- 1002 Okunma
- 1 Yorum
- 1 Beğeni
SOĞANLI POĞACA
Sonbahar yaklaştıkça onu bir düşüncedir almıştı. Okullar açılacaktı. Çocuğun okula gitmesi gerekiyordu. Birinci sınıfı kız kardeşinin yanına göndermiş orada okutmuştu. Lakin tek odalı bir evde altı çocuk olmuyordu. Kardeşi de kusura bakma yatak serecek yerim bile yok demişti. Haklı idi. Ne yapacağını nereye göndereceğini bilemiyordu. ‘’Gözü kör olsun ıssız yerin’’ diye söylendi. Yutkundu. Kendi okuması yazması yoktu. Askerde neler çekmişti. Aklına gelince yüreği burkuldu. En yakın okul yaya iki saat mesafede idi. Sabah ben götürsem diye düşündü. Düşüncesi saçma geldi. ‘’Olmaz’’ dedi. ‘’Diyelim ki sabah götürdüm, akşam ne olacak’’. ‘’Bir sürü iş var’’. ‘’Mal, davar’’... Sonra aklına başka bir düşünce geldi. ‘’Olur’’ dedi ‘’neden olmasın, yiyeceğini, içeceğini, götürürüm, el değil ya. Bakar herhalde. Bakar niye bakmasın. Bir konuşmakta fayda var’’. ‘’Sonuç da dedesi’’. Sevindi. Sonra. Ya hayır derlerse. ‘’Allah Büyük’ ’dedi. Eşine seslendi.
-Gız bah ne diyecem.
-he
-Şey diyom. Çocuğu bu sene analığının yanına versek bakmazlar mı? Yiyeceğini içeceğini verirdik.
-Bilmem bi konuşmak lazım. Sen bi konuş. Babam bir şey demez de. Analığımın sözünden de çıkmaz. Analığım olur derse iyi olur. Onların evleri de müsait. Olur inşallah.
Ertesi gün köyün yolunu tuttu. Hızlı adımlarla bir saatte varmıştı. Kaynanası evde yoktu. Konuyu kaynatasına açtı. Kaynatası karar veremiyordu. Yalvarmaya başladı.
- Ne olur dayı elini ayağını öpeyim. Çocuk şura da okusun. Benim gibi cahil kalmasın. Ne istersen veririm. Yiyeceğini de getirim. Valla size yük etmem.
-Valla ne diyim bilmem ki. Kaynanana bir söyle, komşuya gitmişti. Nerede ise gelir.
Kaynana çalımlı bir eda ile içeri girdi. Durakladı. San ki kocasına bir şey söyleyecekti söylemekten vazgeçti.
-Hüseyin hoş geldin. Sen pek uğramazdın. Hayırdır.
Hüseyin eline uzanırken,
-Hayır, hala hayır. Yardımına ihtiyacım var. Okullar açılacak. Duran diyorum yanınızda kalsa, burada okusa. Halası ile beraber okula gider gelirler.
Ortalıkta derin bir sessizlik oldu.
-Hala bak ne isterseniz veririm. Hem sizin de torununuz sayılır. Yaramazlığı yoktur, usludur. Okusun şura da.
-Tamam, yiyeceğini getir. Mallarında samanı az bu sene.
-saman da getiririm.
-iyi
Üzerinden büyük bir yük kalkmıştı. Utanmasa oynayacaktı. Hemen oradan uzaklaşmak istiyordu. İzin istedi.
-Kaynatası otursaydın dedi.
-Yok, dayı mallar içerde bağladım geldim.
Bir hafta sonra. Bir sabah erkenden Duranı uyandırdı. Ata bulgur, un, soğan yükleyip köyün yolunu tuttu. Atın yükünü kaynatasında indirdikten sonra okula gittiler. Atı okul bahçesinin girişinde ki bir ağaca bağladı. Öğretmen dışarda öğrencilerle konuşuyordu.
-Selamünaleyküm hocam. Sana bir öğrenci getirdim. Eti senin kemiği benim.
-Hoş geldiniz. Adı ne?
-Duran
-Hı. Nerede kalacak? Dedesinde mi?
-He hocam dedesinde.
-Hüseyin ağa biz çocuk başı birer kağnı arabası odun getirttik. Sonra kavga etmeyelim.
- Olur, mu öyle şey hocam. Ben hemen gider bir kağnı odunu benim sarı ata yükler getiririm. Sen Merak etme. Sonra geri döndü oğlunun başını okşadı.
-Haydi eyvallah.
Duran okula başlamıştı. Sınıf yabancı öğretmen yabancı, köy yabancı. Okulda tanıdığı tek kişi kendinden küçük halası idi. Birinci sınıfa başlamış ağlıyordu. Yanına gitti.
-Üzülme bak bütün arkadaşların burada, benim hiç tanıdığım yok. Ben ağlıyor muyum?
-Bana ne diye omuz silkeledi hıçkırırken.
Öğretmen içeri çağırıyordu. Ders başlıyordu. Birinci sınıfa gelenleri tahtaya yakın bir yere oturttu. İki ve üçüncü sınıfları. Ayrı bir grup dört ve beşleri ayrı bir grup yaptı. Tek sınıf tek öğretmen. Hepsine ders veriyordu.
Okula alışmıştı. En sevmediği beslenme saati idi. Okul bahçesine kocaman bir kazan koymuşlar, süt tozunu kaynatıp bardak, bardak, dağıtıyorlardı. O sıcak süt tozunun kokusundan nefret ediyordu. Öğretmen içmeyen olursa dövüyordu. O da bardağı eline alıyor içiyormuş gibi yapıyor, oradan biraz uzaklaşıp bir ağacın arkasına döküyordu. Yakalandı. Ceza aldı. Sonraki günlerde öğretmenin yanında, içmek zorunda kaldı. Sonra sütle birlikte haftada iki gün ekmek pişirip ekmek veriyorlardı. Salı ve Cuma günleri bir kadın gelir un götürür ekmek yapar getirirdi. Ekmekler güzeldi. Köyün ekmeklerine benzemiyordu. Bembeyaz pamuk gibi yumuşacık oluyorlardı. Ekmeği sevmişti. Süt yozundan yapılan sütten nefret ediyordu. Ekmeği okulda yeme mecburiyeti yoktu. Herkes evine götürüyordu.
O cuma günü nasıl oldu ise herkese iki ekmek dağıttılar. Duran okuldan çıkınca defterlerini koyduğu torbayı açtı, ekmek hala sıcak ve yumuşaktı. Bir parça kopardı ağzına attı. Sonra bir parça daha. Ekmeğin yarısı bitmişti. Sevdiği köpeğe rastladı. Yol kenarında yatıyordu. Onunla çok oynamıştı. ‘’Karabaş al’’. Diye seslendi. Kalan yarım ekmeği de ona verdi. O kuyruk sallayarak bir seferde ekmeği yuttuğunu görünce gülümsedi. ’’Obur seni’’. Kafasını salladı. Yola devam etti.
Eve geldiklerinde üvey babaannesi evde idi. Teyzesi çantasından ekmekleri çıkararak annesine uzattı.
-Anne bu gün iki tane verdiler. Duranda bir ekmeği çıkardı verdi. Anneanne kızgın bir sesle.
-Senin neden bir?
-Birini gelirken yedim.
-Zıkkımın kökünü ye. Birini yemiş. Bir de utanmadan söylüyor terbiyesiz. Birini yemişmiş. San ki evde yemek yok.
Duran bir şey söylemeden dışarı çıktı. Kimse ile bir şey konuşmadı. Okula gitti. Cumartesi günleri okul öğleden sonra tatil oluyordu. Okuldan çıkınca. Teyzesine, ’’annene söyle, ben ırmağa gidiyorum’’ dedi koşmaya başladı. Öyle bir koşuyordu ki, gören uçuyor sanırdı. Nefes nefese eve geldi. Annesine sarıldı. ‘’Anne ben açıktım’’ dedi. Pazartesi sabah erkenden yola çıkacaktı.
Okuldan geldi. Ortalığı mis gibi soğan kokusu kaplamıştı. Dayısını hanımı soğanlı poğaça yapmış. Evin ortasına sepetle koymuştu. Ne de güzel kokuyorlardı. Karnı da öyle acıkmıştı ki, evde olsa alır yerdi. Ah. Akşam bir olsa. Dışarı çıktı. Zaman geçmiyordu. İçerden poğaçanın kokusu geliyordu. Güneş kayboldu. İçeri girdi. Dayısının hanımı sofrayı kuruyordu. Dede oturdu. Dedenin sağına teyzesi soluna küçük dayısı, onun yanına babaannesi, teyzesinin yanına da dayısının hanımı oturmuştu. Büyük dayısı şehre çalışmaya gitmiş o yoktu. Kendisi tam dedesinin karşının da diz çöktü oturdu. Ortaya büyük bir leğen çorba koydular. Bölük parça ekmekleri Duranın önüne, poğaçaları da dedesinin önüne koydular. Duran çorbadan bir kaşık aldı. Poğaçaya uzandı, tam alacakken.
-Terbiyesiz, görgüsüz, saygısız utanmıyor da. Önünde ki sanki ekmek değil, zıkkımlanıp yesene. Getirdikleri bir teneke bulgur. Attılar başıma.
Elini geri çekti. Kaşığı bıraktı. Gözleri karardı. Ağlayacaktı. Ağlamadı. Oturdu, oturdu. Sonra usulca kalkıp dışarı çıktı. Ne o günü nede o poğaçaların kokusunu unutabildi. Sonraki günlerde yemeğe pek oturmadı. Otursa da yemedi. Hastalandı. Doktora götürdü babası. Doktor kızdı. Ya siz ne biçim insansınız bu çocuğa hiçbir şey yedirmediniz mi? Vitamin ilaçları verdi. İğne verdi. Yirmi gün yatsın dedi gönderdi.
Duran.
-Anne biz neden soğanlı pağaç yapmıyoruz dedi
-Oğlum pağaç, fırın olmadan olmaz burası ıssız bir yer. Sonra fırını kim yapacak ki? İstersen ocaklıkta soğanlı çörek yapayım. İster misin?
-Olur anne?
Soğanlı çörek güzel olmuştu. Fakat soğanlı pağaç daha güzeldi.