- 905 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
BİR ZAMANLAR KÖYDEKİ BESLENMEMİZ
BİR ZAMANLAR KÖYDEKİ BESLENMEMİZ
Beslenme sözcüğünü; “Canlının gelişme, sağlıklı ve üretken olarak uzun süre yaşaması için gerekli olan besin ögelerini tüketip kullanabilmesidir”,diye tarif edebiliriz Bu durum; insanlarda, kara hayvanlarında ve hatta bitkilerde de aynen geçerlidir. Her cins canlının kendisine özel ayrı bir beslenme şekli ve besinleri olsa da birkaç madde hepsinin olmazsa olmazlarıdır. O da bilindiği gibi su ve havadır. Bu bakımdan ilk insanlar akarsuları ve pınarları bol olan havadar yerlere yerleşmişlerdir. Ayrıca hayvanlar ve bitkiler de buna benzer verimli toprakları kendilerine mesken tutmuşlardır. Her canlının hayatını normal bir şekilde devam ettirmesi için yeterli besin maddelerini de alması gereklidir. Bu duruma “Dengeli Beslenme” denir. Besinleri fazla veya noksan alınmasına da “Dengesiz Beslenme” denir ki bu durum her canlı için zararıdır. Dengeli beslenen bir insan canlı, hareketli, düzgün görünümlü ve işlere istekli olurken dengesiz beslenenlerde ise bu durumların tamamen tersleri görülür. Beslenme konusunu uzmanlarına havale ederek çocukluğumda köyümde nasıl beslenirdik, öğünlerde hangi yemekleri yerdik, o eski günlere doğru hep beraber bir yolculuk yapmaya ne dersiniz?
Geçenlerde internette gezinirken Ardanuç-Yolağzı Köyümün Nasudev Tarlalarında ilkbaharda yayılmış otlayan kalabalık bir koyun sürüsü resmini görmüştüm. Yeşillikler içindeki köyümü görmekten mutlu olurken otlak haline gelmiş tarlalarımızın bu duruma düşmesine ise üzüldüm. Çünkü çocukluğumda 1950’li yıllarda bu tarlalardan ekmeğimizi, aşımızı temin ederdik. İlkbaharda bu tarlalarda; karlar kalkınca üç çift öküzle sabah erkenden çift koşmaya başlardık. Babam kutanı/pulluğu, ortağımız/mogdamımız Kurbanı Özkan Amca Kutana bağlı öküzleri ve ben de ortadaki öküzlerin boyunduruğuna binerek çifti birlikte yönetir tarlalarımızı sürer, ekerdik. Bunun için sabah erkenden kalkar el yüzümü yıkadıktan sonra pilekide(1) pişmiş poğaça ekmeğinin kenarından küçük bir parça koparır içine azıcık bir şor peynir (2) koyar ve öküzleri boyunduruğa bağlarken bu yöresel sandviçi yerdim. Bu atıştırma, bazı kuşlara yenkilmeme(3) için öğretilmiş bir önlemdi.
(1)-Pileki::Yörede ekmek ve bazı yemekleri pişmesini sağlayan topraktatan yapılmış tepsi şeklinde bir gereç.
(2)-Şor Peynir; Özel bir koku ve acımsı bir tat verilmiş bir cins tulum peyniri.
(3)-Kuş yenkme: Sabaleyin karakuş veya kuku kuşunu kendisini görmeden veya sesini duymadan önce insanların yuzünü yıkaması ve bir parça ekmek yemesi ile adı geçen kuşlar görünce yenkme,aksi halde yenkilme inancı.. Kuşların yenkilmesi ile daha şanslı ve işlerinin yolunda olunacağına inanılırdı. .
Tarlayı koşarken kuşluk vakitlerinde karnım zil çalmaya başlar, annemin yolunu dört gözle beklemeye başlardım. Nihayet annemin bir elinde ekmek küleği, diğer elinde çorba bakracı olarak bizlere doğru geldiğini görürdük. Annem tarlanın başında uygun bir yere sofra örtüsünü serer, ortasına büyükçe bir güveç yerleştirir, içine çorbayı döker, çevresine poğaça ekmeği dilimlerini ve tahta kaşıkları yerleştirirdi. Bizler de yakınında çifte mola verir, öküzlerimiz dinlenip geviş getiriken ellerimizi yıkadıktan sonra sofranın çevresinde oturmaya başlardık. Büyüklerimiz çorbaya ekmek doğrarken sofra örtüsünü dizlerimize çeker, kaşık elde ekmeği lokmalar halinde mideye indirmeye başlardık.. Doğrama işi bittince kaşıklar art arda güvece girip çıkmaya başlardı. Çorba bittikten sonra güvecin yerini içinde şor peynir olan bir bakır tabak yerleştirilir ve lokmalar peynire bandırarak ağızlara taşınırdı. Yemek arasında tek bardak ile su dağıtma işini de bazen ben bazen annem yapardı. Sofradakilere su yetiştirmeye uğraşırken yiyecekler suyunu çeker, sofradan aç kalkma durumları dahi olurdu. Bazen de bitişik tarlaları koşan komşular ile birlikte yemek yenilirdi. Biz morbetler/yardımcı çocuklar bir sofrada, büyüklerimiz ayrı bir sofrada neşe içinde yemeklerimizi yerdik. Sabahları genelde; ayran, purşuk, kesme, helle ve bulgur çorbası gibi yöre çorbalarının birisi menüde yer alırdı. Kış aylarında ise okula gitmeden önce de ailece aynı şekilde sabahlığımızı yapardık. O zamanlar bizler çay ile kahvaltı yapmanın ne olduğunu bilmezdik. Bir misafir geldiği zamanlarda bile çay değil kahve veya havlican, ikram edilirdi. Çobanlık yaptığım sıralarda ise sabahları bazı arkadaşlar ısıtılmış süte ekmek doğrayarak kaşıkla yedikleri halde ben bunu pek sevmezdim. Genelde koyunları sağmaya gitmeden önce annemin anuh tavasına(4) koyduğu tereyağının içine ekmek doğrayarak dogmaç yapar, onu kaşıklardım. Bu yemeği daha sonraları yoğurt eşliğinde uzun süre devam ettirdim.
(4)-Anuh Tavası: Yemeklere eklemek için doğranmış soğanın tereyağında kızartılmış haline anuh, küçük tavasına da anuh tavası denir.
Öğle yemeğimizde ise genelde çorbanın yerini yöresel bir yemek alırdı. Öğle namazı vakti gelmeden önce çift takımlarını tarlada bırakır öküzlerin dinlenmesi ve beslenmesi için
eve dönerdik. Babam öğle namazı kılarken annem öğle yemeği sofrasını hazırlardı. Peyke (5) üzerine konulan peşhunda sofradamız kurulur ve altı kişilik aile çevresinde yerlerimizi alırdık. Sofra ortasına yine büyükçe bir bakır tas veya büyükçe bir güveç yerleştirilir içine günün yemeği doldurulurdu. Yemek genelde harşo(6), kuru fasulye, puçuko(7) veya patates yemeği şeklinde olurdu. İkinci bir tasta da ayran, yoğurt, turşu veya armut hoşafı konulur ve ağaç kaşıklar taslardan ağızlara yiyecekleri seri bir şekilde taşımaya başlardı. Kaşığı tastan çıkarırken altını sildirmeyi unutur örtüye veya üzerimize yemek suyunu damlatırsak “dikkat et” diye bir şaplak yanağımızda patlardı. Yemek çok hoşumuza gider de ekmeksiz ve acele kaşıklar isek bu sefer de:
-Katuh et(8) ola!. Katuh et!.. Diye büyüklerimizin sesi kulaklarımızı çınlatırdı. Yemekler bitince tasın yerine içinde şor peynir olan bir tabak konulur, ekmek lokmalar peynire banarak yenilir, yemek işi tamamlanınca herkes işinin başına dönerdi.
Çobanlık yaparken ise öğle yemeğimiz sadece peynir ekmekten ibaretti. Çantamızda taşıdığımız el kadar poğaça ekmeği ile mendile düğümlemiş bir avuç şor veya tulum peyniri ile koyunlarımız bir ağaç gölgesinde öğle sıcağında dinlenirken biz çobanlar da bir pınarın başında birlikte soframızı kurar açlığımızı giderirdik. Bazen de nahırcı/sığırtmaç ağabeylerimizin inek sahiplerince kendilerine her gün sırasıyla verdikleri bir kolopa/ahşap küçük kap yoğurda ortak olurduk. Yalnız nahırcılar kaşıklarken bizlerin kaşığı olmadığından lokmalama zorunda kalırdık. Bir gün de Celal Pehlevan Ağabey, yarım kete şeklinde bir peyniri ortadaki peynirin üzerine doğramaya başladı. Adı Kars Peyniri imiş. Merakla yemeğe başladık, ancak bizim şor peynirin tadını alamamıştık.
(5)-Peyke: Evdeki oda duvarı boyunca yatakların serildiği ahşaptan yapılmış bir çeşit sabit karyola.
(6)-Harşo: Ekmek veya domates ağırlıklı bir çeşit yemek,
(7) Puçuko: Taneleri henüz olgunlaşmamış taze fasulye kabuğunun, küçük parçalara kırılarak kurutulmuş hali.
(8)-Katuh etmek: Yemeği daha fazla ekmek ile yemek,yemeği idareli yemek..
Tarla, çayır biçme ve kaldırma çalışmalarında ise biraz daha torpilli öğle yemeğimiz olurdu. İmece veya ücretli şeklindeki bu zorlu çalışmalarda ana yemeği yöresel kete oluştururdu. Bunlar her seferinde bir cinsi olmak üzere; gevrek, katmer ve içli ketelerdi. Sol elde bir kete, sağ elde ahşap kaşık olmak üzere ortadaki çanakta yoğurt, ayran veya kımı turşusu(9) eşliğinde istekle yenilirdi. Keteler bitince ortaya yine peynir konulur ekmek veya kete ile peynire banma durumları devam eder, ara sırada soğuk pınarlardan güğümle getirilmiş sular kana kana içilir ve yemekten sonra herkes işinin başına dönerdi.
Akşam namazına doğru işten evimize döner babam namazını kılarken annem sofrayı kurardı. Birlikte sofraya oturur turşu veya hoşaf eşliğinde içine ekmek doğranan çanaktaki çorbayı kaşıklar sonra da tastaki peynir ile akşam yemeğimizi sonlandırırdık. Yemekten biraz sonra da o gün çift sürerken veya tarlayı tapan ederken topraktan topladığımız atolları(10) yerdik. Bazı akşamları da acil yemek olarak; papa, kaygana, kuymak veya sıcak poğaça içinde yapılan tereyağlı ve üzerine yoğurt serpilmiş dogmaç akşam yemeğimiz olurdu.
(9)-Kimi Turşusu: Atol bitkisinin yapraklarından yapılan yöresel bir turşu.
(10)-Atol: Kafkaslarda ekin tarlası toprağında yetişen çok yönlü bir bitkimiz.
Misafirimiz olduğu günlerde ise yemeğimiz biraz daha torpilli olurdu. O zaman katmer, pilekide köy makarnası veya lokma soframızı süslerdi. Bu bakımdan da eve misafir gelmesi hoşumuza giderdi. Pişi veya lokma ise dini bayramların olmazsa olmazıydı. Molla Ali Pehlevan büyük dedemizin gönderdiği bal eşliğinde bayram namazından sonra pişi veya lokmaları bala bandırarak neşe içinde yerdik. Etli yemekler genelde kurban kesildiği zamanlarda olurdu. Bazen de horozların fazlası veya yumurtlamayan kısır tavukların eti ve çorbası soframıza değişiklik getirirdi.
Ramazan aylarında genelde sahurda yoğurt veya hoşaf eşliğinde kete, mısır gevreği gibi daha çok tok tutucu ağır yemekler yenerek oruç tutulurdu. O zamanlarda ekmeğimiz, arpa unu ile yapılır, yetişmez diye tarlalara buğday pek ekilmezdi. Buğday ununu bazı zengin aileler dışarıdan temin eder ve genelde ekmeğini misafirlere ikram ederlerdi. Bizim köyden ayrılmamıza yakın 1954 yılına doğru köye pulluğun girmesi ile bazı aileler buğday ekmeğe başlamışlardı. Daha sonraları köy ziyaretimde arpanın yerini tamamen buğdayın aldığını görünce şaşırmıştım.
Köyümün bir dağ köyü olması ve sulama suyunun yetersiz olmasından dolayı meyve ve sebze yönünden hayli fakirdik. Köyde genelde armut, panta ve fındık gibi meyveler yetişir diğer meyveler sevayil(11) komşu köylerden temin ederdik. Armut ve panta(12) taze olarak tüketildiği gibi kış ayları için fürucu(13), kahı(14) yapılır ve turşuları kurulurdu. Sebzelerden ise patates, soğan, fasulye, lahana, yer elması ve pazı(15) gibi ürünler yetiştirilirdi. Patates hasat edilince toprak içindeki kuyuya doldurulur, lahana ve pazının büyük küplere(16) tursusu kurularak toprağa dik olarak gömülür ve kış aylarında tüketilmeye başlanılırdı. Fasulyenin bir kısmı puçuko yapılır, bir kısmı da tane haline getirilerek ambarda diğer yiyecekler yanında yerlerini alırlardı.
Yemeklerde görüldüğü gibi şor veya tulum peynirleri her öğünün sofrada olmazsa olmazlarıydı. Bu bakımdan küplere veya tulumlara tepilerek saklanırdı. Çeşitli nedenlerle yeterli miktarda üretilemezse Kars ve Ardahan köylerine panta veya armut götürülür peynirle takas edilerek yeterli hale getirilirdi. Peynirin diğer adı “söz kesendi” ve peynire banmadan sofradan kalmak, aç kalkmak demekti.
11)-Sevayil Köy: Ilıman iklimli, çeşitli meyve ve sebzenin yetiştiği yerleşim yeri.
(12)-Panta: Aşısız dağ armud, ahlât
(13)-Furuç: Panta ve armudun fırında pişirilmiş ve kurutulmuş hali.
(14)-Kâh: Elma, armut gibi meyvelerim dilimleyerek güneşte kurutulmuş hali.
(15)-Pazı: Şeker pancarı
(16)-Küp: Topraktan yapılmış, ağzı dar büyük saklama kabı. İri güveç.
Meyve ve sebze tarımında suyun önemi çok büyüktür. Köyümün sınırlarından Tütünlü ve Anaçlı Köylerinin sulama suları geçtiği halde bizim böyle bir olanağımız yoktu. Sadece köyün alt tarafından geçen derenin incecik akan suyu ile çevresindeki küçük bostanlar sulanabilirdi. Bu bostanlarda da sadece lahana ve pazı yetiştirilirdi. Bu vesile ile bir anımı sizlerle paylaşmak istiyorum. Öğrenim ve iş hayatı derken ancak 25 sene sonra 1988 senesinde köyümü ziyarete gidebilmiştim. Bir cuma günü köyüm cami kapısında(17) oturup köylülerimle sohbet ediyor ve hemen karşımızdaki köy çeşmesinden gürül gürül boşa akan içme suyunu izliyordum. Birden bire birleşik kaplar metoduna göre bu bol suyun köyümün daha çok yukarısında kendiliğinden akabileceğini düşündüm. Büyük bir keşif yapmış gibi köylülerime sevinç içinde;
-Bu su boşa akıp duruyor, borular ile köyün üst tarafına rahat çıkar, orada bir depo yapın ve tarlaları da sulayın, bol sebze meyve yetiştirirsiniz dedim. Hiç kimse sevincime ortak olmadı. Bazıları ise suyun boşa akmadığını, aşağıdaki bostanları suladığını söylediler. Küçücük bostanlar ne kadar ürün verir ki diye söylenmeme rağmen kimsenin umurunda bile olmadı. Meğer 1960’lı yıllarda Irmaklardaki manganez maden ocağındaki mühendisler aynı fikri kendilerine yıllarca önce söylemişlermiş. Daha sonraları Muhtar Hilmi Kızılay köylüyü ikna ederek köyün üst tarafına bir su deposu yaptırarak tüm evlere bu suyu, ücretsiz içme ve kullanma suyu olarak bağlattı. Su köyün her tarafında akmaya başlayınca zamanla evlerin çevresinde de meyve ve sebze bahçeleri oluşmaya başladı.. Kiraz, dut, vişne, erik, armut, elma gibi meyvelerin dışında bir de ceviz gibi nazlı meyvelerin yetiştirilmeye başlanması beni bile şaşırttı. Uzun yıllar “Su akmış, bizimkiler bakmış”.Bu ara bilgiden sonra konumuza dönelim.
Çayır ve tarlaların verimliliği, o senenin yağış durumuna bağlıydı. Yağmurun fazlası da azı da zararlıydı. Fazla yağışlı senelerde ekin ve otlar yere yattığı için hasatı zor olur, ayrıca ekin taneleri içine delice denen yabancı tohum daneleri karışır ekmeği insanlarda baş dönmesine sebep olurdu. Yağmurun az olduğu senelerde ise kıtlık baş gösterir, ambarlanan ürünler hasat zamanına yetişmezdi. O zamanlarda satılık un bulunsa bile satın alacak para herkeste pek yoktu. Böyle bir kışı geçirdiğimizi hatırlıyorum. O kış, biz çocuklar gelişi güzel ekmek yemeyelim diye babam ekmek küleğini tavana asmıştı, Annemize yalvararak gizliden gizliye öğünler arasında birkaç lokma ekmek aşırmış olsak da ambardaki un, suyunu daha kış ortalarında çekmişti. Babam o kışın karda boranda davarcık sırtında diğer köylerden eve un taşımıştı.
O günler biz çocuklara olduğu gibi büyüklerimiz içinde zor günlerdi. Bu vesile ile bizleri bugünlere taşıyan büyüklerimizi rahmet ve minnetle anıyorum.
Fevzi Durmuş
Yakacık,10.04.2017
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.