- 1570 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
BİR ANI: TATVAN YİBO’DA MOBBİNG!
Şirin İlçe Tatvan’ın adını, sınıfımızın duvarında asılı bulunan harita üzerinde sıklıkla oynadığımız “yer ismi bulma” oyunundan duymuştum. Günün birinde, ekmeğini yemek, havasını teneffüs etmek, kaldırımlarını adımlamak üzere uzun sayılabilecek bir süre için oraya gideceğimi söyleselerdi “hadi oradan sen de!” derdim. Hayat sürprizlerle dolu derler. Aynen öyle olmuş, üç koca yılımı geçirmek üzere Van Gölü kenarındaki o şirin ilçede bulmuştum kendimi.
Yeni bir mekân ile tanışmak heyecanı bir yana, ortaokula gidecek ve o yıllarda ilkokullarda giydirilen siyah önlüklerden kurtulacak gıcır gıcır lacivert takım elbiseler giyinecektim, lacivert şapkalardan takınacaktım. Ya çevremizdeki hacı hoca takımının cümlesince haram diye ilan edilmiş rengârenk kravatları boynuma takmak ise apayrı bir heyecan veriyordu. Sahi nasıl bağlayacaktım kravat denilen o bana yabancı nesneyi. Okulumuzdaki erkek öğretmenlerimizin boynunda görmüş ancak hiç dokunmamış ve de yakından görememiştim Hırvatların dünyamıza armağan ettikleri o gâvur (?) icadı şeyi.
Heyecanımın doruğa ulaştığı Tatvan’daydım nihayet. O yıl Solhan YİBO’dan on yedi kişilik bir grup oluşturarak gitmiştik. Yeni ve yabancı bir ortamda bir birimize sıkı sıkıya kenetlenmemiz gerekiyordu. Neredeyse hepimiz ilk kez ailemizden ve doğup büyüdüğümüz mekânımızdan bu denli uzaklaşıyorduk. Anadan, bacıdan, kardaştan ırak olmanın hüznü boynumuzu büküyordu. Bundan böyle bir birini kardeş ilan etmiş on yedi kişilik bir takımdık. İki ayrı sınıfa ayrılmış olsak da yatakhanede, yemekhanede, bahçede hep beraberdik. Ya o şehre gruplar halinde gidişlerimiz yok mu; görmeye değerdi valla! Çarşı-pazara tek başına gitmek mi? Asla. Üç beş binlik küçük bir kasaba, yutup yok edecek bizi sanki.
Bize yabancı olan çocuklardan birisiyle kavgası olan arkadaşımızın yardımına koşuyor, parası bitenlerle paramızı paylaşıyorduk artık. Hafta sonu çarşıya giden arkadaşlarımızın getirdiği kabak çekirdeğini paylaşır olmuştuk. Varlığımızla yokluğumuzu bölüşmeyi öğrendiğimiz gibi onu çevremizdekilere de öğretiyorduk adeta. Kardeşlik gibi bir şeydi bizimkisi. Dile kolay; Solhan’daki yatılı okulda koca dört yılı aynı çatı altında bir aile gibi birlikte geçirmiştik.
Tavan’daki yeni okulumuzda da bizi zorluklar ve çilelerle dolu bir hayat karşılamıştı. Yatılı okulların ortak özelliğidir çile ve dertler. Yemekler, eski okulumuz kadar olmasa da yine berbattı. Giysiler yine tek tip, yine yetersizdi. Üzerimize giydirilen kalitesiz lacivert ceketlerle gri pantolonlar çok geçmeden renkleri soluyor, diz ve dirseklerden yırtılıyordu. Sırf törenler ve resmigeçitler için dolaba sakladığımız cicilerimizi saymazsak diğer giysilerimiz kelimenin tam anlamıyla berbattı.
Öğrencilerin ezici çoğunluğu yine erkek öğrencilerden oluşuyordu. Otuzar öğrenciden oluşan her sınıftan iki şubenin bulunduğu o koca okulun orta kısmında yalnız iki kız öğrenci vardı ki, onlar da diğer sınıftaydı. Bizim sınıf koçlar sınıfıydı. Ortaokul kısminin bu iki kız öğrencisi hepimizin gözdeleri, gönüllerimizin sultanlarıydı. Sınıflarındaki bir sırada birlikte oturuyor, neredeyse hiçbir erkek öğrenciyle konuşamıyorlardı. Onlarla iletişim kurmamız konusunda adı konmamış bir yasak hüküm sürmekteydi. Ders işleme esnasında kurulan gruplar içindeki iletişimi saymasak neredeyse herkes zoraki küstü onlarla. Bu durum o kız arkadaşlarımız için büsbütün zordu. Ders konularını dahi utanarak ve sıkılarak sorabiliyorlardı diğer arkadaşlarına.
Ancak ikinci sınıfa başladığımız yıl Abdullah isimli bir arkadaşımız ortaya çıkmış ve bu tabuyu yıkmaya karar vermişti. Abdullah, belki yaşının bize göre daha büyük olması, belki de yetişme tarzı nedeniyle sahip olduğu özgüveni sayesinde olması gerekeni yapabilmişti. Esasen bir kız arkadaşı ile gayet normal olan o iletişim, o yıllarda böylesi yasaklarla dolu bir ortamda devrim gibi bir şey olmuştu. Abdullah ile diğer sınıftaki Feride isimli kız arkadaşımız bir birlerini kan kardeşi ilan etmişlerdi herkese. Biz ve öğretmenlerimiz onları kan kardeşi olarak tanıyorduk artık. Belki de öyle bilmek zorunda kalmıştık.
Diğer öğrenciler, buldukları her fırsatta bu ilginç arkadaşlığı biraz da kıskanarak onların gıyabında eleştirmekten geri kalmıyorlardı. Hani halk arasında meşhur bir söz var ya “kedi ulaşamayacağı ciğere mundar dermiş.” Bizimkilerin de yaptıkları öyle bir şeydi işte. Okul idaresi ve öğretmenler, okulun en sosyal öğrencisi olan Abdullah için nedense herkese uygulanan o anlamsız yasağı uygulamaya gerek görmemişlerdi. İyi de etmişlerdi! Okuldaki pek çok öğretmenle arkadaşlık gibi bir iletişim kurmaya muvaffak olmuş Abdullah’a kıyamamışlar mıydı, yoksa kan kardeşliği ile kamufle edilmiş o masumane ilişkiye karşı çıkmaya gerek mi duymamışlardı; bilemiyorum.
Öyle garipliklerin kol gezdiği okulda başka başka ilginçlikler de vardı. Beş yüz ilkokul, iki yüze yakın da ortaokul öğrencisinin bulunduğu o okulda tam bir mobbing uygulaması vardı. Her öğrenci, adeta çift yönlü olarak maruz kalıyordu mobbing dediğimiz bu baskılara. Öğretmen ve idarenin uyguladığı sürekli mobbing yetmiyormuş gibi öğrencinin öğrenciye uyguladığı bir çeşit mobbingden de söz edilebiliyordu.
Okuldaki öğrenci arkadaşlarımızın beşte biri gibi bir kısmi alevi mezhebine mensuplardı. Ama o arkadaşlarımızın kendilerini ifade etmeleri mümkün mü? Çoğunluğun kınama, ayıplama, alay etme gibi baskıcı yöntemlere başvurduğu okulda onlara hayat hakkı yoktu adeta. Öğretmenler bu garip durumu düzeltmek için hiçbir şey yapmıyorlardı nedense. Bu gereksiz mobbingi kırmak bir yana ona seyirci kalarak bir nevi devamını sağlıyorlardı. Ramazan ayında okuldaki öğrencilerin tamamı oruç tutuyordu. Alevi arkadaşlarımız kerhen bu uygulamaya katılıyorlardı. Ramazan ayı boyunca okulda öğle yemeği çıkmıyor, sahura kalkmak neredeyse mecbur tutulmuş gibiydi. Sahura kalkmayan öğrenci kahvaltı ve öğle yemeğinden mahrum olduğu için açlığa mahkûm oluyordu, bu nedenle sahura kalkmak adeta kaçınılmazdı her öğrenci için.
Birgün, Tatvanlı öğrencilerden biri olan ve suni mezhebine mensup Celal Avcı(Celo) isimli arkadaşımızın tuvalette sigara içtiği duyulmuştu. Haberi duyan pek çok ilkokul öğrencisi üstüne yürümüştü onun. Ortaokul arkadaşları ise kınamışlardı Celo’yu. Suçüstü yakalanmasına rağmen bin bir yemin ederek oruçlu olduğunu ve bunun bir yanlış anlamadan kaynaklandığını söylemek zorunda kalmıştı bizim Celo. Bir nevi mahalle baskısını uygulamıştı herkes ona. Her öğrenci içinden bu garip uygulamayı tasvip etmezken topluluk psikolojisini aşamıyordu kimse. Abdullah’ın kız arkadaş edinmesi gibi birisinin ilk hareketi başlatması gerekiyordu, ancak ikinci bir Abdullah yaratamıyorduk aramızda.
Gariplikler bununla kalsa iyi. Verdikleri her türlü yabancı menşeli gıda maddelerini boykot etmiştik. Gerekçemiz de bir o kadar tuhaf bir nedene dayanıyordu; domuz etinden, sütünden ya da yağından üretildiği iddiasını habire tekrarlayıp duruyorduk. Sarı renkli Hollanda peynirini ancak liseye gittiğim yıllarda Mersin Öğretmen Okulunda tadabilmiştim. O koca üç yılda masalarımıza bırakılan o harika peynirleri sadece izliyor sonra da kuru ekmekle çayı yudumlayarak çıkıp gidiyorduk. O güzelim peynirlerin martılara yem olmak üzere çöpe gitmesine razı olmayan okul idaresi, kendince bu anlamsız direnişi kırma adına her masaya bir gözetici öğretmen görevlendiriyor, peynir istihkakını tüketmeyen öğrencilere dışarı çıkma izni vermiyordu. Ama nafile! Topluluklar her zaman ilginç çözümler bulurlar. Biz de peynirleri gizlice küçük kâğıtlara sararak ceplerimize yine gizlice koyuyor ve peynirleri yiyip bitirdiğimizi söyleyerek gözetmen öğretmenleri yanıltıyor sonra da çıkıp gidiyorduk her defasında. Sonra da muzaffer bir edayla domuz peynirini yemekten nasıl kurtulduğumuzu diğer sınıflara öve öve anlatıyorduk. Bizim hinliğimizi gösteremeyenlerin vay haline! Günlerce alay konusu olurlardı zavallılar. Ne cehennemlikleri kalıyor ne de üst başlarının domuz koktukları…
Son sınıfta olduğumuz yılın yine bir sabahında yemek masalarda hiç dokunulmamış sarı peynirleri gören nöbetçi bayan öğretmenimiz buna dayanamamış ve bütün peynirleri toplattırarak evine göndermişti. O olaya çok sevinmiştik. “Keşke her defasında birileri bu iğrenç domuz peynirlerini toplayıp evine götürse biz de kurtulabilsek” demiştik.
O güzel ve leziz peynirin domuz sütüyle uzaktan yakında ilgisi yoktu tabi ki. Halis inek peyniriydi. Bütün öğretmenler, mütemadiyen bizim beynimize kazımaya çalışıyorlardı bu fikri. Ama gelin görün ki bütün bu çabalar hiç işe yaramıyordu. Biz, yine o her zamanki bildik görüşümüzde ısrarlıydık: “Domuz sütünden yapılmış peynirleri yemeyiz.”
Konserve edilmiş yabancı meşeli kıymaların dökülmesi de sıkça rastlanılan olaylardandı Tatvan YİBO’da. Peynir gibi kıymayı da günah listemizin baş tarafına yazmıştık. Bize göre domuz etinin daniskası konuyordu sofralarımıza. Kâh rengine, kâh kokusuna kulp takıyorduk. İçimizden biri şaş kaza dokunmaya görsün; kıyametler koparıyorduk. Amerika’dan mı gelmişti yoksa peynir memleketi Hollanda’dan mı; bilemiyorum. Açlığın kol gezdiği, yemeklerin doyurmayacak kadar az ve bir o kadar da kötü olduğu bir ortamda masalara servis edilen kıymaların mahalle baskısı nedeniyle yenilemediğini düşünmek bile insanı kahretmeye yeter.
Abdullah’ın dolaylı bir yol ve yöntemle kız arkadaş edinmesi, Celâl’in oruç tutmaması girişimi gibi Hüsnü Yılmaz isimli arkadaşımız da kendi kendimize koyduğumuz “kıyma yeme yasağını” kırma girişiminde bulunmuştu. O, her yaz tatilini İstanbul’da çalışarak geçirdiği için bize göre daha erken sosyalleşebilmişti. Cesareti bu nedene dayanıyordu. Ancak anında bizim tepkimize maruz kalmıştı, inanç ve itikadının zayıf olduğunu söyleyerek bir nevi aforoz etmiştik onu. Artık ona şüpheyle bakıyor, aramıza mesafe koyuyorduk. Hüsnü’nün o okulda bir daha arkadaş edinmesi neredeyse mümkün olmamıştı.
Van Gölünü bir sevgili eş gibi kollarını açıp saran Okulumuzda bu gariplikler hiç nihayet bulmadı. Biz mezun olup ülkemizin çeşitli yerlerine gittik ama o yanlış gelenekler hiçbir yere gitmedi. Bizden sonra gelen yüzlerce binlerce öğrenciyi boğmaya devam etti. Hala eğitim öğretime hizmet vermeye devam eden bu güzide okulda şimdi neler oluyor, neler yaşanıyor; bilemiyorum. Umarım her şey daha iyidir şimdilerde….
Ömer Adar -2005
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.