- 1361 Okunma
- 5 Yorum
- 2 Beğeni
‘Filumenist’
Nedense dışarı çıktığı her zaman aynı şeyleri yapmaktan bir türlü vazgeçmiyordu. Kötü olsa bile yine de insan yardım eder. ‘Olmuyor, yapamıyorum, elimden bir şey gelmiyor’ diyenin karşısında duran, onun en azılı düşmanı gibi durabilir. Dostları, ah dostları yok mu; iyi günler için var edilmiştir. Kötü gününde dostların hiçbiri yanında değildir. Aynen şöyle diyorlardı değil mi:’ İyi günler için her türlü dost biriktirdim ama kötü günümde o dostlardan hiçbiri yanımda değildi.’ Hayır, bu değildi. Fakir ama gururlu bir dostun daha çabuk unutulacağına dair atasözü olmalıydı.
Kaynayan sudan üst demliğe dökerken, boşta kalan sağ elini çay kavanozuna daldırmıştı. Haşlanmış ve hala sıcak bir şekilde plastik süzgecin içerisinde duran iki avuç kadar fiyonk makarnanın buharıyla karışan üst demliğin buharı havada bir noktada birleşip sonra daha yukarıda dağılıp, yok oluyorlardı. Bir filumenist için zor verilebilecek kararlardan birini alıp, başka şehirde yaşamak için plan kurmuştu. Bunu başarıp başaramayacağını kestiremiyor, yıllarca aynı yerde sulusepken, gırtlağına kadar hüzünle yaşamış olabileceğini anımsayacak gibi oldu ama duvardaki Yamagata’da çekilmiş eşek arısı fotoğrafına gözü takıldı. Bu fotoğrafı bisikletle dünyayı gezmek için çıkan ama Japonya’da seyahatine son verip, oraya yerleşen bir adamdan internet üzerinden satın almıştı. Başlarda bu adamın yaşam hikâyesi ona oldukça garip gelmişti. Küçük bir şehrin kenar mahallesinde bulunan, öğrencilerinin haytalıktan başka bir şey düşünmediği lisede biyoloji öğretmeni olarak görevini yerine getirirken, hayatından nefret ettiğini söylemekle yetinmeyip, memuriyetinden istifa edip hazırlıklara başlamıştı. Adamın zeki biri olduğunu düşünmekte haksız sayılmazdı. Genç yaşta öğretmen olabilmek için devletin yaptığı sınavda oldukça yüksek bir puan almıştı. İstediği herhangi bir büyük şehre atanması mümkünken, o şaşırtıcı bir tercih yapmıştı. Sosyal ve ticari hayat olarak oldukça içine kapalı küçük bir şehri tercih ederken tek arzusu sakin bir hayat yaşamaktı. Beş yıl boyunca aynı lisede öğretmen olarak kalmasına devlet ses çıkarmıyor, nasılsa mahrumiyet bölgesi olarak tercihlerde yer alan bu şehrin zaten dört yıllık mecburi hizmet süresi bulunuyordu. Eğer burada memuriyet görevinde bulunan kişi, herhangi bir tayin istemiyorsa kimse ona ses çıkarmıyor, görevine de devam etmesinde sakınca bulmuyorlardı. Beş yıl sonra canına tak eden şey bir hadise olsaydı, daha anlaşılabilir olurdu ancak o adam için arayışın bir amaç doğrultusunda olması kabul edilemezdi. Sıkılmıştı. Çoğu geceler çeşitli özel torbalarda biriktirdiği böcekleri tekrar gözden geçiriyor, hava alması mümkün poşet varsa bunları tekrardan değiştirip, poşet içerisindeki ölü böceklerine bakıyordu. Bu koleksiyonun onun açısından herhangi bir özel amacı olmadığını biliyordu. Yaşadığı bölgede böcek çeşitliliği çok olmadığı için, yazları tatil olduğunda eski model Ford arabasına atlayıp, kırsal şehirleri geziyordu. Ne bir eski tanıdık, ne de aileden birisi onun hayatında yer alabilecek kadar canlı değillerdi. Hayır, böceklerle aklını bozmuş birisi değildi! Bunu bir hobi olarak düşündüğü, zihninin temizlendiğini fark ediyordu.
Bir filumenistin gözünden böcek koleksiyonu yapan biriyle tanışmanın sakıncası olmayabilirdi. İkisinin de biriktirdiği nesneler farklı da olsa, ortak noktaları biriktirmekti. Birbirlerine son mesaj yazdıklarında, filumenist, böcek koleksiyoncusu olan adama taşınacağından bahsetmişti. Sadece fotoğraflar ve yazı üzerinden anlaşan iki adam için ilginç bir gelişme sayılabilirdi. Eski biyoloji öğretmeni kendi yaptığı, hayatını değiştiren adımı düşünürken, filumenist içinde bir hayalin olabileceğini düşündü. Peki, o Yamagata’da ne yapıyordu? Ne işi vardı da, dilini hiç bilmediği, kültürel olarak kendisine çok uzak bu şehrin insanları arasında yaşamaya başlamıştı? Üç yıl içerisinde hayatının anlamına eş birini bulmuştu. Bu Japonya’ya kadar bisikletle gelmekten daha ilginç bir şey değil miydi? Zorlu şartlarda, bazen tekeri patlamış bisikletini eliyle sürerken, fırtınalı okyanus ortasında gemide ‘neden buradayım’ düşüncelerini bir türlü aklından atamazken, böyle bir fırsatı yakalayabilmesi hayatının şansıydı. Belki resmi olarak vatandaşı olamayacağı bir ülkede yaşıyordu ama onu bu topraklardan uzaklaştırılmasını engelleyecek şansı bulmuştu. Kichi onun şans meleğiydi.
…
O yaşamaya bir kere heveslenmişti. ‘Peki, ona ya bir şey olursa?’ Bir kuş için yine de kafes daha güvenli ve korunaklı değil midir? Orası öyle ama kim korunaklı, standart bir yaşamdan tam anlamlıyla lezzet alabilir ki? Günah bu yüzden vardır. Çok az dahi sürse, günahın insanı en etkileyen tarafı yaşadığını ona hissettirmesidir. Bir papağın için yeterli ve güvenilir bir kafesti ancak papağan kaçmayı başarmıştı. Muzaffer üzgünlüktü. Avuçlarında dağların tozu olan hangi canlının özgürlüğünü tamamen mahvedebilirsiniz ki?
Filumenistin başına gelen bu son hadise onu bu yerden, bu şehirden ve olması gereken buymuş gibi hissettiren bu dünyadan göç hevesini arttırmıştı. Telefonda papağının kaçışını sahibine anlatıyordu:’ Balkondaydı. Fotoğrafını zaten sana atmıştım. Kubbemsi kafesinde mutlu zannediyordum onu. Caddeyi gören balkonda evet. Bazen kedilerin kaçamak bakışlarını görebiliyordu. Başına buyruk dağ yolunda dolaşan avare köpeklerin haline acıyor muydu yoksa onlara imreniyor muydu, bunu ikimizde kestiremeyiz ama bir şey var ki, bu konuda sanırım ikimiz de ona hak verebiliriz. Kanatları olan, uçan, gökyüzünde doyasıya özgürlük nidaları atan kuşları görünce üzülüyordu. Bunu ben mi çıkarıyorum? Hayır, beni yanlış anlama, zaten kuştan sıkıldığını söyleyen, bir gün özgür bırakacağını söyleyen de sendin. Tamam, hatalı olabilirim, balkonda değil de, herhangi bir odada olsaydı kafesi, papağan bir yere kaçamazdı. Kafesinin kilidi de sana göstermiştim. Açmış, evet, onu kendi açmış. Uzun uzun uğraşmış. Önceden de uğraştığını söylemiştim. Kilidini evet, kendisi açmış. Ben neden açayım? Bana inanmıyor musun? Sorun değilse o zaman neden bana suç atıyorsun? Kabahat mi? Eğer çok istiyorsan…’ Papağının eski sahibi işinin olduğunu, kapatması gerektiğini, bu meseleyi sonra tekrar görüşeceklerini, eğer papağan dönerse mutlaka ona haber vermesini söyleyerek telefon görüşmesini sonlandırdığında filumenist balkondaki küçük karyolanın üzerine çökmüştü. Buna oturmak diyemeyiz; evet, çökerken karyolanın yirmi senelik yaylarından çıkan ses boş cadde de yankılanmıştı. Bu karyola dairenin sahibinin kendi oğluna aldığı karyolaydı. Karyolanın arkasında sinekliği olan pencere vardı. Tozlu sinekliğin içinden odada asılı olan fotoğraf gözüküyordu. Bereket kuşağı takmış bir Zulu kızının grayscale çekimi oldukça canlı duruyordu. Sadece kuşağın ve diri göğsün gözükmesine karşın çok şey anlatıyordu.
…
‘Bu fotoğraf aslında Sam Haskins’in kitabından alıntı. Okulda bir hocamız vardı. İngiltere’de eğitim görürken fotoğrafçının sergisine gitmiş. Anlatmıştı bir şeyler, inan şimdi tam hatırlayamıyorum ama hediye olarak bir bakmış ki bizim hocanın kucağında bu fotoğraf. Ha, ha tamam ya, şimdi hatırladım. Eğitim gördüğü üniversitedeki bir arkadaşı mı ne almış, bu bizim hocaya hediye etmiş. Neyse canım işte, ben diyorum ki, bu fotoğrafı sen alsan nasıl olur? Bana hediye ettiğinde çok teşekkür edip, dil döktüm almamak için ama çok zorlamıştı. Siyah beyaz fotoğraflar senin hoşuna gidiyor. Ne dersin?’ Filumenist fotoğrafı görür görmez etkilenmişti ama içerlenmişti. Karşısında duran açıkça bir veda etmekten çok uzaktaydı. Filumenistle arasında bir şey olmasının imkânı yok gibi bakıyordu. Bu bakışlara Valparaiso genelevini gösteren fotoğraflarda yakaladığını anımsadı. Sevinç denmez tam olarak ancak yine de renkli gülüşler kadınların yüzlerinden süzülüyor. İki adam var; oldukça ciddiler. İşte bir başka fahişe daha; bu daha genç ve güzel. Yaşlandıkça göbek bağlıyorlar. Bol pisco içip, Arap restoranlarından hunharca et yemelerine bağlayabilirler. Yine de genç ve güzel fahişenin bakışları daha hüzünlü gibi gelmişti. Şu orta yaşlarda, iyice göt göbek salmış fahişenin gülüşünü, filumenist fotoğrafı almak üzereyken anımsamıştı. Ne acı, ne acı, gerçekten çok acı veriyor! Erkek kuşların daha çok öttükleri doğru; şimdi biraz da o konuşsa, o anlatsa aklından neler geçtiğini! Mesela onun kendini daha yalnız hissettirdiğinden bahsedebilir eğer konuşma cesareti gösterebilseydi! Bir insanın varlığı bir başka insan için yoksunluk hissi vermeye başlamışsa, tehlikeli çanların çalması yakındır. Yoksunluk hissi insanı olağan durumundan, standart varsaydığı vaziyetinden çekip alır ve dondurduğunu sandığı hüzünlerin tekrardan ortaya çıkmasını sağlar. Bir yemek aynı tencerede en fazla bir kez daha ısıtılabilir. Ya o saklı hüzünler? Donduğu için zarar vermeyeceği düşünülebilir. Zavallı gözler ve midelerin devlet kurduğu güne özlem duysa şu insan, biraz da vicdana yer açılabilir. Böylece zarar görmez. Görmeyebilir. Deneyebilir en azından ve sonuçta başka bir şeylerin ortaya çıkmasını sağlayabilir. Fakat o yoksunluk hissi bir kez genze varıp, burnu sızlattığı an insan nasıl sahici gülebilir? Mutlu insanlar gülümser, gülmek için can atar; belki bahane oluştururlar. Mevsimlere göre nostaljik tadı hafızalarının bir köşesinden çıkarıp, hayaller kurmaya başlarlar. Kimine göre ağaç dallarının çiçeklenmesi, tekrardan yaşadıklarını anımsatması inanılmaz bir mutluluk kaynağıyken, kimi yağmurlardan, toprağa düşmüş sarıya çalan yaprakların üzerinden dolaşmaktan keyif alabilir. Yerine göre bu duyumsal görsellerin hüzne ait payları olsa da, insanlar her mevsimde kendi adlarına umutlanmak için sebepler bulabilirler.
Filumenistin düşlerine ilk girdiği zamanlarda onunla vakit geçirmekten zevk alıyordu. Bir kafe vardı ve burada ciddi anlamda az dinlenir tarz da müzikler çalıyordu. Müziği daha da güzelleştiren plakçalardan çalmasıydı. Kırmızı ikili karşılıklı koltukların sol tarafında, bozuk bir antika radyonun duvarda iki küçük aparatla asılı olduğu bölümde tekli ve karşılıklı kırmızı koltuklar vardı. Filumenist böyle yerlerde zaman geçirmenin aptallık olduğuna inanıyordu. Şimdiye kadar altmış yedi ülkeden farklı internet arkadaşları sayesinde kibrit kutusu koleksiyonunu ciddi mana da çoğaltmayı başarmıştı. Bir gün kendisine gelen kargoyu almak için postaneye giderken, bu kafenin önünden geçmiş ve ‘eğer istediğim parçalar gelmişse gerçekten, şurada oturup bir şeyler içeceğim’ demişti.
…
22 Aralık
Sözümde durmak istemiyorum. Postane kapısından çıkar çıkmaz derenin üzerinden bir kuş misali uçup karşıya geçtim. Koştum evet. Çünkü çok mutluyum. Bunları şimdi yazarken, defterin bir kenarını heyecandan yırtmış olabilirim. Mutluydum köprünün üzerinde koşarken ve soluklanmak üzere bir bankın önünde soluklandım. Yaşlı bir çift bankta oturuyordu. Nefes nefese kalmıştım. Bana baktıkları az sonra fark edince onlara saygıyla gülümsedim. Yaşlı kadının omuzlarından sarkan kalınca bir şal vardı. Yaşlı adamın başındaki kasketi görünce ürperdim. Herhangi bir görüntüden etkilendiğim zaman içim ürperiyor. Çok yıkanmaktan iyice yıpranmış paltomun altında kıllarım dikleşmiş olabilirlerdi. Saygıyla tekrar gülümseyip az ötedeki başka bir bankta oturmaya karar verdim. Yaşlı kadının arkamdan yanındaki yaşlı adama ‘ilginç bir adam’ dediğini işittim. Bu bir iltifat olmalıydı. Paketin üzerindeki Kiril alfabesinin kullanıldığı dillere artık eskisi kadar yabancı gözüyle bakmıyorum. Konuşamasam dahi yazarken birkaç cümle öğrendim. Hayatımda ilk defa başladığım bir işi uzun süredir devam ettiriyorum. Yaptığıma genel de hobi gözüyle bakıyorlar ama benim için bir iş; meşgale. Kimi zaman elimde bulunan kutulardaki görsellerin sanat anlamlarının yüksek olduğunu fark ediyorum. İşte yine o ilk heyecan. Posta içerisindeki paket nasıl da muazzam sarılmış! Karşılıklı bir güven oluştuğunu hissetmek, dünyanın başka bir yerinde beni düşünerek, bana yardımcı olan insanların varlığını bilmek ne güzel bir duygu! Yalnızca iki kutu ama heyecanımı bastıramıyorum. Sağ elimi zor tutuyorum. Karıncalanan ve sonra titremeye başlayan bacağıma izin veriyorum. Bankın önünde sarkmış bir ağaç dalını andıran bu boru uzun bir süre daha sallanabilir.
Dönüşte mutlaka o kafeye uğrayacağımı da nereden çıkardım? Bir kere söz vermiştim. Kendime verdiğim sözlere karşı her zaman sadık olduğum için, ‘pekâlâ, bir seferliğine’ dedikten sonra içeri adımımı attım. Gözlerim tekli bir masa arıyordu. Aniden bir sesle irkildim:’Buyurun hoş geldiniz, istediğiniz yere oturabilirsiniz efendim.’ Nezaket kuralları içerisinde ve son derece nazik bir tavırla yaklaşımı yapan adamı görünce gülümsedim. Gri bir ceket altına pudra rengi gömlek giymiş ve sol elinin işaret parmağında yüzük vardı. Elini rahatça görebiliyordum çünkü bir taraftan eliyle ısrarla ‘herhangi bir yere oturabilirsiniz’ demek istiyordu. Birkaç masa dolu olmasına rağmen mekânın içi son derece sessizdi. En arkada, duvarda duran bir radyo dikkatimi çekti. Onun arkasındaki masa boştu. En arkada oturup, sırtımı mekâna dönük oturacak, bir kahve içtikten sonra kalkıp gidecektim. Sözümü böylece tutmuş olacaktım. ‘Efendim, ne arzu edersiniz’ sesi bir kadına aitti. Başımı çevirip, hafifçe sağıma baktığımda siyah bir gömlek giymiş, saçlarını usulca arkadan tokayla tutturmuş kadını fark ettim. İstemsizce gülümsememin sebebi ağırlanış sebebimdi. ‘Bir kahve alabilir miyim, mümkünse sütlü olsun’ dedikten sonra, ‘tabi ki efendim, vaktiniz vardır umuyorum, sütünüzü bakır cezvede kaynatıyoruz’ cevabı alınca şaşırdım. Konsept olarak enteresan bir mekânda olduğumu anlamıştım. ‘Hiç sorun değil’ diye cevap verdim ve paltomun cebinden gelen paketi tekrar çıkardım.
Canımı sıkan durumu şimdi yazmalıyım. Neden herkese arkamı dönmüş bir şekilde oturuyordum ki? Bunu sıkıntı yapmamın iki türlü sebebi vardı. Birincisi, insanların arasında oturmaktan, onlar gibi davranmaktan rahatsız olan biriyim. Bu sebebim aslında arkamı dönmüş olmamla çözmeme rağmen, insanları göremediğim için de bu sefer başka türlü rahatsızlık hissediyorum. İkincisi, böyle oturunca daha yalnız olduğumu hissediyorum. (Bu son yazdığım altı cümleyi baştan sona birkaç kere daha okudum. En son cümleyi okuyunca kendime acıdığımı düşünmekle iyi yapmadım. Bu çok büyük bir hata. Kendime acımamalıyım. Bu hataya tekrar düşemem. Kendimi bırakacağım yer burası değil. Yazdıklarım arasında daha güzel şeyler olmalı. En son yazdığım da mevsim bahardı, aylardan Nisan. Hafiften bir yağmurla şenlenen toprağın kokusunu içime çekip, elimdeki kaleme bakıyordum. O günden bugüne hiç yazmadım. Ne anlatacağım ki? İnsan neden yazar ki? Bazı insanlar illa yazmak isterler. Bunu başarı olarak görürler. Oysa yazmak son derece mahrem bir iş. Yalnızca kendin bile okuyacak olsan, yine de yazarken çok dikkat etmeli. Kesinlikle eğlenmek, vakit geçirmek için yazılmaz. Veyahut bazıları da şu hataya düşüyorlar: Bir şey anlatıyorum ve bu çok önemli bence; bunu siz de okumalısınız! Ancak bilmiyorlar ki, ne anlatmaya değer bir mevzuları var ne de yazmakta hünerliler. Şimdi yazıyorsam aynı şeyleri kendi adıma da söylemekle mükellefim ancak bugünü kendimden özür dileyerek yazıyorum.)
Servis benim gibi biri için aşık olunabilecek derece de şık yapıldı. Uzunca bir süredir ilk defa kendimi şımarttığım için az üzülmedim değil. Güzel hadiselerin birçoğu zaten hüzün verir. Ah! Şu ah, cidden onu çektim. Mekânın ambiyansı içerisinde kaybolabilirim. Bir de çalan müzik; şu şarkı, şimdi o şarkıyı dinliyormuş gibi gözlerimi kapatacağım bir süre.
Kahvede, ısıtılmış sütte muazzam. Suyu içip kalkıp, hesabımı ödemeye giderken başıma geleni yazayım o zaman. Cüzdanımı paltonun diğer iç cebine koymuştum. Ancak yanlışlıkla paketi çıkardım yürürken ve paket elimden yere düştü. Paketin içindeki kutulardan biri daha ileri bir yere gitmişti. Çömelip, nerede olduğuna bakınırken siyah bir botun kenarında durduğunu görünce heyecanla ayağa kalkıp, masaya doğru yürüdüm. Masada oturanlara tam anlamıyla bakmadan ‘af edersiniz, ayakkabınızın yanına bir kutu düşürdüm, onu bana verebilir misiniz’ dedim. Bir şey hareket edip, masanın altına eğilip kutumu eline alınca ‘bu ne güzel bir şey’ sesini duydum. İster istemez sesin geldiği yüzü merak ederek baktığımda donakaldım. Tik haline getirdiğim, başparmağımı diğer parmaklarımın ucunda dolaştırmaya başladığımda ‘bu sizin değil mi’ diyen sese ait bedenin tepesinde nazenin gül yapraklarını andıran saçların arasında yüze tekrar baktım. Bu sefer görebiliyordum. ‘Ev… evet, benim o kutu’ dedim. Parmakları arasında tuttuğu kutunun üst yüzeyindeki resmi diğer elinin işaret parmağıyla inceliyordu. ‘Bu ne güzel bir şey, sanki kibrit kutusuna benziyor.’ İlk şoku atlattıktan sonra ‘evet, kibrit kutusu zaten’ dedim. ‘A, ne güzel gerçekten. Siz ne yapıyorsunuz ki bunu?’ Tekrar gülümsedim. Bu gülümsemeyi ömrüm boyunca sürdürebileceğimi hissediyordum o an. ‘Ben ufak çaplı bir koleksiyoncuyum.’ ‘Ne yani, kibrit kutusu mu biriktiriyorsunuz’ dediği an kalbimi burkan bir şey hissettim. ‘Evet’ dedim, ‘tam anlamıyla kibrit kutusu biriktiriyorum. Sakıncası yoksa alabilir miyim onu.’ Avucuma aldığımda çok değerli bir taşa üfler gibi üfledim. ‘Çok garip’ dedi, ‘ilk defa böyle bir şey duyuyorum.’ Karşısındaki arkadaşı da aramızda geçen konuşmayı dinlemiş olmalıydı ki’ var canım böyleleri, kibrit kutusu ne ki, kullandıkları peçeteleri biriktiren ve buna koleksiyon diyen insanlar tanıyorum’ derken, bakışlarımı donuklaştıran varlığın ‘oturmaz mıydınız, gerçekten ilgimi çekti bu koleksiyon, mesela şu avucunuzda itinayla üflediğiniz kutunun bir hikâyesi vardır değil mi, dinlemek istiyorum gerçekten’ demesiyle sağ elimin başparmağını işaret parmağımla orta parmağımın arasında sıkmaya başladım. İkili, geniş kırmızı koltuklarda oturuyorlardı. Arkadaşı ‘neden çağırdın onu oturması için’ der gibi bakıyordu. Kutuyu anlatmaya başlayınca kendimi iyice kaptırmış olmalıyım. Ta ki siyah gömlekli kadın ‘efendim, sizlerin bir ricası var mı, bir şey arzu eder misiniz’ sorusuna kadar. Ben hiçbir şey istemiyordum. Onların ikisi de çay istemişlerdi. Kutunun hikayesini dinledikten sonra garip garip sorular sormaya başlamıştı. ‘Ya bir yangın çıkarsa, evdeki tüm koleksiyon yanarsa ne hissedersin?’ sorusu örneğin. ‘Üzülürüm’ dedim kısaca. ‘Bu kadar mı sadece, üzülür müsünüz’ diye tekrar sorunca cevap vermeden yüzüne bakmaya devam ettim.
Sonra ne mi oldu? ‘İyi günler’ diyerek ayağa kalkıp hesabı ödemeye gittim. Gri ceketli adam ‘efendim afiyet olsun’ dedikten ve paranın üzerini verdikten sonra aklıma geleni hemen söyledim. Şimdi biraz pişmanım desem kendime? ‘Şu karşıda oturan hanımların da hesabını ödeyebilir miyim’ diye sordum. ‘İnceliğinizi anlıyorum ama kendilerine sormamız gerekiyor. Bu sizin için sıkıntı olur mu’ diye cevap alınca nedense ısrar ettim. ‘Lütfen, bir sıkıntı doğacağını zannetmiyorum. Az önce o masadan kalktım zaten. Siz de görmüş olmalısınız.’ Gri ceketli adam gülümseyerek ‘inceliğiniz takdire şayan efendim, siz öyle diyorsanız sıkıntı olmamalı o zaman’ diyerek hesabı söyledi. Ne yaptım yani ben bugün? Centilmen mi diyorlardı, hah, ben öyle biri olmadım ki hiç! Ne diye burnumu sokuyorsam bu tür işlere. Evet, itiraf mı bekliyorum? Etkilendiğimi anlamış olmalıyım, daha ne itirafı?
O kafeye hiç girmemeliydim. Hayır, aşktan nefret ettiğim filan yok. İnanmıyorum da demeyeceğim ama neden öyle aptalca bir söz verdim ki kendime?
…
Aradan geçen onca zaman sonra Filumenist gibi garip biriyle arkadaş olduğu için Yeşim hiç rahatsız olmamıştı. O gün adamakıllı tanışamamışlardı. Ancak birkaç gün sonra Yeşim kafeye geldiği zaman, solda en arkada bulunan masada onu görünce selam verip yanına gitmişti. Yeşim o gün tek başına kafeye geldiğini itiraf edememişti. Hep birini bekliyor numarası yaparak Filumenist’in karşısında oturdu. Daha çok Yeşim konuşsa da, daha sağlıklı bir tanışma gerçekleşmişti. Filumenist’in sırf onu görmek için her gün kafeye gelip gittiğinden habersizdi ve üç yıl boyunca nasıl sıcak davranmışsa, o gün de Filumenist’e sıcak davranmıştı.
Filumenistle karşılıklı oturuyorduk. Bu kafeye ilk geldiğim zaman hissettiğim duyguyu bir başkasının daha hissettiğini öğrenmek güzel gelmişti. Sanırım iki aydır Filumenist’i tanıyorum. Telefon açıp, ‘görüşelim mi’ diye sorduğunda son zamanlarda hiç ‘hayır’ demedim. ‘Kafe’ diyor, ‘üç yıldır hiç bozmadı kendini. Burayı işleten beyefendiyle her zaman aynı düzeyde sohbet ediyoruz. Ama biliyor musun, anladılar.’ ‘Neyi anladılar’ diye sordum. Neyi olduğunu iyi biliyordum. ‘Neyi olacak’ dedi, ‘Yeşim’e olan alakamı biliyordu buradaki çoğu. Fakat o hiç anlamadı dostum. Anlamadı.’ Tekrar aynı muhabbeti açıyordu. ‘Üç yıldır sayısını kaç defa olduğunu unuttuğum buluşmalar ve muhabbetlerin sonuncusunu o gün Yeşim’le yaparken, ölüyorum sandım.’ Bunu o söylemese de halinden her şey anlaşılıyordu. ‘Düşünebiliyor musun dostum, üç yıl bir çırpı da silindi gitti. Bitti işte, gitti yani, her şey sonlandı.’ ‘Ama’ diye ekledi. ‘Ama ben haksız olduğumu neden anlamadığımı bugün düşündüm. Neden biliyor musun dostum? Ben o gün ona ne söylemiştim, hatırlıyorsun, söylemiştim. (Evet, çok iyi hatırlıyorum) Varlığım sana aşina Yeşim, sensiz bir hayatı düşlemekten her gün o kadar çok acı çekiyorum ki, sırf seni kaybetmemek için bunca zamandır sana duygularımı açamadım. Sen bana hep iyi davrandın. Ancak iyi davranmak nedir Yeşim? Kimi zaman hiç görmediğim birinden bahsettin uzunca. O görmediğim insanların kimine ilgi duydun, hatta birine âşık olduğunu söyledin. Sustum, yutkundum, rol yaptım. Çok iyi rol yaptığımı sana söylemiştim değil mi? Bu sefer çok mutlu olacaksın dedim sana. Ne oldu? Yine mutsuz bir şekilde benim yanımdaydın. Herkes gitti. Herkes bir süre seninle vakit geçirdi ve gitti. Ben seni gördüğüm ilk günden beri hiç aklımdan çıkarmadım. Hep seni düşündüm. Her gece senli düşlere daldım. Hayır, hayır beni yanlış anlama, seninle olan düşlerimde cinsellik düşünmedim. Bunu aklıma getirirsem hem sana hem kendime hakaret olarak düşünürdüm öylesini. Hep güzeldin Yeşim düşlerimde, gözlerin hep ışıl ışıldı. Biriktirdim gün be gün seni, seni gün be gün sevdim.’
Filumenist susunca ona baktım. Gözlerinin altındaki torbalar iyice belirgindi. Gözlerinin akları kırmızılaşmış ve dudakların etrafında yaralar oluşmuştu. ‘Ne düşündün peki’ diye sordum. ‘Ben’ dedi, ‘ben dostum, onu kibrit kutularım gibi mi sevdim, onların koleksiyoncusu gibi, onu da gün be gün düşlerimde bir koleksiyon haline mi getirdim diye düşündüm. Evet, aynen bu şekilde, Yeşim’e ait ne varsa, onun varlığına ait dakikalar ve onunla alakalı düşler.’ Haksız sayılmazdı Filumenist ama sevgiden bahsettiği için yanıldığını açıkça görebiliyordum. ‘Ama bu çok başka bir olay. Evet, sen bir koleksiyoncusun ama sevgiden bahsediyoruz ahbap. Her ne olursa olsun onca zaman tek bir insanı sevmedin mi?’ ‘Evet’ dedi yutkunarak. ‘O zaman’ dedim, ‘tek bir kadına, tek birine karşı sevgi beslemeyi lütfen küçümseme. Bunu neden yaptığını biliyorum. Yeşim sana, senin ona baktığın gözle bakamadığı için hem kırgın hem de kızgınsın.’ Birden sözümü keserek, çok hasta birinin son bir canlanma hareketini benzer şekilde ‘lütfen, öyle değil, kızamam ben ona, hayır, kızmış olamam’ dedi. ‘Tamam dostum, dediğin gibi kızgınlık olmasın ama kırgınlık var değil mi?’ Susuyordu. Kızmamış olabilirdi ama kamyon çarpmış gibiydi; yani kırgındı. Kaç parçaya bölündüğünü kendisi bile bilemiyordu. Belki de bir parçaydı, sadece Yeşim. Her ne olursa olsun Filumenist’in bu hali benim de canımı sıkıyordu. Uzun süredir uykularımı kaçıran bir konu üzerinde yazmak için uğraş veriyordum. Filumenist’in Yeşim meselesi ciddi anlamda benim de kafamı toparlayamayışım da etkili olmuştu.
Servis boşlarını alan beyaz gömlekli bir kadın gittikten sonra filumenist sol elini boşluğa doğru uzattığını fark ettim. Bir çantayı tutuyordu. Titriyor gibiydi. Çantayı kaldırıp, masanın üzerine yavaşça koyduktan sonra gözlerini ayırmadan çantaya bakıyordu. Özel yapım bir çantaydı. ‘Dostum’ dedi, çekiniyordum söyleyeceği şeyden, ‘bunun içinde ne olduğunu anlamış olmalısın. Yıllardır her bir kutuda aynı heyecanı duyarak, aynı coşkuyla paketleri alıp, içinden çıkan kutuları özenle sakladım. Dünyada çok güzel insanlar var dostum. Bu internet bir nimetmiş, inanır mısın onlarca ülkeden hiç yüz yüze görüşmesem de pek çok arkadaşım oldu. Bir meraktı benim bu koleksiyona başlangıcım, ummadığım bir heyecan verdiğini görünce yıllarca devam ettim. Biliyor musun, çok iyi olmasa da altı dilde en azından yazarak muhabbet etme seviyesine geldim. Bunları niye anlatıyorum, şey geldi aklıma dostum, bir şarkı vardı, geçen burada çalıyordu hani. Sözleri şöyleydi: (Filumenist gözlerini kapatarak geçen gün çalan şarkının sözlerini okuyordu) Sevdama inan, kalbime bir lahzada aktın. Gönlümde yanan şule gibi ufkuma çaktın. Sahâmı güzel gözlerinle hep bana baktın. Baktıkça benim, benim ruhumu sen ateşe yaktın.’ Susmuştu Filumenist. Yeşim’i düşündüğü besbelliydi. Onu bekliyordum. Konuşarak kafasını karıştırmak, yanlış bir kelime kullanarak canını acıtmaktan korkuyordum. ‘Dostum’ dedi yeniden, ‘inandıramadık demek ki sevdamızı. Demek gözleri hep güzel bakıyormuş, ben bana güzel baktığını düşünüp aldandım. İçim çok yanıyor. Ama evet, haklı olabilir değil mi? Sevda da neymiş diyebilir. İnsanlar böyle biliyor musun? Böyleyiz maalesef dostum. Sevda deriz, birine sevdalandık deriz ama karşıdaki bize o gözle bakmayınca, bu sefer karşımızdaki insanların sevgisini, sevdasını küçümseriz.’ Yutkundu. Derin bir nefes çekip, tekrar geri verip devam etti:’ Ben onun bir başkasına olan sevgisini küçümsemiyorum. Kalp diyorlar ya işte, ben demek ki olmamışım dostum, yani olduramamışım bir şeyleri. İnanmamış olabilir mi? Hayır mı diyorsun? (Oysa sadece ona bakıyordum) Hayatında insanın çok kere başına gelmez bu işler. Hani sen de denk gelmiş olabilirsin dostum, altı ayda, sene de bir, bir başkasına ölüyorum, bitiyorum, seviyorum diyenler oluyor, geçip karşılarına, bağırarak ‘a bu nasıl sevda sizde ki, nasıl bir iştah, nasıl bir küstahlık’ demek istiyorum. Ancak çok yorgunum dostum. Yeşim bir ruşendi, hayatın tüm acılarına karşın umuttu benim için. Ben şimdi, yanılanın sadece kendimin kalıyor olmasına da sevinmiyor değilim. En azından o üzülmedi hiçbir şeye. İnsan sevmiyorsa birini, neden üzülsün ki? Bak, hemen de vazgeçti. Ne arıyor, ne soruyor artık. Geçen burayı işleten beyefendiye sordum, ‘hanımefendi uğramadı uzun zamandır efendim’ dedi. Bu budalalık mı, benim yaptığım, sana soruyorum, ben budalanın biriyi miyim? Bana ne dedi biliyor musun? ‘Beni sevmek zorunda mıydın? Bunu ben mi istedim? Neden beni sevdin ki?’ Nasıl acı verdi şu söyledikleri bir bilsen dostum.’
Geçen gün üzerimde biraz kırgınlık vardı. İş yerinde arkadaşları toplayıp, ‘arkadaşlar, bileniniz var mı, şöyle afiyetle bir et alsam da, bana güç versin, kırgınlığımı alsın. Hayvanın neresinden eti alayım’ diye sormuştum. Biri başparmağıyla işaret parmağını birleştirip, ‘sana şöyle güzel bir karı lazım’ derken, diğer ikisinden biri rakı, diğeri de votka söylemişti. Filumenist’in karşısında böyle alçak bir duruma düşecek değildim ama arkadaşların benim karşımdaki duruma benzer bir şeyler hissediyordum. Filumenist’in sol eli hala özel yapım çantanın üzerinde duruyordu. ‘Dostum’ dedi, ‘lafı çok uzatacak değilim. Buralardan gidiyorum. Nereye gideceğimi, ne yapacağımı sorma, bunları şu an ben de bilmiyorum ama gideceğim. Gitmem gerekiyor. Ufak bir bavulum var. Tüm eşyam onun içinde olsun istiyorum. Kitapları üniversite kütüphanesine bağışladım. Koleksiyon da artık yapmak istemiyorum. Seni sevdim dostum. En azından şu süreçte ne dersem diyeyim, sesini çıkarmadan, bana acıyarak da olsa beni dinledin. Bunlar önemli şeyler. (Dokunsam ağlayacak gibiydi.) Dostum, bu koleksiyon senin. Senin olsun. İster devam edersin, sana en basit ve etkili dünya çapında sıradan koleksiyoncu bulma yöntemlerimi söyleyebilirim ama buna gerek yok sanırım. Böyle bir hevesin olduğunu düşünmüyorum ancak en azından böyle bir şeye çok dikkatli bakacağına inanıyorum. Yine de… (Sahi ağlıyordu.) Yine de, şu kutuyu kendime sakladım dostum. Hani, onunla tanışmamıza vesile olan şu kutu. Onun parmakları bu kutu üzerinde gezinmişti. Bu kutuyu kendime saklasam, senin için bir sıkıntı olmaz değil mi?
Cevap verecek halde değildim. Montun iç cebinden çıkardığı kibrit kutusu sağ elindeydi. Sol elini tuttum avuçlarımın arasında. ‘Keşke gitmeseydin, keşke mutlu olman için bir şey gelseydi elimden. İnan çok üzgünüm.’ Aniden ayağı kalkınca eli avuçlarımın arasında kaldı. ‘Lütfen’ dedi, ‘burada vedalaşalım.’ Kutu sağ avucunda duruyordu. Sarıldık birbirimize. Yeşim’i bulup, nasıl bir ahmaklık ettiğini yüzüne haykırmak istiyordum. Nasıl olur da Filumenist’i sevemezdi.
Arkasından bakakaldım. Adım atmak, az da olsa onunla yürümek istiyordum ama ‘gelme’ demişti. Kafeden çıkmadan hesabı ödediğini görünce, tam adım atmak üzereyken bana bakıp, gülümsediğini ve eliyle selam verişini izledim. Adım atamamıştım. Kapıdan dışarı çıkıp giderken, ben ayaktaydım ve gözlerim hala kapıdaydı. Tekrar oturmadan masada duran çantaya elimi uzattım.
Üzerinde hiçbir emeğimin olmadığı, şimdiden sonra da olmayacağını bildiğim bir koleksiyon benimdi. Ben neydim peki? Bir filumenist mi? Filumenist en azından aşkın var olduğuna inanan biriydi. Karşılık görmeden üç yıl boyunca sevdalandığı biri olmuştu. Gariptir, böyle bir arzu bile duymuyorum. Belki de ben bu yokluğun koleksiyoncusu olabilirim. Nasılsa alışkınım…
YORUMLAR
Kibrit kutusu neyse de böcek koleksiyonu ilginç olmalı. Koleksiyoncuların kesişen hayatları güzel ele alınmış. Karakter giydirmeleri oldukça başarılı yani diyalogların yanı sıra zihin dünyasıyla davranış biçimleri arasındaki tutarlılık karakterleri gerçeğe yaklaştırmış. Böyle uzun bir metinde (gereksiz detaylar ve sıkıcı betimlemelerle boğmadan anlatmak sizin mahirliğinizi gösterse de ekran üzerinde uzunca okuyamayan okurlar olduğu da göz ardı edilmemeli sanki..) soru cümlelerine sıkça yer vermeniz zihnim dağılmadan hikayede kalmayı kolaylaştırdı.
Emeğinize sağlık.
kardeşim, kibritin var, kutusu var, yeşim'in de var. ne duruyorsun; üstelik kağıdın kalemin de var. yazsana ucu yanık bir mektup, koy sonra kutunun içine... ne o, fırlatacak pencere mi yok? yoksa kibrit kutularına mı acıdın? acımayacaksın kardeşim! halk bunu istiyor.
yine bir gün hiç unutmam, ortaokul yılları, yaşımız yirmi filan, öğrenci evimizin aynı odasında dört erkek kişi, neredeyse akşamdan geceye geçiş yapmak üzereydik. hepimizin ellerinde gitarlar; birimiz henüz çalışıp çalışmadığını bile test edemediğimiz elektro gitarını, birimiz klasik, diğer ikimiz akustik gitarlarını ayrı tellerden çalıyordu. kaos. biz öyle gitarlara paldır küldür girişmişken arkadaşın birinin kafasına çarpan bir kibrit kutusu ortamıza düştü. başlar aynı anda açık pencereye ağır ağır yönelirken çalışmamıza devam ediyorduk. bir kaç dakika sonra bir kibrit kutusu daha odanın bir köşesine düştü. yine tepki vermedik. ardından bir sigara paketi. pencereden nimet yağıyordu. yani, parasızdık. içimizdeki en sigaracı elektro gitarı olandı. hemen gitarı bıraktı ve paketi kaptı. iyi haber; paketin yarısı doluydu. hemen birer sigara yaktık. birimiz hariç gitarları bile bırakmıştık. dışardan "hu hu" sesleri geliyordu, "hu hu". sağır mısınız diye devam eden. içimizden en meraklımız pencereye çıktı, başını uzatır uzatmaz, "nihayet" diyen o kız sesini duyduk. en meraklımız "evet" deyince, ne istiyorsunuz anlamında, "merhaba, ben yeşim" dedi kız, "bu da şeyma." "evet" dedi arkadaş, "ne istiyorsunuz?" kızların seslerini duyabilmemize rağmen, en meraklımız başını bize çevirdi ve dedi ki; "kızlar tanışmak istiyorlarmış, ne diyeyim?" aynı anda, "salla gitsinler" der demez, arkadaş pencereyi kapattı. gitarlarımızı tekrar aldık. kaldığımız yerden devam, dan dan dan, tın tın, jın jın jan jan...
Yeşim derin hisleri olmayan veya henüz olusamayan,kalpten gecenleri okuyamayan ya da isine gelmeyen, begenildiginin farkında olan ve buna bencilce ihtiyaç duyan, koleksiyonerin kalbinden gecen " aşkın aldı benden seni bana seni gerek seni" , 13 harflik o güzel iki kelimeyi eskitmeyen. Zihnim açıldı yazınizla, uzundu ama değdi.Gunaydin , saygilarimla
İnsan seni okuduğu zaman en çok da vakti en güzel hâliyle böyle kıymetlendirişine seviniyor. Bu nasıl bir yazım güzelliğidir ve nasıl bir yazım gücüdür.
Her anlatmak ve aktarmak istediğini, anlama gücüne erişir miyiz bilemem ama bunları söylemek, sende zerre kibir etkisi yaratmayacağı için şöyle dolu dolu söyleyebilmenin rahatlığındayım ki hayran olunası yazdıkların.
Pek çok şeye yabancılaşıyorken yazılarının ‘kırık yanlarımızı’ onarıyor hissi, yalnız yanımıza yarenlik edişi ise bi başka.
Kim bilir yalnızca kendin için yazıyor da olabilirsin. Ama bunları buradan paylaşıyor olman, bize de sesleniyor olman büyük şans. Bunun için teşekkür etmeli…
Saygı ve selam.