- 826 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
537 - SIRAT
Onur BİLGE
“Sırat’ım,
Senden “Tanrıça’m” diye söz ediyorum ya, Kaptan acayip kızıyor bana. Kızmıyor, köpürüyor, ateş püskürüyor!
“Sen, Allah’ı bıraktın da başka Rabler mi edindin? Ne tanrısı, ne tanrıçası? Kâinatı ve içindekileri yaratan bir tek İlah vardır ve onun ismi Allah’tır! Bir daha duymayayım! İman sahibi olduğunu söylüyorsun bir de! Senin imanından şüphelenmeye başladım, bilesin! Böyle devam edersen arkadaşlığımız bozulacak! Haydi benden çekinmiyorsun, Allah’tan da mı korkmuyorsun?” diyor.
“Tamam da abi, öyle diyorsam, tapmıyorum ya! Rab ne demek? Bir Allah, bir de Rabler mi var? Hani bazıları için Rab diyorlar ya… İsa Peygamber için falan…”
“Rab… Eğitici, öğretici… Terbiye eden, boyun eğdiren… Bütün cisimlerle bağları kuran… Evrenleri iç içe yaratan, varlıkları el ele tutuşturan… Bütün yarattıklarını emrinde tutan, Zatına ram eden… Rab olan yalnız ve ancak Allah’tır. Rububiyet O’na aittir. Mürebbi ve mürebbiye de aynı kökten gelmektedir. Kullarını yarattıktan sonra yeryüzüne başıboş bırakıvermemiştir. Onların eğitimlerini de üslenmiştir.”
“Nasıl eğitiyor kullarını? Bizzat mı?”
“Bizzat veya aracılarla… Göksel aracılardan en önemlisi, dört büyük melek arasında olan Cebrail Aleyhisselamdır. İnsanlara gönderilen Peygamberler de insandır. Melek değildir. Bazıları: “Bize neden tebliğ için bir melek göndermedi?” diye sordular. Melek olarak yaratılsaydık, bize bizim gibi melek görevliler gönderilecekti. Hz. İsa, melek de değildir, Rab da değildir. İnsandır. Fakat gönderildiği topluluk, yaratılışına bakarak ona o tür sıfatlar vermek suretiyle çok büyük bir hataya, şirke düştüler. Teslis inancına sahip oldukları için, Hak din olan dinlerini batıl hale getirdiler. Çünkü onlar bir ölümlüyü çok fazla abartarak ilahlaştırmaya kalktılar. O, onlara, Firavun’un halkına dediği gibi: “Ben sizin yüce Rabbinizim!” dememişti ki! O da yemek yerdi, su içerdi, uyurdu. Kendisine verilen bir takım mucizeler, halkının ona ve tebliğ ettiği dine inanmalarının sağlanması içindi. Hiçbir ölümlünün, Peygamber dahi olsalar, kendilerine ait güçleri yoktur. Ancak Allah’ın izniyle, takdir ettiği kadar olağanüstü olaylar gerçekleştirebilirler. Yaratan da öldüren de tekrar diriltmeye kadir olan da yalnız ve ancak Allah’tır. Hastalara şifa veriyor ve ölüleri diriltiyor olması onu Rab yapmaz. İşte bu şekilde yanlışa saptıkları için İslamiyet geldi. İslamiyet, teslimiyettir.”
Kaptan anlatmaya başlayınca biraz sıkılıyorum ama epey de merak ediyorum her şeyin aslını. Öyle ya… Her şeyi yaratan Allah, kolayca anlaşılamaz ki! Zorlanıyorum! Çünkü All, kâinata sığmaz. Bu da gösteriyor ki kâinatları kapsamakta… Gökyüzündekileri ve yeryüzündekileri düşününce, Allah’ın sayısız yaratıkları içinde ben neyim, ben kimim ki! Bir de çok önemli bir şeymişim gibi “Ben!..” diyorum, utanmadan!
“Anlayamıyorum, Kaptan! Kınama beni! Düşünmekten bile korkuyorum, aklımı kaybederim diye! Analığım bana derdi ki: “Çok fazla düşünme, evladım! Aklını oynatırsın! Allah o kadar büyüktür ki, asla kavrayamazsın! Sadece kabul et ve itaat et!” Öyle yapmaya çalıştım. Çocukken, öylece kabul ettim ve düşünmemeye çalıştım. “Nedir, nasıldır?” diye sorular geldikçe aklıma, hep başka şeyler düşünmeye, o tür düşünceleri beynimden uzaklaştırmaya çalıştım. Daha sonra öğretmenlerimiz de: “O, hiçbir şeye benzemez! Eşi, benzeri, ortağı, rakibi yoktur! O’nun neye benzeyebileceği geliyorsa aklınıza, o değildir. Bunu, böyle bilesiniz! Nasıl olduğu hakkında düşünmeyesiniz ve fikir beyan etmeyesiniz!” demişlerdi. Bu konuşmalar bana kaçamak cevaplar gibi gelmişti. Varsa, bir varlığa sahip olması gerekiyordu ve ben o varlığı algılayamıyordum. O zaman ateistlerin sözleri daha cazip geliyordu. Onlar okumuş kesimiydi. Bilgili insanlar… Çok kitap okuyorlardı. Siyaset de yapıyorlardı. İşte o aralar, Allah beni affetsin, imanım sarsıldı. “Ateistim!” dediğim zaman etrafımda toplananlar olmaya başladı. Bana sorular soruyorlar, işin aslını öğrenmeye çalışıyorlardı. Ben de o tellallardan öğrendiğim klişeleşmiş bazı cümleleri papağan gibi tekrar ederek bilgiçlik taslıyordum. Baktım ki saygınlık uyandırıyorum, devam ettim. Bir süre böyle gitti. Sonra ölümü gördüm. Babalığımın ölümünü… Onun aczini… Oysa dağ gibiydi, bir zamanlar!
Azrail Aleyhisselam’dan önce hastalık geldi. Güçten kuvvetten düştü. Sonra başka hastalıklar da eklendi. Nihayet eli kolu iyice bağlandı. Koluna girerek ayağa kaldırmaya çalıştığımızda, ayak bileklerine hâkim olamadığını fark ettim. Yere basmakta güçlük çekiyordu. Ayaklarının uçları bir türlü öne gelemiyordu.”
“Ölüm öncesi ayaklar birbirine dolanmaya başlar. O zaman her şeyin sona erdiği zamandır! O andan itibaren insan öleceğini anlar. Kendisine tanınan süreyi en iyi şekilde değerlendirmeyi başarabilmişse onun için korku ve endişeye gerek yoktur. Aksi halde vay haline! Vay ki vay!..”
“Çok geçmedi, öldü zaten. O zaman anladım ki insan kalmaya gelmemiş, gitmeye gelmiş. Onu bir var eden ve yok eden var. O zaman var ettiği gibi diriltecek olan da O! Ben yanlış yoldayım! Hemen rotamı düzelttim!"
“Onun ölümüyle felaket gibi gelen, sana hidayet sebebi olmuş.”
“Hidayet nedir, abi? Ne kadar yabancı kelime kullanıyorsun! Seni dinlemekten hoşlanıyorum ama anlamakta güçlük çekiyorum.”
“Allah’ın bir sıfatı da El Hadi’dir. Hidayete ulaştıran. Hidayet, hakkı hak, batılı batıl olarak görüp doğru yola girmek, doğru yola ulaştırmak, dalâletten ve batıl yoldan kurtarmak, iman etmek, Müslüman olmak demektir. Yol gösteren, Kur’an ve tevhit anlamına da gelir.”
“Analığım derdi ki: “Bizim dinimizin kuralları kıldan ince, kılıçtan keskindir!” Bir zamanlar da bunu düşünüp durmuştum ve onları yerine getirmenin adeta imkânsız olduğunu sanarak tezikmiştim!”
“Kıldan ince kılıçtan keskin olduğu söylenen, cennetle aramızda yer alan ve cehennemin üstüne kurulan Sırat adı verilen köprüdür, bazı kaynaklara göre ama aslında o kıldan ince kılıçtan keskin olan dünya hayatıdır. Oradaki köprü anlamındaki Sırat’ı geçmek çok kolay, buradaki köprüyü geçince…”
“Neden öyle denmiş o zaman?”
“İnsanların kolayca anlayabilmeleri için… Olay, o en tehlikeli yere kurulan, en dayanıksız köprüyle sembolize edilmiş. Allah: “Kolaylaştır, zorlaştırma!” diye emretmiş. Olay, bilinen şeylerle izah edilip, kolayca gözler önünde canlandırılabilir hale getirilmemiş olsaydı, o zamanın insanı nasıl akıl erdirecekti, cennete girmenin nasıl olacağına? Merdivenle sembolleştirmiş, “Miraç” demiş! Köprüyle simgelemiş, “Sırat” demiş! Bir yerden bir yere geçişin nasıl mümkün olabileceğini anlatırken, bilinenleri kullanmış. “Uçak” mı diyecekti? “Füze” mi diyecekti? Bir “At” demiş. Adı Burak… Başka bir araçtan bahsetmiş. O araç henüz bilinenlerden değil. Adı Refref… Ne de güzel anlatmış! Tebliğde esas, en alt seviyedekinin anlayabileceği şekilde anlatmaktır.”
Bu durumda en alt seviyedeki insan ben oluyordum. “Ah, akılsız kafam!” dedim. “Çoktan hak ettin sen bunu, Necmettin!”
Mademki Müslüman olduğunu söyleyen biriydim, “Bilgili!” desinler diye şiirle miirle uğraşarak, kendimi kurtarabilmem için bana hiçbir fayda sağlamayacak olan, kendilerini kurtarabildikleri şüpheli görünen şairlerin adları ve hayatları hakkında malumat toplamaya çalışarak ömür tüketeceğime İslamiyet’i öğrenmek için gayret sarf etmeliydim!
Neyse ki daha vaktim var. Henüz hastalık, kaza falan gelmedi, çok şükür! Daha ayaklarım birbirine dolanmadı. Zararın neresinden dönülse kârdır!
Birde sen çıktın yoluma, olanca kışkırtıcılığınla! Aklımı başımdan aldın! İşim iyiden iyiye sarpa sardı! Bilmem nasıl geçerim ben bu sıratı!
Benim için en zorlu sırat sensin! Kıldan ince, kılıçtan keskinsin! Önce seni geçmeliyim! Önce senden vazgeçmeliyim ama nasıl?
İp Cambazı”
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ – 537
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.