- 635 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
496 – ŞEBNEM
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Onur BİLGE
“Sevgili Şebnem,
Düğün gecesi, seni uğurlarken, kalabalığın sonundaydım. Seni en son gören olmak istedim. Arabaya yaklaştım. Arabasının camına alnını dayamıştın, bense aşkınla çırpınan yüreğimi… Gözlerim gözlerindeydi. Kollarım çaresiz, iki yanımda… Yetim çocuklar gibi boynumu bükmüşüm, sonradan fark ettim. Güçlükle ayakta duruyordum. Kaybım, anlatılmaz büyüktü! “Unutma beni!” diyordum kısacası, hal diliyle… Gönderdiğin bir öpücük oldu nasibim. Camı öpmüştün ya benim niyetime! En değerli armağan olarak o kaldı benimle.
Ayrılıyordun Antalya’dan… Ayrılıyordun ailenden, arkadaşlarından, benden… Canım tenimden ayrılıyordu! Yüreğim yerinden… Kendim kendimden… Sen oluyordum usulca ben. Sen olup kalıyordum, öylece. Halen aynı şekildeyim, inan!
Şöyle bir sarsılmıştı araba, motor çalışınca. Sonra zangır zangır zangırdadı, demirin her yanı. Zangır zangır zangırdadı bedenin canı! Sonra yürüdü, gelin gibi sallına sallına… Yola çıktı, farlarını afili afili yakarak… Süzüldü gitti karanlıklara… Canımın canı İzmir’e niyetle… Yerinden yurdundan bilinmezlere… Bilinmez kaderine doğru… Geride egzoz dumanıyla bir toz bulutu kaldı.
Tek tesellim vardı ilk zamanlarda. Az da olsa mutlu olabilme ihtimalin vardı çünkü. “Bir kız daha kurtardım, aç kurtların elinden!” diye avunuyordum, kaybedişin buruk acısıyla kıvranırken… “Teliyle duvağıyla, gelinliğini sürüye sürüye gitti!”
Ayrılığın sancısıyla kalakaldım, ardında. Yüreğimdeki burukluğun zehir zemberek tadında… Bir arkadaşın, bir dostun kaldı arkanda… Necmettin adında… Gözyaşlarını rahatça koyuveremeyen, yanaklarından aşağıya… Sadece el sallayabilen ve bir de adettir diye, bir tas su döken, şaka yollu… Kaç tas dolusu gözyaşı döktü, sonradan… Halen dökmekte…
Ne sular fayda etti, ne de yaşlar… Ne gelen var ne giden… Ne de başa alınabilir o hazin ayrılık şarkısı çalmakta olan plak… Takılmış kalmış, aynı acıklı çemberi defalarca dönmekte… Ne uğurlanandan ses seda, ne adres, ne selam kelam… Ne davet etmekte ne de geri dönmekte…
Dolandı tekerleklere mesafeler. Kilometrelerce süründü lastikler… Geçerek Toroslar’dan, eğri büğrü yollardan Ege’ye kadar… Gönlüm süründü arkalarından… Suskunluğun mührü dudaklarımda, damağımda ayrılığın kekre tadı…
Bu nasıl bir yazgıdır, Rabbim! Bu ne değişmez yazı!. Her yeni güne yine de geniş bir tebessümle: “Merhaba!” Ne olursa olsun hayata gülümsemeli mutlaka.
Sen, gittikçe yakınlaşan birisin, bilir misin? Azaldıkça çoğalan, dağıldıkça toplanan, kaçtıkça nüfuz eden ruhuma, bütün vücuduma yayılan, her hücreme azar azar, tatlı tatlı dağılan… İçimi bayıltan…
Ey güzeller güzeli! Ey ömrümün acımasız törpüsü! Sıradan günleri, en özel, en güzel gün eden sevgili! Rasgele ilişkilerin seçkin partneri! Hayat yaşanası değil sensiz. Varlığını hissedemezsem bunalıyorum, boğuluyorum! Mutsuzum seni göremezsem, hayal halinde bile… Varlığını hissederek nefes alıyorum. Ruhunla mutlu olmaya gayret ediyorum. O cani, nasıl bilmez senin değerini! Hayret ediyorum!..
Bir meçhule doğru yürüyorum. Yorgun, durgun ve vurgun… Suskun puskun sürünüyorum. Önümü göremiyorum, bilemiyorum beni bekleyen nedir, nelerdir? Bir bedbinlik çökmüş üzerime, bir halsizlik, bir çaresizlik… Ruhumda alabildiğine karamsarlık, gözlerimde kanlı yaş…
Ara sıra parka doğru gidiyorum, hatıralarımızı yad etmek için… Bir nebze de olsa anılarımızı hayalimde canlandırmak için… Birlikte gittiğimiz yerlerde oturarak, dolaştığımız yerlerde dolaşarak seni yanımdaymış gibi hissetmenin hazzını alıyorum.
Dün akşamüstü, devrettiğim dükkânın karşısındaki badem ağacının altında epey oturdum. Etrafı epeyce seyrettim. Sarmaş dolaş sevgililer gelip geçiyordu önümden. Gıptayla bakıyordum! Kıskanmak istemiyorum. Kavuşmaları için dua ediyor, kavuşanlara ömür boyu mutluluklar temenni ediyordum. Yine de onları gördükçe yokluğun bin beter koymaya başlıyordu, olanca gücüyle vurmaya koyuluyordu yüreğime yüreğime!
Tuzağına düşmüşüm güzelliğinin, uzağına düşmüşüm. Topu topu üç gün gülmüşüm. Hiç gün görmemişim şu yalan dünyada başka. Kahrediyor zaman, an be an, fitil fitil burnumdan getiriyor hayatı! Kahroluyorum hasretinden!
Sensiz nasıl sürdürebiliyorum hayatı! Yaşamıyor, bir kısır döngüye takılmış, sürükleniyorum öylesine… Tarifsiz acılar içinde kıvranarak… Kuyruğunu kovalayan kedi gibi dönüp duruyorum olduğum yerde. Bundan sonra benden ne köy olur ne kasaba!
Sokağın ucuna bakıyorum, oraya her gidişimde, gayrı ihtiyari… Dönüverecekmişsin gibi yine o köşeden, geliverecekmişsin gibi… Uzun bir gecenin sabahını bekleyen son nefesteki bir hasta gibi güneşimi gözlüyorum, ufukta beliriversin de ruhumu aydınlatsın, içimi ısıtsın diye.
Gelişini beklemek düştü bana bu taksimatta. Yollarını gözlemek… Özlemek, özlemek… Sense o soysuza düştün!
Dönüşünü beklemek düştü bana… İlk gördüğüm andaki gibi gelişini… Bir şebnem tanesine benziyordun. Gül yaprağının alt dudağındaki bir çiy tanesine… Dokunsam düşüverecek gibiydin! Düşüverecek gibiydin, konuşsam!
Gözlerime kaydolmuşsun, nasıl olmuşsa, ferli ferli… Yağışlı havalarda ıslak ıslak, sıcak havalarda terli terli… Kaybolmuyorsun gözlerimi yumsam da açsam da… Hayal hayalsin, türlü türlü…
Yaş oluyorsun çoğu zaman, şebnemlikten usanıp… Uzanıp akıyor akıyorsun yanaklarımdan bağrıma. İçim için için yanıp duruyor ara vermeden. Kalbimde küllenmek bilmeyen aşkın… Gönül gönül değil, kor dolu mangal… “Gitme, kal!..” diyemediğime yanıyorum!..
Bir damla suydun nihayetinde. Aşkdenizde bir katre… Gözümde bir damla yaş, alnımda bir damla ter… Seni çoğaltan bendim. Bendim seni derya haline getiren. Gözyaşlarımın tuzu…
Güneşler batıyor enginlerinde… Umutlarım birer birer batıyor. Her yeni günün sabahında yeniden doğuyor ümitlerim: “Belki bugün, bu sabah…” diye sevinçle uyanıyorum ama her gün batımında güneşle birlikte kızarıp sararıp yağ gibi eriyor, yok olup gidiyorlar.
Denizden gelmişti mutluluk cana… Islak bir martı, umuttu bana. Üşümüştü, ürkekti. Kekrekti yüzünün ifadesi… Islak ıslak kondu karşıma. Saçları, giysisi, gözleri ıpıslak… Islak ıslak baktı gözlerime… Tek varlığım oldu. Hayalim, düşüm…
Yok saymaya çalıştım o ıslak kirpikli gözleri, hayalleri, düşleri ama engelleyemedim o düşkünlüğü ve düşüşleri… Bir türlü kurtaramadım içimden fışkıran tutkudan benliğimi! Her seferinde katlandı zafiyetime olan kızgınlığım. Zavallı cılız gönlüme acımaktan başka bir şey gelmiyor elimden. Aşağılıyorum ama hükmedemiyorum nefsime. Ezip geçemiyorum gerektiği gibi o çılgın ihtirası.
Sana doğru gidiyorum her yola çıkışımda… Yerini yurdunu adresini bilmediğim birine doğru oluyor her seferim, her seferinde… Sona doğru yürüyorum çaresiz… Gündüzler suskun ve durgun, geceler kimsesiz, sessiz… Çaresizliğin caddelerini arşınlıyorum, olanca bunalımımla, aylak aylak… Bütün yollarından geçiyorum, korkunç bir iç sıkıntısıyla! Bütün dar sokaklarına sapıyorum, çıkmazlarına girip çıkıyorum, sabahlara kadar… Önümde şişem, elimde kadehim… Diyorum ki her yudumdan sonra defalarca:
“Bu benim kaderim! Değişmez kaderim!..”
Kendi sesim fena çınlıyor beynimde! Uykusuzum, yorgunum, durgunum. En güzel varlığa açım, susuzum! Sesim çınlıyor kulaklarımda:
“Ben ona vurgunum! Fena vurgunum!..”
Yorgun Vurgun”
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 496
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.