yabancı tesirinde Hıristiyanlar gibi şekillenmesinden rahatsız değiller. Hiçbir çaba göstermiyorlar, kültür emperyalizmine “Dur!..” demek için. Bu yabancılaşma beni perişan ediyor. Bakıyorum bakıyorum… Çaresiz kalıyorum. Acınacak hale geldik. Ancak yazmak geliyor elimden. Gerçekleri inci gibi dizmek… Ardından gözyaşı sağanağı inciler halinde… En etkin sebebiyse aşk ve hüsran elbette…
“Erkekler ağlamaz!” derler ama öyle değil işte! Bir erkek, Hayber Kalesi kadar muhkem, kapısı kadar sağlam olsa da nafile! Dayanma gücü bir yere kadardır. O kapıyı, bütün gayretlerine rağmen kimse açamamıştı da ancak gözleri ağrıdığı için savaşa katılamayan, geride kalanların başına bırakılan, Hazreti Ali açabilmişti. Resulullah Efendimiz bunu bildiği için: “Boşa uğraşmayın! Onu ancak Ali açar!” demiş ve mânâ kanalıyla onu çağırmıştı. Manevi daveti o anda alan, zamanı ve mekânı aşarak bir anda orada beliren Hazreti Ali Hayber Kalesi’nin kapısına dayandığı gibi açıvermişti de ordu içeriye girmiş, fetih tamamlanmıştı. Benim gibi bir erkek, o kapı kadar kuvvetlidir ve darbelere dayanıklıdır ama aşk acısı gibi öyle güçlü duygular vardır ki Hazreti Ali kadar kuvvetlidir, gözyaşı kanallarını açmaya kadirdir.
Ben de bir zamanlar: “Yel gibi güçsüz erkekler ağlar ancak!” der, öylelerini kınardım ama öyle değilmiş. Erkekler de ağlarmış. Hem de her an esmekte olan rüzgâr gibi sürekli ağlarlarmış, her dakikası bir yıla, kendileri ömre bedel kızlara olan karasevdaları nedeniyle… İçin için ağlarlarmış hem de her dem… Gözlerinden gerçek yaşlar süzülmeden sağanak yağmurlar yağarmış içten içe… Ağlamak diye bir şey yok gibidir, dışarıdan bakılınca. Aslında ağlamak nedir bilmeyen ben, yüzme bilmeyen uyurgezerin uykuda yürüdüğü gibi ağlıyor, yüzdüğü gibi hıçkırıklara boğuluyorum. Öyle bir yerde yürüyorum ki hem de zemin dayanıksız ve dayanaksız… Boşlukta, sallantıda… Kimse duymuyor ayak seslerimi. Kedi adımlarıyla sessizce yürüyorum. Kimse duymuyor hıçkırıklarımı, sessizce ağlıyorum.
Yurdum Hayber Kalesi, bense onun o güçlü kapısıyım. Ben Türk genciyim. Türk Gençliğinin temsilcisiyim. Bu yurt, bizlere emanet edildi. Bizden sorulur! Onun yozlaşma nedeniyle heba olmasını, halkın helak olmasını hazmedemem! Soysuzlaşmaya göz yumamam!
Sen benim erkekliğimi ağlamamla ölçmeye kalkma! En şiddetli karakışlar içinde, yani en zor şartlarda uyanan ve her yıl yenilenen ölümsüz baharlar, yani olumsuzluklar içinde güzellikler bulan, senin gibi muhteşem bir insana ulaşan, böyle bir değeri kazanan bir adamım ben! Benim erkekliğimi ona göre ölçüp biçerek değerlendir!
Bir yıl boyunca neler yaşadım, nelere göğüs gerdim, bu duruma gelinceye kadar ben! Neler gördüm, nelere sabrettim, nelere katlandım! Ne acılar, ne kederler, ne sıkıntılar ve ne kadar büyük bir servet biriktirdim, gizli heybelerimde, hazdan yana! Neler attım içime, sen asla bilemezsin! Kimse bilemez! Kimse bilemez kendimle baş edemediğim gecelerde nefsime karşı verdiğim savaşlardaki yenilgilerimi veya kazandığım zaferler sonucunda elde ettiğim ganimetlerin değerini! Onlar, kimsenin görmediği, bilmediği anı arşivinde saklıdır. Ne kadar acı ya da mutluluk verici olurlarsa olsunlar, tamamen bana aittir ve belleğimde titizlikle gizlediğim en değerli hatıralarımdır.
Ankara, büyük şehir… Başşehir… Bu gece daha da yoğun bir trafik var. Sessizce zehirliyorlar toplumumuzu. Sessizce geliyor Hıristiyan âdetleri yurdumuza. Sessizce yanaşan otomobiller gibi ama ben o otomobillerin sesini yankılatacağım çevredeki yamaçlarda! Öyle bir yankılanacak ki gürültüleri, Sağır Sultan bile duyacak! O kadar kızıyorum, o kadar bileniyorum ki anlatamam! Yakında öyle isyan şiirleri yazacağım ki bu zamana kadar benzeri yazılmamış!
Sanki Türk şehri değil de Yunan şehri olmuş bu gece Ankara. Bu şehir, başşehir! Bizim için kutsal bir şehir. Öper başıma koyarım ve dua ederim Ülkemin de onun da sonsuza kadar var olması için ama benim için ölü değilse de kör bir kent bu kent! Ne yazık ki halkı gerçekleri göremiyor. Fakat yazarak çizerek, gerektiği şekilde mücadele ederek yakında halkın gözünü açmayı başaracağız. Zaten çok kuvvetli çalmıyor kilise çanları, ülkenin tamamı o sesi duymuyor ve kendisini kaptırmıyor gâvur âdetlerine. Sadece sosyetik geçinen özentili kesim onun etkisinde... Yakında ot tıkayacağız onların çanlarına, sesleri çıkmaz olacak!
Senin varlığın benim dünyamı aydınlatıyor. En güzel müzik oluyorsun benim için. Çünkü sen, herkesten farklısın. Fakat senin müziğinle benim müziğim farklı. Sen Batı müziği dinliyorsun, ben kendime has müziği… Senim müziğin sana güzeldir, benimki bana…
Dünya hayatı, en dayanıksızıdır evlerin. Ne yazık ki çoğu aileler Hıristiyanların kurduğu ağlara takılmış, Batı rüzgârına kapılmış, gidiyor. Sen de özeniyorsun onlara. Dünya hayatı bir oyun ve eğlenceden ibarettir. Doğduk, yaşamaktayız ve öleceğiz. Bunlar yalan olacak. Doğmak da yaşamak da ölmek de… Var sandığımız, var gibi görünen ne varsa varlığı şüphelidir. Hepsi yok edilmek üzere var edilmiştir. Kabir hayatı bile yalan olacak. Gerçek olan, Allah’ın huzuruna çıkacağımız ve ifade vereceğimiz! Dünya hayatı aldatıcıdır. Ona kanmamak lazım. Evren ve içindekiler yalandır. Her şey yok olmaya mahkûmdur. Bizler de ölümlüyüz. Gerçek ve kalıcı olan yalnız ve ancak Allah’tır. Bunu hiç unutmamamız, Müslümanlığımızı ve Türklüğümüzü muhafaza etmemiz gerekir. Ne olursa olsun, benliğimizi kaybetmemeliyiz.
Dünya hayatı, doğumla ölüm arasına gerili olan en dayanıksız ağdır. Rüzgâr esse yıkılır. Buraya kalmaya gelmedik, gitmeye geldik!’ Güzel görünüyor bu örümcek ağı bize. Oya gibi, dantel gibi ama güvenilir değil. Garip bir bulut kaplamış, tuhaf bir sarhoşluk sarmış vaziyette toplumu. Batı müziği almış, alışık olduğumuz musikimizin yerini. Sazın yerine caz… Bar, disko, dans… Batı rüzgârlarıyla kara bulutlar gelmiş üstümüze. Güzelim yuvalar sarsıntıda, hayatlar sallantıda… Bu gidişle akıbetimiz hiç de hayırlı görünmüyor. Dünya hayatımız da ukba hayatımız da tehlikede!..
Şöyle bir hadis vardır: “Âhir zamanda bir duman zuhûr edecek. Bu duman kâfirleri öldürecek mü’minleri de Zükkam (nezle) yapacaktır.” Yurdumuza kadar gelen de bir bulut veya duman, yani zararlı bir akımdır. Şimdilik kâfirleri öldüren cinsten değildir. Onlardan gelen ve Müminlere zarar veren, onları kâfirlere benzeten, modernlik zannedilen özenti, dejenerasyon adlı sosyal ve kişisel bulaşıcı bir hastalıktır.
Yabancı hayranlığı almış yürümüş! Kiliselerin tütsülerinin kokusu geliyor, ta buralara. O kötü kokuyu alıyor, toplumumuz için endişeleniyor, gelecek için üzülüyorum. Sen garipsersin belki benim halimi ama ben kıskanç ve bu konularda oldukça hassas bir yaratılışa sahibim. Değişmem mümkün değil. Milliyetçiyim, korumacıyım. Ülkem konusunda da, sevgilim konusunda da... Bu ikisini de gözümden sakınırım! Yabancılardan esirgerim, kimsenin yan gözle bakmasına tahammül edemem! Böyleyim, değişemem!
Sözlerim inci değerindedir. Onları ancak akıllı ve anlayışlı kişiler anlayabilir, aptallar ve cahiller değil. Darı değildir, kümeslere, tavukların önüne serpilmez. Gerçek incilerdir hem de, sahte değil… Ben gerçekleri söylüyorum. Çünkü Gerçek olan Allah’ı biliyorum.
Yazdığım bu şiirler, benden çıkan bu inci gibi değerli sözler, denizlerin en karanlık yerlerinden, okyanusların en derinlerinden çıkarılan incilerden de kıymetlidir. Paha biçilmez. Değerleri parayla ölçülemez.
Benim Ak/kaya’da, yani sende bulduğum ve kara bir kaya benzeri kendi yüreğimde bulduğum inciler, kolay bulunan cinsten değildir. Sen benim için en değerli, en nadide incisin!
Akkaya sensin, Karakoç ben… Ak kaya sensin, kara kaya ben… Sen sarışın kız, ben esmer delikanlı… Sende inci gülüşler, bende gerçeğe ait güzel fikirler, özgün sözler, seçkin dizeler… Hiçbir aşk, benim sana olan aşkımdan daha derin değildir.
O inciler senin dişlerindir, senin ağzından çıkan güzel sözlerdir. O eşsiz inci gülüş, yalnız sana hastır. Senden başka kimsede yoktur, o muhteşem tebessüm.
Bu dudaklarımdan dökülen inciler, sen varsan, şiirler halinde bendedir. Bu inci gibi dizilen sözcükler, bu yazılan dizeler, sen olmasaydın hissedilemezdi ve kaydedilemezdi. Varlığın söyletiyor bu sözleri, aşkın yazdırıyor bu şiirleri. Aksi halde ruhumda, kalbimde, aklımda bile olamazlardı. Ne hissedebilirdim bu duyguları, ne akıl edebilirdim, ne de dile getirebilirdim.
***
Onur BİLGE
ŞİİR FISILTILARI – 0089
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.