- 556 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
İmanın Güzelliği, Küfrün Çirkinliği
M. NİHAT MALKOÇ
İmanın kelime anlamı “inanma, inanç, din inancı, itikat” demektir. İman; ‘emanet, eman, emniyet’ ile aynı kökten gelen bir kelimedir. Sözlüklerde “Hak dini kabul etme, Allah’ın varlığını, birliğini ve peygamberini kabul etme, dil ile söyleme, kalp ile doğrulama, İslam dinine inanma” olarak geçer. Yine iman; Allah’a, bu kâinatın bir halikı olduğuna, onun gönderdiği mukaddes kitaplarına, peygamberlerine, meleklerine, ahiret âlemine, kadere, hayır ve şerrin Allah’tan olduğuna, öldükten sonra dirilip haşr ve hesap olunacağına inanmaktır. Buna genel anlamda ‘müslümanın amentüsü’ de denir. Bir kişinin ‘Müslüman’ sıfatını kazanabilmesi için imanın altı şartını hakkıyla idrak etmesi gerekir.
Dünyanın yaratılması ve insanın dünyaya gönderilmesi de Allah’ın şanındandır. Aslında Allah dünyayı insan için yaratmış, içindeki bütün varlıkları da onun hizmetine sunmuştur. Allah, insanı kendisinin dünyadaki halifesi olarak ilan etmiştir. Bu insana verilen değeri gösteren önemli bir göstergedir. Bu duruma insan dışındaki varlıklar(melekler, şeytan) alınganlık göstermişlerdir. Kendileri varken insanın durup dururken yaratılmasına anlam verememişlerdir. Fakat Allah kendisinin her şeyi çok daha iyi bildiğini söyleyerek durumu izah etmiştir. Melekler de Rablerinin her şeyi hakkıyla bilip idare ettiği hususunda hiçbir şüphe taşımamışlardır. Lâkin şeytan ateşten yaratıldığını ileri sürerek, topraktan yaratılan insana secde etmekten kaçınmıştır. Onun bu hareketi Hakk’ın huzurundan kovulmasına yol açmıştır. Bu konuyla ilgili olarak aşağıda verilen ayetler her şeyi açıkça hikâye etmektedir:
“Hani Rabbin meleklere: ‘Ben yeryüzünde bir halife var edeceğim’ demişti. Melekler de: ‘Sen orada bozgunculuk çıkaracak ve kanlar akıtacak birini mi var edeceksin! Oysa biz senin yüceliğinden övgü ile söz etmekte (seni hamd ile tesbih etmekte) ve senin bütün eksikliklerden uzak, ulu sıfatların sahibi olduğunu dile getirmekteyiz’ demişlerdi. Allah da, ‘ben sizin bilmediklerinizi bilirim’ demişti…
Âdem’e bütün adları öğretti. Sonra onları meleklere arz ederek: ‘Eğer doğru sözlü iseniz şunların adlarını bana bildirin’ dedi… Melekler: ‘Senin şanın pek yücedir. Biz senin bildirdiğinin dışında bir bilgiye sahip değiliz. Şüphesiz sen her şeyi bilen ve hikmet sahibi olansın’ dediler… Allah: ‘Ey Âdem! Şunların adlarını onlara bildir’ dedi. Âdem kendilerine, o varlıkların adlarını bildirince, Allah meleklere: ‘Ben göklerin ve yerin gizliliklerini bilirim. Sizin açığa vurduğunuz ve gizlediğiniz her şeyi de bilirim, dememiş miydim!’ dedi…
Meleklere: ‘Âdem’e secde edin’ dediğimiz zaman da hepsi secde ettiler. Ancak İblis secde etmedi. O bundan kaçındı, büyüklendi ve kâfirlerden oldu… Ve biz: ‘Ey Âdem, sen ve eşin cennete yerleşin ve orada, istediğiniz yerde yiyeceklerden bolca yiyin. Ancak şu ağaca yaklaşmayın, sonra kendi kendilerine haksızlık edenlerden olursunuz’ dedik... Ancak şeytan her ikisinin de ayağını oradan kaydırdı ve kendilerini içinde bulundukları yerden çıkarttı. Biz de: ‘Birbirlerinize düşman olarak oradan inin. Yeryüzünde sizin için bir yerleşme yeri ve belli süreye kadar geçiminizi sağlayacak varlık verilecektir’ dedik…
Âdem daha sonra Rabbinden bazı sözler öğrendi (ve onlarla Rabbine tevbe etti), Rabbi de onun tevbesini kabul etti. Şüphesiz O, tevbeleri daima kabul edendir ve çok rahmet sahibidir… Biz onlara şöyle dedik: ‘Hepiniz oradan inin. Benden size bir hidayet geldiğinde, kim benim hidayet yoluma girerse onlar için korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir de. Ama inkâr edenler ve ayetlerimizi yalanlayanlar, işte onlar ateşe atılacak olanlardır. Onlar orada sonsuza kadar kalacaklardır.”(Bakara Suresi 30–39. Ayetler)
Yukarıdaki ayetlerde insanın yaratılışı ve dünyayı şereflendirişi ayrıntılı olarak izah edilmektedir. Kur’an’ın bu mevzuya bu kadar geniş yer vermesi yaratılış sırlarının ortaya konulmasının önemini belirtmektedir. Belli ki insan imtihan için dünyaya gönderilmiş, kalbi iman süsüyle bezenmiştir. İmansız kalpler de viraneden daha perişan olarak tavsif edilmiştir. Demek ki insanı insan yapan ve şerefli kılan imandır. İmansız gönüller metruk evlerden farksızdır. İman kalpleri güzelleştirmiş, küfür yürekleri paslandırmıştır.
İslama göre kişinin, hayatında ve ölümünde kendisine ‘Müslüman’ muamelesi yapılması için kelime-i şehâdeti dili ile söyleyip kalbi ile tasdik etmesi şarttır. Ötekiler bundan sonra gelir. İman altı rükunden oluşur. İmanın altı şartından birinin eksikliği imanı geçersiz kılar. İman mevzuu icmali ve tafsili iman diye ikiye ayrılır. Resûl-i Ekrem (sav)’in tebliğ ettiği İslâmî esasların tamamına, hiçbir tafsilat gözetmeden inanmaya İcmali iman denir. Bu da Kelime-i Tevhid ve Kelime-i Şehadet’te ifadesini bulmuştur. Lâ ilâhe (ilah yoktur), İllâllah (Yalnız Allah vardır) Muhammedü’r-Resûlullah (Muhammed (sav) onun resûlüdür) diyen ve bunu kalbi ile tasdik eden her mükellef, müslümandır. İcmali iman Peygamberimizin Allah’tan alıp haber verdiği şeylerin hepsine birden, topluca inanmak demektir. Akıl ve baliğ olan her insana; Kelime-i Tevhid ve Kelime-i Şehadet’te ifadesini bulan icmali imana sahip olmak farzdır. Buna sahip olanlar müslüman olarak tavsif edilirler.
Tafsili iman Allahu Teâlâ’nın varlığına, birliğine, eşi ve ortağı bulunmadığına, yegâne yaratıcı ve ibadete lâyık tek mabut olduğuna, bütün kemal sıfatlarla sıfatlanan, her türlü noksanlıklardan uzak ve münezzeh olduğuna, Hz. Muhammed (sav.)’in Allah’ın kulu ve son peygamberi (Hâtemu’l-Enbiya) olduğuna, bütün milletlere, tüm insanlara ve cinlere hak peygamber olarak gönderildiğine, ölümden sonra dirilmenin (Ba’su ba’de’l-mevt), ahiretin, yani ‘İkinci Hayat’ın, ‘ahiret ahvali’ denilen Cennet ve nimetlerinin, Cehennem ve azabının ve âhiretteki diğer ilâhi hakikatlerin hak ve gerçek olduğuna kesin olarak (yakînen) inanmaktır. Tafsili imanda ayrıntılar esastır. Hepsine şüphesiz yürekten inanmak gerekir.
İman berrak bir nehir gibidir, değdiği her nesneyi ak pak yapar. İmanın olduğu yerde çirkinlikler bulunamaz. Çünkü onun özünde güzellik vardır. Fakat imanın hakkıyla yaşanması pek çok fedakârlığı gerektirir. Müslüman olmak zorlu bir imtihanı da beraberinde getirir. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de “Biz emaneti göklere, yere, dağlara sunmuşuzdur da, onlar bunu yüklenmekten çekinmişler ve ondan korkup titremişlerdir. Pek zalim ve çok cahil olan insan onu yüklenmiştir” (Ahzâb, 72) denilerek bu zorluğun derecesi anlatılmakta, bütün zalimliğine ve cahilliğine rağmen insanoğlunun bu vazifeyi üstlendiği hatırlatılmaktadır.
İmanla şereflenen insan, hayvani vasıflardan uzaklaşmak zorundadır. Kişi hayvani özelliklerden uzaklaştıkça imanın lezzetini bütün hücrelerinde hissetmeye başlar. Ahlaki güzellikler inkişaf edince kişi özüne döner, yaratılış gayesini hakkıyla idrak eder. Allah’ın emirleri doğrultusunda yaşamayı en büyük gaye edinir.
İmanla müzeyyen ruhlarda hırs, kıskançlık, kibir, yalan, iki yüzlülük, gıybet gibi kötü huylardan eser kalmaz. Çünkü iman güzel ahlakı da beraberinde getirir. İmanlı sinelerde kötü ahlakın barınması mümkün değildir. Zira imanla küfür, ateşle barut gibidir. İkisinin bir arada olması düşünülemez. İman bütün güzelliklere açılan, bütün çirkinliklere kapanan bir rahmet kapısıdır. Bu kapıdan şerrin girmesi mümkün değildir. Şayet şerler peşinizi bırakmıyorsa kalbinizi yoklamak mecburiyetindesiniz. Mevlana Celaleddin Rumi’nin dediği gibi “Kimde güzel ahlâk varsa kurtulmuştur. Kim de şişe yürekli (bozuk ahlâklı) ise, kırılıp gitmiştir.”
Allah’a iman etmek kuru lafla olmaz, yürekten inanmak gerekir. Buna dil ile ikrar kalp ile tasdik de diyebiliriz. Bunu yapan insan İslam dairesi içerisine girer. Bu daireye giren insan, hayatını İslami kaidelere göre şekillendirmek mecburiyetindedir. Kişi; Allah’ın her şeyin tek yaratıcısı, tek sahibi ve tek hâkimi olduğunu kabul edince kendi konumunu da bilir ve ona göre tavır ve davranışlarını şekillendirir. Sabah kalktığı andan gece yatağa uzandığı ana kadar her şeyi Allah’ın helal dairesinde gerçekleştirmeye azami derecede gayret eder. Bu durum ömrünün sonuna kadar devam eder. Bütün zorluklara rağmen çizgisinden uzaklaşmaz. İman eden kişi Allah’a teslim olur, ona inanır ve her halükârda güvenir.
Allah, kullarına akıl ve cüzi irade vermiştir. Kişi aklını kullanarak inanmak veya inanmamak konusunda tercihini yapar ve hayatını bu tercihe göre şekillendirir. İman etmek için kimse zorlanamaz. İslâm’a girmek isteyen, kendi isteğiyle girer. Bu konuda aracıya da gerek yoktur. Çünkü islamda ruhbanlık yoktur. Bu dinin hükümlerini yaşamada samimiyet esastır. Kişi iman dairesine girmeden evvel içindeki şüpheleri yok etmelidir.
Küfür “Allah’a inanmama, ortak koşma, dinsizlik, imansızlık” anlamlarına gelir. İslam dininin öğrettiği iman esaslarını reddeden, kabul etmeyen kimselere “kâfir” denir. Küfür en büyük afettir. Bilinmelidir ki küfrün ve inkârın ucu cehenneme varır.
İnsanı yaratan Allah, onun fıtratını, neler yapabileceğini de çok iyi biliyordu. İnsana akıl ve irade veren Allah, onu tavır ve davranışlarında özgür bırakmıştır. Kişi akıl ve iradesini kullanarak ya Rabbine teslim olmuş, ya da onun yolundan çıkıp şeytana talebe olmuştur. Abese suresinin 17. ayetindeki şu ifadeler Allah’ın, kendini bırakarak şeytana teslim olan kullarına şiddetli hitabıdır: “Kahrolası insan, ne kadar nankördür.” Bu sözler Allah’ın kahır sıfatının tecellisidir. Yoldan çıkan insana Rabbinin sert yaklaşımının tezahürüdür.
Yüce Rabbimiz dünyayı bizim hizmetimize sunmuştur. Yerle gök arasında sayısız nimet yaratmıştır. Bizi eşref-i mahlûkat olarak görmüş ve bu düşünce üzere muamelede bulunmuştur. Canlı ve cansız bütün varlıkları bizim hizmetimize sunmuştur. Buna karşılık bizden, kendisine kul olmamızı istemiştir. Aslında bu kadar nimete karşılık yapmamız gerekenler çok ağır vazifeler değildir. Şu ayet Rabbimizin gücünü ve nimetlerini sıralayarak Allah’tan başka Rabler edinenleri zemmetmektedir:
“De ki: ‘Göklerden ve yerden sizlere rızık veren kimdir? Kulaklara ve gözlere malik olan kimdir? Diriyi ölüden çıkaran ve ölüyü diriden çıkaran kimdir? Ve işleri evirip-çeviren kimdir?’ Onlar: ‘Allah’ diyeceklerdir. Öyleyse de ki: ‘Peki siz yine de korkup sakınmayacak mısınız?’ İşte bu, sizin gerçek Rabbiniz olan Allah’tır. Öyleyse haktan sonra sapıklıktan başka ne var? Peki, nasıl hâlâ çevriliyorsunuz?” (Yunus Suresi, 31–32)
Bugün yeryüzünde fitne fesat tohumları ekip ortalığı karıştıranlara baktığımızda boş bir gayret içerisinde olduklarını görüyoruz. Çünkü insanların Allah’ın saltanatını devirmeye, onun sonsuz kuvvetini noksanlaştırmaya güçleri yetmez. Allah dilese kendisiyle savaşanları bir anda yerin dibine batırır. Tarihte bunun örnekleri görülmüştür. Fakat bu gibi hadiseler nadirattandır. Akıl nimetiyle nimetlenen insanlar gece gündüz demeden imtihan edildikleri için onların iradeleri esas alınmaktadır. Yoksa Allah dileseydi herkes inanırdı.
Allah, bu dünyada insanlara inanıp inanmama özgürlüğü tanıdı. Lakin inananları ve inanmayanları nelerin beklediğini de sıralayarak tembihte bulundu. Hiçbir iyiliğin ve kötülüğün karşılıksız kalmayacağını, büyük hesap gününde zerre miktarı iyilikle zerre miktarı kötülüğün mizanda tartılacağını bildirmiştir. Kimse İslamiyetin, Kur’an-ı Kerim’in hayatın dışına itileceği endişesini taşımasın. Herkes kendi kurtuluşu için hayatına çekidüzen versin. Zira şu ayette Allah nurunu tamamlayacağını müjdeliyor: “Allah’ın nurunu üfürükleriyle söndürmek istiyorlar; oysaki Allah nurunu kâfirler istemese de tamamlayacaktır!” (Saff, 8)
Kişinin küfür bataklığına batmaması için azıcık uyanık olması yeterlidir. Zira dört bir yanımızdaki varlıklar kudretli bir yaratıcının var olduğunu ve ona iman etmemiz gerektiğini haykırıyor. Bu konuda uzaklara gitmeye hiç mi hiç gerek yoktur, zira kendi simamıza bakmamız yeterlidir. Bilim alanında bu kadar ilerlemiş olan Avrupa’nın ve Amerika’nın Allah’a tevhit inancıyla bağlanma hususunda gösterdikleri zaafı anlamak mümkün değildir. Buna dense dense ancak kuru bir inat ve bağnazlık denir. Tabiatı ilah kabul edenler hangi mantıktan hareket ediyorlar? Bunu anlamak mümkün değildir.
İman hakikatlerine sarılanlar şüphelerden ve inkârdan uzak olurlar. Onları saptıracak güç de yoktur. Zira onlar Allah’ın ipine sıkı sıkıya yapışmışlardır. Onun ipine yapışanları hiçbir rüzgâr önüne alıp sürükleyemez. Onlar sırat-ı müstakim üzere ilerlerler. Kalp marifetullah zevkine eriştiğinde onu hiçbir lezzet gittiği hakikat yolundan uzaklaştıramaz. İman ibadet hazzını artırır. Bu hususta İmam Gazali’nın şu sözleri ne kadar da manalıdır:
“Kalbin lezzeti Marifetullah’tır: Her azanın hoşlandığı, zevk ve lezzet aldığı şeyler vardır. Gözün lezzeti güzel şeyleri görmek, kulağın lezzeti istediği şeyleri duymak, şehvetinki yemek-içmek, mukarenet, düşmanına galip gelmek gibi şeylerdir. Kalbin lezzeti ise herşeyin hakikatını bilmektir, bu da Marifetullahtır. Marifetullah yolunda ne kadar ilerlerse o nisbette lezzet alır. Kâinatın Hâlik’ı ve mutasarrıfı olan Allah-u Teâlâ’nın zât ve sıfatına, esrar ve hikmetine, âsâr ve sanatına, izzet ve kudretine taalluk eden marifetten daha lezzetli; O’na yakın olmak, O’nu tanımak şeref ve saâdetinden daha büyük ne olabilir?”
İman bir bütündür, bir rüknünün inkârı imanı geçersiz kılar. İnsanlar bazen farkında olmadan şaka mahiyetinde de olsa ileri geri konuşarak inancını ateşe atar. Bu hususa azami derecede dikkat edilmesi gerekir. Zira inanç konuları şaka ve alay kaldırmayan meselelerdir. Bazıları “İman ve paranın kimde olduğu bilinmez” derler. Fakat iman sahibi insanlar içindeki manevi cevheri dışarıya yansıtırlar. Zaten içe hapsedilen cevherin hiçbir ehemmiyeti yoktur.
İnsanın dünyaya getiriliş gayesi Allah’a kul olmaktır. Şanı yüce Allah’ımız yaşadığımız müddetçe kimin ne kadar iyi veya kötü kul olduğunu sınamaktadır. Her hâl ve hareketimiz mercek altına alınmaktadır. Rabbimiz bir ayet-i kerimede şöyle buyurur: “Ben cinleri ve insanları ancak Bana ibadet etsinler diye yarattım.” (Zariyat:51/56)
Demek ki yaratılış gayesi burada olduğu gibi açıkça ‘kulluk’ olarak belirlenmiştir. Bize düşen görev, koyulan ilahi ölçülere uygun bir biçimde yaşamaktır. Bunu hakkıyla yerine getirilenlere ebedi âlemde büyük mükâfatlar vardır.
İman tam bir teslimiyet hâlidir. Şüpheden arınmış iman pek çok manevi mertebeyi de beraberinde getirmektedir. İnanarak ibadet edenlerin derecelerini ve hak edecekleri mükâfatları Cenab-ı Hak, Enfal Suresi’nde şöyle bildiriyor: “Mü’minler ancak, o kimselerdir ki; Allah anıldığı zaman kalpleri ürperir. O’nun ayetleri kendilerine okunduğu zaman bu onların imanlarını artırır. Onlar sadece Rablerine tevekkül ederler. Onlar namazı dosdoğru kılan, kendilerine rızık olarak verdiğimiz şeylerden Allah yolunda harcayan kimselerdir. İşte onlar gerçekten Mü’münlerdir. Onlara, Rableri katında yüksek mertebeler, bağışlanma ve cömertçe verilmiş rızık vardır.”(Enfal 8/2–4)
İnsan olarak dünya denen mukavvadan bir sahnede büyük imtihanlardan geçiriliyoruz. Yaşadığımız müddetçe hayır ve şerlerle sınanıyoruz. Elbette hayırlara şükredenler, şerlere sabredenler bu ilahi imtihandan alnının akıyla çıkacaklardır. Unutulmamalıdır ki imanı besleyip büyüten amellerdir. Amelsiz iman her dem yara alır. Dünyanın geçici heveslerine itibar etmemeliyiz. Kişi imanını ibadetlerle takviye etmelidir. Aksi halde, beslenmeyen iman cılız kalır. Böyle bir iman ise en küçük bir manevi fırtınada tepetaklak olur.
Dünyanın gelmiş geçmiş en hayırlı kulları olan sahabeler ibadette sınır tanımazlardı. Onlar bilirlerdi ki ibadetler nimetlere şükrün bedenen ifadesidir. Şükür kulluğun aynasıdır. Hayattayken cennetle müjdelenen sahabeler ibadetlerinde hiçbir zaaf ve gevşeklik göstermemişlerdir. Aksine ibadetlere dört elle sarılarak hayatlarını idame ettirmişlerdir. Bu dinin peygamberi gecesini gündüzünü ibadetlere ayırmış, asla kulluk şuurundan bigane kalmamıştır. Her fırsatta ibadet etmiştir. Bununla ilgili olarak Hz. Aişe validemizin naklettiği şu hadis-i şerifi dikkatlerinize arzederim. O şöyle buyurmuştur: “Nebiyyi muhterem (sav) Efendimiz mübarek ayakları şişinceye kadar geceleyin ibadet ederdi. Bunun üzerine kendisine: ‘Ya Rasulallah! Geçmişte ve gelecekteki bütün günahların mağfiret olunduğu halde niçin böyle yapıyorsun?’ dedim. ‘Rabbime şükreden bir kul olmayayım mı?’ buyurdu.”
Hayatta her şeyin bir bedeli vardır. Hiçbir şey karşılıksız kalmayacaktır. Bu kulluk için de geçerli bir kuraldır. Kulluğunu hakkıyla ifa edenler bunun ödülünü cennet nimetleriyle alacaklardır. Aslında bu dünyada hayat ortalama yetmiş yıldır. En fazla yaşayan yüzü bulmuyor. Bu kadar kısa ömür için dünyamızı heder etmemeiz, cennet nimetlerinden uzak kalmamız ne kadar büyük bir iflas ve ziyandır. Gerçek felaket bu olsa gerek… Bunu anlamak için azıcık akıl ve mantık bile yeterlidir. Fakat çoğu bunu anlayamamıştır.
Dünya nimetlerinin ve dünyevi dostlukların hiçbir işe yaramadığı o büyük günde bize yoldaş olacak olan imanımız ve amellerimizdir. Bunun dışında hiçbir şey felâhımıza vesile olmayacaktır. O büyük ve zorlu mahşer gününde herkes amelinin karşılığında ya cennete, ya da cehenneme gönderilecektir. Bu korkunç günde anne oğlundan, evlat annesinden kaçacaktır. Kimse kimsenin kurtuluşuna aracı olamayacaktır. İşte o zaman amellerimiz ve ibadetlerimiz sıratta bize güç verecek, adeta kılavuzumuz olacaktır. ‘Dünya ahretin tarlasıdır’ mübarek sözü orada tecelli edecek, herkes dünyada ektiğini ukbada biçecektir. Oradaki ekinlerimizin bol ve bereketli olmasını istiyorsanız yazın sıcağında çalışmayı göze almalısınız.
İnsanları küfre ve şerre götüren şey cüzi iradelerini hakkıyla kullanamayışlarıdır. Allah’ın sistemini kabul etmeyenler, ona muhalif davrananlar bunun karşılığını fazlasıyla göreceklerdir. Onlara cehennem azabı tattırılınca Allah’a sığınmak için yakaracaklarsa da bu son çırpınışlar dikkate alınmayacaktır. Çünkü son nefesle beraber imtihan bitmiş, artık mükâfat ve mücazat devresi başlamıştır. Bu noktadan sonra çırpınışlar beyhudedir.
Mümin basiretli, firasetli ve sağduyulu olur. O eşyaya ibret nazarıyla bakar. Dünyanın geçici hevesleri onu asli vazifesi olan kulluğundan uzaklaştıramaz. Daima Allah’ı zihninde yaşatır. Yaptığı her işi hak ve hakikat süzgecinden geçirir. Kararlarını verirken hakkaniyeti gözetir. Güçlü olsa da daima haklının ve mazlumun yanında olur. Bu özellikler onun imanının tezahüründen başka bir şey değildir. Bir kişi iç dünyasında böyle bir âlem oluşturabilmişse iman nimetinden payına düşeni almış demektir. İmanın ne kadar büyük bir nimet oldyuğunu, onsuz yüreklerin bir yükten öte mana taşımadığını büyük İslam şairi Mehmet Akif Ersoy şu mısralarında ne kadar da veciz bir şekilde ifade ediyor:
“İmandır o cevher ki ilâhi ne büyüktür.
İmansız olan paslı yürek sinede yüktür.”
Bazı insanlar Müslümanların nüfuzundan yararlanmak için, gerçekte inanmadıkları halde inanmış gibi görünürler. Bunlara dini terminolojide ‘münafık’ diyoruz. Münafığın hükmü kâfirlerinkinden daha zorludur. Yüce kitabımız Kur’an-ı Kerim inanmadığı halde inanmışların safında görülenlerle ilgili şöyle der: “ İnsanlardan öyleleri vardır ki: ‘Biz Allah’a ve ahiret gününe iman ettik’ derler; oysa inanmış değillerdir. (Sözde) Allah’ı ve iman edenleri aldatırlar. Oysa onlar, yalnızca kendilerini aldatıyorlar ve şuurunda değiller. Kalplerinde hastalık vardır. Allah da hastalıklarını arttırmıştır. Yalan söylemekte olduklarından dolayı, onlar için acı bir azab vardır.”(Bakara Suresi, 8–10)
Kişileri deliller sabit olmadan durup duruken tekfir etmek(kâfirlikle suçlamak) çok tehlikeli bir davranıştır. Fakat müslümanın uyanık olması gerekir. Müminlerin, açık inkâr delilleri varken herkesi katıksız müslüman olarak görüp İslam düşmanlarının tuzaklarına düşmesi kaba tabirle ahmaklıktır. Her konuda olduğu gibi bu hususta da ölçüyü iyi ayarlamak ve basiretli olmak elzemdir. Müslüman hadiselere hep müspet gözle bakar. İslâm büyükleri bu konuda dikkatli olunmasını öğütlemişlerdir. İmam Mâlik’in: “Bir kimsenin küfre ihtimali olan 99 hareketi yanında bir hareketi de mü’min olduğuna delâlet ederse, o kimsenin mü’min olduğuna hükmedilir.” dediği rivâyet edilmiştir.
İman ne kadar hoş ve latif bir kavramsa küfür de o kadar tiksindirici bir nankörlüktür. Onun için Rabbimiz küfrü, şirki ve inkârı affedilmez bir davranış olarak görüyor. Gerçekten de öyle değil midir? Sizi yaratan, kayıran, besleyen, binlerce nimetle mükâfatlandıran bir yaratıcıyı reddedeceksiniz. Bu ne kadar çirkin ve çirkef bir davranıştır. Bu çirkinliğe meyledenler; nimetleri çalışarak, emek vererek kazandıklarını söylerler. Dünyanın en zengin kişilerinden biri olarak tanınan iman fakiri Karun bu düşüncede bir insandı. O ve onun gibiler zenginliğinin sebebi olarak Allah’ın lütfunu değil, kendi çalışmasını ve gayretlerini görmüştür. Oysa Allah, sebepleri araya koyarak nimetleri çalışan kullarına bahşediyor.
Akıllı insan hayır ve şerrin Allah’ın takdiriyle gerçekleştiğine inanır. Güzellikleri Allah’ın lütfu olarak görür; sıkıntıları ise imtihan vesilesi sayar, sabrı kötülüklere bir kalkan olarak kullanır. Böyle davranan ahiret yurdunu mamur eder. Fani olanı elinin tersiyle iter, baki olana dört elle sarılır. Bundan daha büyük bir kazanç düşünülebilir mi?
İnkârcılar gerçekte dünyayı ahrete tercih etmiş bahtsız insanlardır. Kimse onları kararlarında zorlamamıştır. Onlar cüzi iradelerini o doğrultuda kullanmışlardır. Hayrı reddetmiş, küfrü ve isyanı kucaklamışlardır. Bu onların şahsi tercihleridir. Bunun bedelini ahiret yurdunda elbette ödeyeceklerdir. Rabbimiz şükredicilerin ve inkârcıların durumunu şu ayette bakın nasıl açıklıyor: “Eğer şükrederseniz elbette size nimetimi artıracağım. Eğer küfrederseniz, şüphesiz azabım çok şiddetlidir.”( İbrahim, 7)
Şu kısacık ömürde en büyük sermayemiz kulluğumuz ve imanımızdır. Tabir caizse kulluğumuz sultanlığımızdır. O bizi dünyayla kıyaslanmayacak kadar güzel ve sonsuz olan cennete götürecektir. Ya inkârcılar; onları da sonsuz acı bir azap bekliyor. Ne mutlu iman üzere yaşayanlara ve son nefesini bu hâl üzere teslim edenlere… Sözlerimi Yüce Rabbimizin kâfirlere yönelik olarak söylediği şu tüyler ürperten sözlerle noktalamak istiyorum:
“Ayetlerimizi inkâr etmiş ve kâfir olarak ölmüşlere gelince; işte Allah’ın, meleklerin ve tüm insanların lâneti onların üzerinedir. Onlar ebediyyen lânet içinde kalırlar, artık ne kendilerinden azap hafifletilir ne de onların yüzlerine bakılır.” (Bakara, 161–162) Rabbim bizleri bu zümreye dâhil olmaktan ve onların şerrinden korusun(Âmin)
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.