- 970 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Günü Gülümseten Bir Şey
Pencereyi açmam gerek... Hayatı içeri doldurmam, tozları savurmam, çaydanlığı ateşe koymam...
Parmağımı bile kıpırdatacak hâlim yok oysa. Bütün gün yorganın altında, yarı uykuda olmanın hayatla arama gerdiği o şeffaf perdenin ardında, incinmekten korkmadan dinleyebilirim sesleri.
Ama sabahın bu vaktinin öyle bir tılsımı var ki en uyuklayan ruhu bile ayağa kaldırıyor bir anda. İğne batmış gibi oluyorsun. Bir fırlayış fırlıyorsun ki yataktan, durdurabilene aşk olsun... Neden sonra anlıyorsun, buraya öyle çok da gönüllü gelmediğini. Ama iş işten geçmiş oluyor geri dönmek için. Artık yatağa girip saklanamazsın yaşamdan. Fazlasıyla içine girdin çünkü. Suyun ısısına alıştı bedenin. Uzun kulaçlar atabilirsin.
İyi ki sabah diye bir evresi var günün. Öyle bir eşik ki geçmeden edemiyorsun üzerinden. Öte tarafta ne bekliyor seni, umurunda bile olmuyor. Yeter ki onun nazik davetine icabet edebilesin, o ılık tebessümüne karşılık verebilesin sen de.
Eşikten geçip bir yolda yürürken buluyorsun kendini birden. Sanki biri iteleyivermiş sırtından, bir türlü cesaret edemediğin o ilk adımı atman için. Değil bir adım, onlarca adım atmış oluyorsun o yolda ne aradığını kendine sorduğun o an gelinceye dek. Sabahın ruhuna tebessüm eden o güneşi bambaşka bir yerde şimdi. Isıtıp ısıtmaması önemli değil, önemli olan günün hangi evresinin güneşi olduğu...
Aslında mesele güneş de değil, onda cisimleşmiş bir dolu şey... Mesela insanların yüzlerindeki ifade... Sabahın o yüzlere getirdiği farklı ışığın olup olmaması...
O ışıkta her şey acıtmaktan uzak bir kıvama eriyor. Sert çizgilere düşman bir ışık bu... Dokunduğu her şeyi okşuyor durmadan... Çayla kaşarlı tosta uyumlu hâle getirmekle mükellef sayıyor kendini. “Sabah şimdi... Ne bu asık surat!” diyor sanki. “Henüz tam olarak uyanmadın bile. Günün ortasına çoktan gelmiş gibi davranmanın ne âlemi var?! Neden masum kalmaktan korkuyorsun bu kadar?”
İsterse bulutlarla çepeçevre sarılmış olsun güneş, yine de o ışık kaybolmuyor. Ama saatler hızla geçiyor maalesef. Tıpkı insanlar gibi gün de yaşlanıyor gitgide. Bir noktadan sonra o tar-ü tazeliğinden eser kalmıyor. Bilgiç bilgiç bakmaya başlıyor o da. Duvarlar dikiyor araya. Artık önceki gibi içinde değilsin günün. Sen ve gün tamamen ayrı ayrı şeylersiniz.
Birbirine yapışık bedenleriyle genç bir çift geliyor karşıdan. Erkek öyle bir dolamış ki kolunu kızın omzuna, o kızın kendini ‘dışarıda’ hissetmesi mümkün değil... Her nereye giderse gitsin, sevgilisi o güçlü sahiplenişle var oldukça yanında çok tanıdık bir yerdeymiş gibi hissedecek kendini. Yani benim gibi sabahı kollamasına gerek bırakmayacak kadar günü gülümseten bir şeye sahip...
Aşk bir sabah arayışı mı yoksa? O saatlerdeki dinginliğin içinden seyretmek hayatı... Yumuşatan, ılık ılık bakışlarla usul usul yoğurmak onu, ta ki istediğin kıvama gelinceye dek...
Çok dengeli bir alışveriş bu... Sabahla karşılıklı bakışıyorsunuz... Geniş geniş tebessümler gönderiyor, yansıyıp duruyorsunuz bir diğerinizde... Bundan en çok nasiplenen de ikiniz dışındaki şeyler... Karşı evin çatısı mesela... En üst katta, en sağdaki pencerede bütün gün tüneyen yaşlı kadının yüzü... Evin yanından uzanan sokak... Ve günün ilerleyen saatlerinde sana hiçbir şey söylemeyen onlar gibi bir dolu şey... Cıvıl cıvıl konuşmaya başlıyorlar seninle... Üstelik her zamanki konuşmaların boğucu sıradanlığından çok öte bir şekilde... “Yalnız değilsin, biz de varız” diyen fısıltıların içine koyarak kelimeleri...
Zaten konuşmanın bundan öte ne anlamı var ki?! “Ben de buradayım” diyen bir sesleniş, bu dünyayı ıssız bir çöle çeviren o suskunluğu yırtan gür çığlık...
Eskiden “ne kadar saçma” derdim öylesine söylenen sözlere. Her kelimenin ille bir anlamı olmalıydı. Fısıltıları duymuyordum. Şimdiyse en çok duyduğum onlar...
Ama bazen ne kadar kulak versem de duyamıyorum onları. Karşımdaki sadece kelimelerle konuşuyor çünkü. Anlattığı şeyi bana iletmekten öte bir derdi yok. Alttan alta süren başka bir sohbet falan yol yani. Sadece var olduğum için bile sevilmeye değer olduğum gibi bir mesaj yollamıyor bana. Düpedüz konuşuyor işte. Ne dediyse o, anlatmak istediği de... Yani demek oluyor ki ben ve o, konuşmanın iki tarafından öte bir işlev görmüyoruz o anlarda. Sadece iki bedenden ibaret, anlatıp duruyoruz birbirimize bir şeyler. Ruhlarımız lâl olmuş.
Şekerciye uğrayacağım az sonra. Orada çalışan kızın kelimelerinde, aradığım o fısıltıların rüzgârı var. Aslında konuşmasına bile gerek yok ruhunu duymam için. Beni sevdiğini söylüyor ruhu; gözleri, gülüşü, hatta ellerini bile aracı ederek. Neden seviyor, bende ne buluyor, hiçbir önemi kalmıyor sevgisinin içtenliği karşısında. “Neden sevmesin ki?!” diyorum. “Böyle bakan biri gördüğü her neyse sevebileceği şekilde görür zaten. Sevgisiyle dönüştürür, seveceği hâle getirir.”
Sonra biri giriyor dükkana. Anında sesi de, ruhu da sus pus oluyor. Gelene yöneliyor tüm varlığıyla. “Buyurun, ne arzu etmiştiniz?” diyor. Bu kez onunla konuşmaya başlıyor. Sesinde hep o aynı rüzgâr...
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.