- 1046 Okunma
- 0 Yorum
- 1 Beğeni
EYLÜL'DEN NASİPLENMEK BU OLSA GEREK...
Biçare mizaçlarda top tüfek yanılsamaların çığırtkan yalınlığı. Gözden süzülen değil de düşen bir Kerem mi Eylül’ün sıradanlığında gönülsüz kelamın peşini topladığım ve yeknesak rahmetine doyamadığım, duyumsadığımdan da fazlası aslında duyumsanmakla serzenişlerin gölgesinde sükûtun özlemi…
Derli toplu ama densiz seyrinde muteber bir yoksunluğu kabullenmek ve iflah olmaz sancıların da burktuğu içimin deryaları, nasiplendiğimden ötesi demek ki helalim değil yine sıfatların kaygısında, gizli özne olmaktan öteye gidemediğim.
Gün devirmiş çoktan yarısını belki de aklımın demliğinde süzme çay tonunda hüzün bekçileri topluyor yine pıtırcıklarını evrenin: bense süklüm püklüm aryaları tıkıştırıyorum sessizliğin dibine. Ses etmem yasak, kaygılardan yana derdim, sükûtun özleminde az sonra çıkacak fırtınaya hazırlıklıyım yine: kuşandığım siyahı beyaza tercih edip geceye hazırlığım ama öncesinde süt liman yüreğimde azıcık da olsa yol alacağım derbeder sarnıçlardan uzandığım gök kubbenin eşkâlini içip de rahmetine doymak adına hüznün.
Gece sefalarına özlemim ne de olsa gündüzün çığırtkan yanından muzdarip, asil bir sessizliğe bürünüyor evren ve içimin hezeyanlarını süzüp, yatırdığım hüzün salıncağında üç beş kelama düşüyor yolum bir yandan başımın yana düşmesinde mecazi bir keramet arayanlara da ses etmiyorum belli ki dünün öğretisi aslında günü dünle karıştırıp zaman kavramından bihaber olmanın da tecellisi.
Yansız ya da yankısız olması gereken söz öbekleri.
Sonra da tahlile gönderdiğim iç sesim ve boykot ediyor evrenin Efendisi:
‘’Az daha sabır, sen fani. Şükrünü eksik etme ve sadece bak önüne.’’
Neylerim, derken öncesinde, Eyvallah, deyip düşüyorum yollara.
Hal hatır sorma faslını geçip iri adımlarla çörekleniyorum sonra da soğutuyorum yüreğimin motorunu.
Biraz sıkılgan biraz kırılgan ve yorgun tahayyüllerden geçip arka bahçelerine süzülüyorum gönül bahçemin.
Toparladıklarımla hemhalım aslında top yekûn fakirim hele ki beyanlarda isimsiz yansımalara rast geliyorsam hak iddia edenlerin.
Sürgülü yüreğimin muhalif yabancıları.
Aslında dostluğuma ihanet etmeyen kim ise.
Az sonra varacağım diğer yakaya her nasılsa yalın ayak izini sürdüğüm batmakta olan güneşin ve dürttükçe insanlar kalabalığın titrinde değil varlığımın fıtratına uygun kıyamlara özlemim.
Belki bir kahkahaya rast gelip öfkemi sağalttığım.
Belki bir hüzne denk düşüp dertleştiğim.
Yorgun adımlarımdan kehanetler ürettiğim.
Yorgun adam ve kadınlardan hikâyeler derlediğim.
Yeni bir eğitim-öğretim yılına selam çakıp, ruhuna rahmet okuduğum geçmişteki tüm öğretmenlerimin ve öğrencilikle iştigal genç nesle de hayırlar dilediğim ama sessizce belki de asla sonlanmayan öğrenci kimliğimle asla örtüşmeyen mazideki eğitimci kimliğimi sonra da sorgu sual hak getire, dercesine yine sükûtu örttüğüm acılarım.
Kırık gün ışıkları.
Kırık üç beş cam şişe belli ki yorgun garson tepsiyi devirmiş.
Ve demli bir bardak çayı devirip göz kırptığım o ufaklık.
Annesinden ve dünyadan bihaber ya da bizlerden daha vakıf olan bitene de ses etmiyor akşam güneşi yalarken sarı buklelerini.
Eylül’den nasiplenmek bu olsa gerek.
Ya da hayatın kırıklarını aldırmak adına kestirmeden yaşadığım hayatı sahiplenmek.
Naçar olmak ya da kaçarı yok iken hüzün körükleyip de ben solunum yollarımda üç beş sarı yaprağı süpürmekle saklamak arasında gidip geldiğim.
Gidip geldiğim yollar aslında yürüyüş parkuru benzeri lakin trafiğin de yoğun akıp yayalara geçit hakkı vermeyen ve ben zig zaglar çizip kendimde oyalandığım kendimce eğlendiği ve bilumum insanı gözlemleyip hikâye kahramanları yarattığım.
Yavaş yavaş hava kararmaya yol almışken, yol üstünde en sevdiğim çay bahçesinde soluklanıp bir de hal hatır sorup kıyama durduğum o ılık esinti ve terli vücudumdan değil de hüznüm ürpertirken sonra da alyuvarlarımı ve akyuvarlarımı tahlil edip, insanların kansızlığının kaynağını arama isteğim.
Zararsız iklimler kuşandığım.
Sakıncalarını görmeden ve bilmeden sevdiğim insanlar…
İnsanlar…
Zehrim.
Panzehirim.
Yaşama amacım.
Ölüm denen sarkacın mimlediği o kayıtsızlıkları oysa ben dokunmadan ve görmeden yüreğime yerleştirmişken.
Sonra da akıl tutulması yaşayıp gönül yorgunluğumu satırlara sunduğum.
Akla ziyan belki de zira yabancı ya da tanıdık ben nasıl ki düşkünsem insanlara ve onların verdiği tüm ziyanlara.
Acıdan beslenen yarımadası son durak filminden bir alıntı takılı iken aklımın iplerinde ben hala otobüs durağına gelmeyi erteleyip parandalar attığım mecazi yankıları, aykırılıkları gönül gözümden ayrı kalamadığım lakin pervazında solan menekşeleri de atmaya kıyamadığım.
Belki hafta başı.
Belki ay sonu.
Ama illa ki dokunaklı olmalı kelam da hazan da sonra da son sürat üzülmeliyim geceye peşkeş çektiğim kalemi mimlerken Tanrı ve ilham perim.
Hakkın hak gördüğü.
Çok şükür.
İnsanların reva gördüğü.
Ne münasebet?
Kaygılarımı sonlandırıp mutlu olma hakkımı kullanmak adına mutlu etmekle mükellef olduğumu hissettiğim insanlar.
İyice çöktü karanlık bense boş ve fevri akımlarda yine düşler türetiyorum hani olur da düşerim bir aklın minvalinden; hani olur da kalkışa geçerim sayfanın ortasında.
İmla hataları yapmalıyım belki de tıpkı insanları hata bellemediğim lakin hata bellendiğim gibi.
Alacaklarım var: çok çok ağır.
Aslında yol yorgunuyum ne de olsa her gün asırlar ve mekânlar aşıp yola çıkıyorum belli ki yoldan çıkmamak adına, aklım çıkıyor ne de olsa hesap vermeliyim İlahi Adalete ama öncesinde menzildeki yanlışlarımı silip doğrular peyda olmalı ve vicdan denen yastıkla iyi bir dostluk sergilemeliyim.
Elim çok ağır ve annemin hep bana kızdığı o husus sanırım iyi bir ev kızı değilim sanırım ev işlerindense benliğimin hicaplarına ve satırlara daha fazla zaman ayırıyorum.
Ama elim gerçekten çok ağır: ben bunca poşetler… hah, işte, şu taksiye atladım mı, dememe kalmıyor benden naçar bir yol yorgununa rast gelip ve merhaba deyip atlıyorum ben de taksiye. Allah’tan kısa mesafe. Neyin hesabını yapacaksam? Hele ki pasaklı aklımın hüznüne paha biçemezken şimdi de cüzdanımdaki parayı mı düşüneceğim?
Kayıtsız değilim ama belleğim kayıt altında hele ki şoförün güleç yüzünü görünce mutlanıyorum. İyi bir yol arkadaşı buldum: yaşasın.
Adam anlatmaya başlıyor sonra ben anlatıyorum.
Dört çocuk büyüten yiğit bir baba. Anlatıyor da anlatıyor benim ise gözlerim yaşarıyor.
Ama acımak duygusu filan değil onun dediği gibi sadece insanlığını duyumsatan ve insanlığıma sahip çıktığım kadar hayata ve ailesine sahip çıkan nice babadan biri.
Ne o?
Günlerden görmediğim ve trafiğin tam ortasında, araba kırmızıda durmuşken ve yeşil yanıyor ansızın ve ben; bekle, diyorum hem yolda gördüğüm yaşlı adama hem de şoföre.
Adam hayır, amca hayır dede: çok çok yaşlı ve bu saatte elindeki kağıt helvaları satmak adına duruyor arabaların yanı başında.
Soramam ki.
Hem sorsam ağlarım.
Sadece adamın elini tıkıştırıyorum ne kaldıysa cebimde.
Alamam ama almalıyım.
Öyle ya; adamın sermayesi o kâğıt helvalar ama almazsam da gururu kırılır.
Ben kâğıt helvayı alıp gözümdeki yaşı saklarken şoför gaza basıyor bu sefer elimdeki helvayı uzatıyorum direksiyondaki adama ve hala saklıyorum gözümdeki yaşı.
O da ağlamaklı ama suskun.
Ben zaten ezelden suskunum lakin içim kaynıyor.
Ve uzun bir sessizlik ama herkes mutlu.
Ben.
O yaşlı amca.
Ve direksiyondaki yiğit baba.
Büyük ihtimalle evinde babasını bekleyen o küçük çocuk da helvasını yerken gülümseyecek.
Ama en çok Yaratan mutlu.
Hissettiğimden de fazlası içimin doygunluğu ve doluluğu.
Ah, benim bu insan sevgim.
Her şeye değer yaşamak.
Yaralansak da mümkün mü geri durmak inanmaktan ve sevmekten?
Lav ettiğim dünü, lahzamda sakladığımı umutlarım ve an’ımı pekiştiriyorum iç sesimle ve gecenin sessizliğinde klavyenin tuşlarına mutlulukla basarken daha çok seviyorum hayatı ama öncelikle Rabbimi zira hissetmek kadar güzeli var mı ve sevmek kadar ve de inanmak?
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.