- 566 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
VE İRKİLDİĞİMİZ GERÇEKLER...
İklimsel geçişler birikiyor Eylül ses verirken aslında nidalarında yoksun yabancılığımın, bir esaret erbabı olma zevkine nail olup bir solukta içiyorum cümle öbeklerini.
Zehir saçan tacirler geliyor gözlerimin önüne.
Hayatına mal olmak ne anlama geliyorsa, harcanan hayatları boykot ediyor ana haber bültenleri.
Zamansız ve saçma sapan ölümler düşüyor peşi sıra spiker, o donuk ifadesiyle, lal olmuş öğeleri saptırmadan bir bir dile getiriyor.
Ele avuca gelmez bir hegemonya, sırıtkan kelam aslında hiçliğin varlık katsayısı.
Ölüm.
Ve benzeri.
Ölümsüz addedilen.
Ölesiye seven kadınlar belki de ölesiye sevildiklerine kani, hala vazgeçmeyi beceremeyip belki de vazgeçmek nasıl bir huşu serpintisi ikram ediyorsa, bu sefer kocalarından ve bıçaklarından damlayan kan hücum ederken ekranın beyazlığını kırmızıya boğmuş üstüne üstelik buğulanmış yaralı, ölü bedenler…
Cenin vazifesi gören sevgi mağduru.
Aşkı ikbal bilip hüzne yakalanan ve de ölüme.
Darmaduman hayatlar çemkiriyor.
Bizler sadece uzay boşluğunda dolanan gök taşları gibiyiz: bazen ağlıyoruz gök bakışlarıyla genelde susuyoruz ve mizacımızın yorgunluğuna toz kondurmadan sesli acılar birikiyor kursağımızda.
Yabancılaşma… Toplumsal etkenleri bireysel etmenlerle kanıksayıp hala sorgulamayı hak görmeyenlere atıfta bulunup, edinilmesi zor bir mertebe büyük ihtimalle.
Ne çok faktör.
Ne çok uzman.
Ne çok öneri.
Akıl geri dönüşüm kutusu vebali yine bilinçaltının dolduruşuna geldiğimiz.
Öykündüğümüz insanlar somurtuyor.
Somurtan çehreler soluyor ansızın.
Zaman yapışkan bir aksanla yaraları dikiyor sonra mekân özürlü hislerimiz mutlu anılar peşine düşüp başlıyor çocukluğa yolculuk: Freudyen teorilerin bile işe yaramadığı aslında terzi söküğünü dikemez mağduriyetiyle psikanalizin kurucusu kuru sıkı bir tebessüm sıkarken.
Zanlı hayatlar çoğalıyor sonra da çoğalan acılar sonlanıyor sonra da sonlanmayan ne varsa yeniden başa dönüyor plak. Takılı kaldığımız ne çok evre ve değişken maliyetlerin uzvunda birer hane kondurup hecelere sayıları ve harfleri eşleştiriyoruz.
Yoğun bir propaganda aslında teneşir paklar, zihniyetini hor görüp pek çok anlamda yozlaşan insan ırkının geldiği nokta ne de olsa ar damarına ihanet mevzu bahis sonra da kendi ayıbını görmeden hayata ve insanlığa ihanet eden o züğürt tesellisi.
Nifak sokulası ne varsa yine insan hüviyetine mazlum bir rest çekiş.
Kimlerdensiniz?
Yarım yamalak bir cevap.
Ve o metalik ses soruyor bu kez:
Lütfen kimlik numaranızı kodlar mısınız?
Hal hatır sorma faslını geçtik geçeli…
Ahkâmlar yüklendik yükleneli.
Somutu kapı dışarı edip soyutluğa geçiş yaptığımız o lahit.
Ölü hücrelerimiz aslında ölü kimliklerimiz ile tıkıldığımız o tek kişilik hücremiz.
Beyanatlar nasıl da patavatsız.
İkram edilen ne ise son kullanma tarihini çoktan geçmiş.
Ama asla iade etme hakkımız yok lakin beterine müracaat ediyoruz:
Vahşet.
Kıyım.
Kıran kırana.
Maç müsabakalarında bile özgünlüğümüzü ve özgürlüğümüzü çaldırdık lakin peşin hükümlü olmak adına çarelerin tükenmediği coğrafyalarda nasıl da çareler bulunuyor.
Dur! Kimliğini göster!
Buyur ağabey.
O da yetmez.
Dur üstünü arayacağız.
Güven telkin eden ne ise kayıplarda aslında ayıp bellediklerimiz sandukasında milenyumun.
Sevme özürlü değiliz asla. İyi de kimdir bu ortalarda dolanıp huzuru bozan?
Güne başlarken korkarak açtığımız televizyon ekranı ya da sosyal medyada vuku bulan nicesi.
Evladım, ihmal etme de çantana koyduğum tüm yemekleri ye, e mi sonra da servisine bindiğinde ara beni ki geldiğinde evde olayım…
İyi de o çocuk bakalım sağ salim dönebilecek mi eve?
Aldığımız son habere göre çocuk istismarında…
Bip.
Asla.
Ne haddimize!
Ve irkildiğimiz gerçekler.
Zamandan ve mekândan ayrı düşmüş ruhlarımız alıntı yapan cümleler misali, hayatı ve öksüzlüğümüzü yoğuruyor.
Yabancılaştıkça ama önce kendimize derken soyutlaştıkça; bu kez toplumdan ve ahkam kesen uzmanlar defalarca aynı konuların farklı kişilerce işlendiği ve asla seyretmediğimiz:
Şeker yemeyin efendim.
Ne yemeliyiz?
Biraz nefret biraz yalan biraz da cinselliği…
Bip.
Vızıldayan ne çok arı.
Oysaki arı düşlerimiz vardı eskiden.
Polenleri israf etmeyin lütfen.
İyi de neyi koklayacağız?
Peşin fiyatına on taksit, ithal kokularımız ömür boyu garantilidir.
Vay anasına! Dememek adına zor tutsak da kendimizi.
Grupların peşin hükümleri ve peşin hükümlerin insanları ayrıştırdığı gerçeğini görmezden gelip birbirimizi kılık kıyafetlerimize ve teknoloji ile ters orantılı ölçüp biçtiğimiz.
Kaç kilosun kardeş?
Ayıp, ayıp söylemem.
Ben sana şu rejimi önereyim de gör faydasını bir de şu ilaçtan kullandın mı bak gör iğne ipliğe döneceksin.
Ve bir genç kız daha hayatını kaybetti.
Başınız sağ olsun. Nesi vardı?
Mide ameliyatında enfeksiyon kaptı.
Ya diğer genç kız neden kaybetti hayatını?
Çok zayıflamıştı. İştahsız belledik lakin anoreksia denen bir hastalık bulaşmış kanına.
Ne yani, anoreksia bulaşıcı mı?
Tabii ki de tıpkı kanser gibi tıpkı tansiyon gibi.
Aklımızı koru Allah’ım, dememek için sabır dilediğimiz aslında reşit olmayan inançların görüntü kurbanı olduğu daha doğrusu vicdan kirliliği ve cehalet mağduru olup erkenden göç ettikleri.
Kızımızın nesi var? Ya oğlunuz? Sahi, iş buldu mu sizin oğlan?
Ne işi, kardeş; daha hangi okula yerleştirileceği belli değil.
Aklın kadar konuş! Pardon paran kadar! Pardon, en iyisi sen hiç konuşma hem konuştukça batıyorsun, batıyoruz.
Mevsimlerden insanlara bulaşan belki de insanlardan mevsimlere yansıyan ya da mevsimlerin de insanlar gibi çağ atladığı belki de sınıf atlama hevesine yenik düşüp sonla şerh düşülen o acı gerçekler.
Canımız acıdıkça daha da acıtıyoruz. Acıttıkça gömülüyoruz günahlara. Günahlar adam boyu. Adamlar zaten kayıpta aslında adam gibi adamlar, kadın gibi kadınları destur bilip yok saydıklarına mı yansınlar yok sayıldıklarına mı?
Aslında konunu girizgâhında, yabancılaşma erdemini işleyen merhume yazar Tezer Özlü’den yola çıkıp ufkumdaki hazanla bir özeleştiri yapacaktım ne de olsa acıklı hayat hikâyesine saplanıp kaldım sonra da bir kitabına düştü yolum. Belli ki rahmet istemiş.
Rahmetlerin nur olduğu; bakışların sulh olduğu; deyişlerin tükendiği; insanların kirlendiği ve kirlettiği belki de birer objeden farkımızın kalmadığı hatta ve hatta objelerin bile daha da kıymete bindiği biz insanlardan çıkıp da yola artık nereye varacağımızı bilmeden belki de bilmek istemediklerimize atıfta bulunup…
Belki de ili Özlü’nün bir cümlesini not düşmek isabetli olacaktır ne de olsa ondan esinlenip de dile getiremediklerimi bir diğer yazıma sakladığım ve kendimi de esefle kınadığım:
‘’Niçin dünyaya geldiğini bilmiyor musun? Anlatmalısın, anlatmalısın, ayrıca acıkmalısın, susamalısın… sonun korkunç, sefil olmalı! Bunu bilmiyor musun? Bunu sana Pavese söylüyor.’’(Alıntı)
Anımsayabildiklerimizden çıkıp da yola derman olamadığımız ne ise ya da her kim… sonra da tehir edip bildiklerimizi yine benliğimize yüklediklerimizi de yok sayıp, yok sayılmaktan öteye de gidemediğimiz…
Yabancıların yabanlarında; sezgilerin tortusunda aslında idame ettirdiğimiz hayatın boşluklarına serdiğimiz duygular, hayaller ve umut dolu tohumları da ekip ekip… esir düştüğümüz kadar esarete de inanmadığımız aslında aklın katmanlarında duygu yığınlarından öte varlıklar olmamızla övündüğümüz ve öğüttüğümüz hayatlarımız sonra da çorak toprakların yeşermesini beklediğimiz…
Dışarıda eşlik eden Eylül yağmuruna bir nazire edercesine belki de hayat nemli gözleri ile bizi esaretine almışken belki de kapıldığımız hazan da hüzün açılımı ile bir türlü mutluluk ile denkleşmeyen mevsimler ve yorgun yürekler ve üşüdükçe sarıldığımız cümleler kadar da mektepli belki de alaylı bir sunum belleyip hayatı bilgiye ve sevgiye olan açlığımızla hemhal.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.