- 750 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
KİTAPLAR SAYESİNDE KURTULDUM
KİTAPLAR GETİRDİ BENİ ÇOBANLIKTAN YAZARLIĞA
Çocukluğum, her defasında bir film şeridi gibi gözümün önüne geldiğinde, iç çekip dakikalarca derinlere dalar giderim. Çocukluğumu, bir çocuk gibi doyasıya yaşama imkânından yoksunluğuma üzülürüm hep. Çünkü ben, normal bir çocuğun ne yaşantısına, ne oyuncaklarına, ne de lüksüne sahiptim.
Hayvan tüylerinden oluşan yuvarlaktı gündüzleri benim yegâne topum. Geceleri bir kandil ışığından ibaretti bütün ışığım. Çelik çomaktı en lüks oyunum. Uçurtma uçuracak renkli bir kâğıttan dahi yoksundum. 20-25 haneli küçücük bir köydü benim bütün dünyam…
Böylesi olumsuz şartlarda ve mekânlarda bitirmiştim ilkokul’u. Birleşik sınıflarda günde bir saat ders görerek, muhtemelen de hep vekil olan öğretmenlerde okumuştum.
Henüz 10-11 yaşlarında körpe bir çocukken, kaderde hayvanların peşine düşmek de varmış. Sabahları, önümde koyunlar, ardımda çoban köpekleri dağlara doğru yol alırken, annemin kendi eliyle dokuduğu bezden diktiği çantama, ekmek ve peynirle beraber, öğretmenimden ödünç aldığım bir de kitap koymayı ihmal etmiyordum.
Akşama kadar o kitabı bitiriyor, çoğu kere de kitapların gizemli dünyasına sırılsıklam tutulduğum için, hayvanları kaybederek gözü yaşlı dönüyordum köye. Artık kitaplar süslüyordu benim küçücük dünyamı. Kitaplarla o kadar yakın dost olmuştum ki, yalnızlığımı onlarla yenmiştim. Gece gündüz okuduğum kitaplarla avunuyor, birini bitirip diğerine başlıyordum. İsli kandillerin ve ağır gaz kokulu lambaların cılız ışığında yorgana bürünüp gece yarılarına kadar okuyor ve kitapla sarmaş dolaş dalıyordum uykularıma. Koyunları otlatırken dağdan köye dönmenin yaklaştığı akşamın alaca karanlığında, Baltalı Köyü’nün meşhur Dalaksuyu mevkiindeki yüksek Nâre tepesinden Bilecik ve Eskişehir’in, gökyüzüne yansıyan kızılımsı ışıklarını görünce, başımı iki elimin arasına alıp dakikalarca hayallere dalıp gidiyordum. Kendi kendime: “Mahkum muyum ben bu dağlara ve bu çobanlığa? İşte medeniyet orada. Ben o medeniyete gitmeliyim…” diyordum. Ardından da, hafızamda şehirlerde yaşama hayalleri kuruyordum dakikalarca.Döksem şimdi o çocuksu hayallerimi yazıya, sığması mümkün değil ciltler dolusu kitaplara. Çünkü, dünyadan habersiz hayat sürüyorduk o loş ışıklı gaz lambasıyla, yarı aydınlanan kerpiç evlerde. Elektrik yoktu. Su, kaplarla taşınırdı köy çeşmesinden. Bilmezdik şimdi kendisine esir olduğumuz televizyon kutusunu. Tanımazdık şimdi yanımızdan hiç ayırmadığımız telefonu. Gelmezdi köyümüze ne dergi, ne de gazete. Şimdi müzeleri süsleyen o bataryalı hantal radyolar dahi, ancak köyün ağasında bulunurdu. Bütün bunlar, o günün dünyasında lükstü bizim için. Düşünün bir kere, o günün en hızlı ulaşım aracı yalnızca attı. Sadece öğretmen ve imamdı köyün bilenleri ve aydınları.
Yazarın doğduğu köy
Yedi yaşında öksüz kalan babam, okuma-yazmayı kendi kendine öğrenmiş, takvim yaprağı, eski gazete, eski dergi ve kitap ne bulursa okuyan bir insandı. O, birçok yönüyle diğer babalara hiç benzemezdi. Öyle sanıyorum ki, okuma aşkı bana rahmetli babamdan geçmişti. Çünkü O, bana her fırsatta, okuduklarıyla elde ettiği birikimden örnekler ve öğütler verirdi. Ders alınacak nitelikte ibretli ve hikmetli hikâyeler anlatır ve alınacak dersi açıkça ifade ederdi. Babasız büyümenin ezikliğini yaşadığını ve okuyamadığını her defasında iç çekerek anlatır, ardından da:
“Kaderimiz böyle yazılmış evlat, elden ne gelir” diyerek kendini teselli eder ve “buna da şükür daha kötü durumda olan insanlar da var ”derdi.
“Evladım!” diye başlayan öğüdüne: “Sakın ola ki, vaktini boşa harcama. Her gün yeni şeyler oku ve öğren. Hiç bir şey yapamıyorsan bol bol imza at… Hayatta hiçbir zaman ben kimden yana olacağım deme. Benden yana olacak var mı de. Dürüst ve mert ol. Doğruluktan ayrılma. Kötülüğe meyletme”… Şeklinde sıralardı ard arda öğütlerini.
Küçükken kekeme olan birinin keçisiyle konuşa konuşa büyük bir hatip olduğunu, daha sonra çok çalışıp Amerika başkanlığına kadar yükseldiğini ballandıra ballandıra anlatır ve : “Evlat! İnsan azmettikten sonra, bu dünyada başaramayacağı bir iş yoktur” derdi. Çoğu kere tarlada kara sabanla çift sürerken yanı başında yürüdüğüm o sıralarda, babamın bana verdiği, doğrusu o gün için pek de mana veremediğim bu altın öğütlerin, bende ne büyük doping etkisi yaptığını neden sonra ancak anlayacaktım.
Nitekim yıllar sonra kaleme aldığım Timaş yayılarından çıkan ve yeni yeni baskılar yapan , “Tarih Boyunca Babaların Çocuklarına Öğütleri” adlı eser, belki de bilinç altında yer etmiş bu duyguların bir tezahürüydü.
Ara sıra evde bir telaş görür ve rahmetli neneme sebebini sorardım. O da:
“Evladım! Hoca (imam) nöbeti var, baban birazdan tarladan gelir. Yemek hazırlıyorum. Köy odasına yemek götürecek” derdi. Kızartılan börekler, yapılan pekmezli tatlılar ve hazırlanan en leziz yemekler köy imamı içindi. Köyün imamına herkes büyük saygı duyar ve onu kemal-i hürmetle dinlerdi. Köy odasında başköşede o oturur, çay önce ona ikram edilir, köyün bir bileni olarak sohbet ve muhabbetin sahibi de hep o olurdu. Çok büyük bir insan olmalıydı.
Hayal dünyalarımın perisini bulmuş ve oracıkta kararımı vermiştim. Ben de o güzel yemeklerden tadmak ve saygın olmak için imam olacaktım. Bu çocuksu fikrimi babama açtığımda, gülümsedi ve gayet makul karşıladı.
Rakımı çok yüksek dağ köyünden 17 km uzaktaki kazaya inmiş hafızlık yapıyordum artık. Öylesine bu işe yoğunlaşmıştım ki, gündüzler bir yana, geceleri dahi uykudan kalkıp saatlerce Kur’an’ı ezberlemekle meşguldüm. Tamamını ezberleyince hafızamda meydana gelen değişimleri ve gelişimleri hissedebiliyordum. Zihnimdeki bu açılım, bana öylesine bir potansiyel kazandırmıştı ki, ileride hoşuma giden beyitleri, rubaileri, gazel, kaside, kelime, kavram ve özdeyişleri artık bir iki kez okumakla çok rahat hafızama alabilecektim. 600 sayfa Kur’an’ı hıfzettikten sonra, bunları ezberlemek benim için çocuk oyuncağından farksızdı.
Ufkum da açılmış olmalı ki, hedeflerim büyümüştü. Çünkü, bir gün kazada bulunan tüm imamların bir toplantısına şahit olmuştum. Dışardan birisinin gelmesiyle hepsi ayağa kalkarak saygı göstermişlerdi. Meğer müftüymüş o. Benim imrendiğim imamdan da büyük bir müftünün varlığını tanımıştım o gün. Kararımı o anda değiştirip, müftü olmayı koymuştum kafama. Artık gözlerim hep müftü üzerindeydi. Bir gün kazada kutlanan Cumhuriyet Bayramını izlemeye gitmiştim. Ortaokul öğrencileri ellerinde trampetler, üzerlerinde tertemiz elbiseler ve boyunlarında kravatlarıyla düzenli yürüyüş yaparak, çevresini halkın doldurduğu, meşhur Gölpazarı Horhor çeşmelerinin bulunduğu alanda sıra olmuşlardı. Gözümü üzerinden ayırmadığım Müftü Bey, birkaç kişiyle koltuğunda oturmakta iken, birisinin gelmesiyle derhal ayağa fırlayıp ceketini düğmeleyerek saygı gösterdiğini görünce, kim olduğunu sormuştum. Böylece müftünün de üzerinde bir Kaymakamın olduğunu öğrenivermiştim o gün oracıkta. Madem öyle, ben de Kaymakam olmalıydım. Bütün bu gelişmeler olurken, imamlığı çoktan unutmuş ve köye tekrar dönmeyi düşünmez olmuştum artık. Ortaöğretim için bir anda Bilecik’te bulmuştum kendimi.
Benim için, varlığımın bir parçası olan kitapların yazarlarına olan ilgim ve hayranlığım da epeyce artmıştı bu arada. Bu yazarlar, çok büyük insan olmalılar. Onlar büyük şehirlerde yaşarlar, ulaşmak çok zor olmalı diyordum. Bir gün okulun bahçesinde gördüğüm Türkçe öğretmenim Ruknettin Avcı Bey’in yanına koştum ve karşısında durarak yekten : “Hocam, ben de yazar olabilir miyim?” deyiverdim. Biraz da tebessümle mânâlı mânâlı yüzüme bakıyordu öğretmenim. Benim ise kalbim neredeyse yerinden fırlayacakmışçasına güm güm atmaktaydı. Çünkü “olamazsın” der diye ödüm patlıyordu . Babacan bir tavırla ellerini omzuma atan öğretmenim, beni şefkatle kendisine çektikten sonra, bir yandan başımı okşarken, bir yandan da : “Evet olursun Mustafa Turan. Hem de iyi bir yazar olursun. Ama bir şartla” diyordu. Heyecanla o şartın ne olduğunu sorunca da : “Önce çok okumalısın yavrum , hem de çook. Çünkü okumadan yazar olunmaz” cevabını almıştım. Teşekkür ettim. Artık, istediğim o umutlu cevabı almanın mutluluğu içindeydim.
Bir gün kendi yazdığım kitabın hayallerini çoktan kurmaya başlamıştım bile. Bundan sonra ikinci adresim kütüphaneydi. Beyin mızrabımda vuruşları hissediyordum ve sanki kitaplar beni Mevlanaca çağırıyordu: “Gel! Ne olursan ol yine gel”. Bu düşüncelerle girdiğim kütüphanede binlerce kitabı su gibi, yudum yudum içmeliyim diyor ve artık bana hayat verecek iksire kavuştuğumu düşünüyordum. Arşimed’in suyun kaldırma kuvvetini bulduğu andaki heyecanı yaşıyor gibiydim. Bir yandan da raflarından çektiğim kitapları kokluyor, bağrıma basıyor ve Yunusca haykırıyordum :”Ballar balını buldum. Kovanım yağma olsun.” Bu duygular içinde , hiç bir ayırım yapmadan ne bulursam sürekli okuyordum. İhtiyaç duyduğum kitapları satın alacak param olmadığı için, il halk kütüphanesine gidip orada okuyarak geçiriyordum çoğu zamanlarımı. Bir gün yağmurlu ve soğuk havada gitmiştim okula. Ayakkabılarım tabanlarından su aldığı için, çoraplarım ıslanmış ve ayaklarım hem üşümüş, hem de uyuşmuştu. Hissetmiyordum artık ayakkabılarım içinde onları. Sobaya yakın bir sırada oturuyordum. Ders esnasında öğretmen tahtaya döndüğü anda, ayaklarımı sobaya uzatıyor, geriye dönünce de aynı hızla çekiyordum. Bir sonraki derse, öğretmen elinde bir listeyle girmiş ve fakir öğrencileri tespit ederek ihtiyaçlarını not ediyordu. Utancımdan arkadaşlarımın içinde “benim ayakkabıya ihtiyacım var” diyemezdim elbette. Ayağımın birisini sıranın dışarısına özellikle çıkarmıştım ki, o yırtık pırtık ayakkabımı öğretmen görsün de, kendisi beni listeye yazsın diye dua edip bekliyordum. Gerçekten bir süre sonra fark edip beni tahtaya çağırmış ve ayakkabını çıkar bakayım demişti. Tek ayak üzerinde diğer ayağımı çıkarınca, vıcık vıcık su içindeki çorabımı görmüştü de: “Evlâdım! Bak ayakkabıların delik deşik niye parmak kaldırmıyorsun” diye sormuştu. Ben ise utancımdan yerin dibine girercesine, sadece boynumu bükmüş ve sessiz kalakalmıştım. Listeye, ayakkabı ve çoraba ihtiyacı var diye yazınca, derin bir nefes almış ve bir süre sonra da yenilerini giyince, bilseniz ne mutlu olmuştum. İşte bu yoksulluktur ki, beni daha çok okumaya motive ediyordu. Bu birikimle olmalı ki, orta birinci sınıf sonunda yapılan oldukça zor bir sınavı kazanıp, Bursa’ya geçen iki öğrenciden birisi ben olmuştum. Artık ihtiyaçlarımı devlet karşılayacaktı. Maddi açıdan epeyce rahatlamış ve aileme de yük olmaktan büyük oranda kurtulmuştum. Bursa’daki orta ve lise yıllarım dolu dolu geçmişti.
Şehirdeki konferansları, panelleri ve kültürel faaliyetleri hiç kaçırmıyordum. Şehir kütüphaneleri ve kitapçılar en çok uğradığım mekânlar olmuştu. Okul kütüphanesinin müdavimlerinden biriydim. Artık kitaplara aşık olurcasına tutulmuştum. Sanki bir güç beni büyüleyip kitaplara tutsak etmişti. Ben de kitap okuma zevkine köle olmuştum. Kitap okurken Ramazan’ın letafetiyle iftar sofralarındaki hazzı alıyordum. Çatlamış dudaklarıma bir zemzem gibiydi o kitaplar adeta. Bu zevkle orta hacimli bir kitabı okuyup bitiriyordum her gün. Okuduğum kitapların, beni kanatlandırıp bambaşka alemlere uçurup götürdüğünü hissedebiliyordum. Nehirleri kitapla geçtim. Denizlerden okyanuslara kitapların kanatlarında ulaştım. Kitaplarla nice merhaleler aşıp, aradım ilim ummanındaki en nadide incileri. Bu kutlu yolculukta alemleri seyran eyleyüp nice bilgi hazineleriyle karşılaştım. Yapılan bir şiir yarışmasına ben de katılmıştım. Çok da iddialı değildim ama, yarışma neticesinde ikincilik ödülünü kazanmıştım. Bu başarı, beni daha fazla motive edip yazmaya yöneltiyordu. Şehre konferans için gelen konuşmacıları izlerken, onlara hayran oluyordum. Onların toplulukların karşısına geçip konuşmaları çok cazip gelmişti bana. Bir defasında Bursa Heykel’de Ahmet Vefik Paşa Tiyatro salonunda bir konferansa dinleyici olarak gidip, geri sıralarda ancak yer bulabilmiştim. Önümde yüzlerce insan vardı ve ben onların enselerini seyrediyordum. Oysa konferans veren Yazar’ın karşısında, hep yüzler vardı. O da yüzleri seyredip onlara hitap ediyordu. İşte o gün orada kendi kendime demiştim ki: “Bir gün sen de o kürsüde olmalısın ve yüzler seyretmelisin.”
Çocukluğumdan beri hedeflerim mütemadiyen büyüyordu. Artık iyi bir hatip olmak da girmişti hedeflerimin arasına. Bu amaçla, şehre gelen kültürel hatiplerin yanında, siyasi hatipleri de kaçırmıyordum. Ecevit, Demirel, Erbakan ve Türkeş gibi o günün siyasi liderlerini, ne dediklerine bakmadan dinleyerek, binlerce kalabalıkları konuşmalarıyla nasıl etkilediklerinin sırrını çözmeye çalışıyordum. İyi bir hatip olmak için de, daha çok kitap okumam gerektiğine inanmıştım.
Yılların birbirini kovaladığı ve benim zafer bayrağımı her yıl bir üst sınıfa diktiğim bu zaman tünelinde, bir yandan derslerime çalışıyor, bir yandan da harçlığımı temin etmek maksadıyla hafta sonları inşaatlarda tuğla taşıyordum.Yaz tatillerinde de deniz kenarlarında garsonluk yapıp, kışın ki ihtiyaçlarım için harçlık biriktiriyordum. Bazen de iki arkadaş İstanbul’a gidip, kolilerle indirimli kitaplar alıyor ve öğrencilere satıyorduk. Böylelikle hem harçlığımıza katkı sağlarken, hem de okuyacağımız kitapları temin ediyor ve zengin bir kitap koleksiyonuna da sahip oluyorduk. Nedim’in bir taşına bütün acem mülkünü feda ettiği, Yahya Kemal’in, sade bir semtini sevmek dahi bir ömre değer dediği dünyanın incisi o güzel şehir İstanbul’u, engin tarihi ve zengin coğrafyasıyla ilk gördüğümde büyülenmiştim adeta. Galiba dünyadaki cennet budur diyordum kendi kendime.
Ne imamlık, ne müftülük, ne de kaymakamlık yoktu gözümde artık. Çoktan unutmuştum bu çocukluk tutkularımı. Kültür, sanat ve edebiyat gibi yeni yeni sevdalara tutulmuştum. Artık çocukluk hayallerimin çok ötesinde, yalnızca üç hedefim vardı: Biri İstanbul, diğeri Üniversite, üçüncüsü de edebiyat. Zira okuduğum kitaplar beni büyülemişti sanki ve edebiyatın cazibe yüklü dünyasına çekmişti.
1977 yılında üç bin mevcutlu okulun seçip Üniversiteye hazırlık için İstanbul’a gönderdiği dört öğrenciden birisiydim. Hiç durmadan test çözerek gece gündüz Üniversite sınavlarına hazırlanıyordum. Bu yoğun sınav trafiğinde dahi, kitaplardan kopamıyordum. Çocukluğumdan beri okuduğum kitapların, bende derin bir bilgi ve kültür birikimi sağladığını hissedebiliyordum. Yaklaşık bir aylık hazırlıktan sonra, en büyük hedefim olan, üç temel ögeyi birleştirip, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi öğrencisi olmuştum. Bu keyfiyetin, bana kazandırdığı mutluluğu ifade edecek kelimeyi bulmak çok güç.
Mustafa Turan (ortada)-1981
Üniversite tahsilim boyunca, beni arayanlar için Fakülteden sonraki ikinci adresim, Üniversite ve Fakülte kütüphaneleri ile birlikte, Beyazıt, Süleymaniye, Atıf Efendi, Ragıp Paşa ve Edirnekapı Millet kütüphaneleriydi. Beyaz Saray, Sahaflar ve Cağaloğlu kitap vitrinleri de üçüncü adresimdi. Kitaplardan başka hiç bir şeyi gözüm görmüyordu.
Hocam’ın: “Yazmak için önce okumalısın “Sözü çınlıyordu her dakika kulaklarımda. Okuduğum kitaplardan da şu sözleri not etmiştim: “Düşlerini gerçekleştirmek isteyenler, uyanık kalmak zorundadırlar.” “Nereye gideceğini bilen bir insana yol vermek için, dünya bir tarafa çekilir.” Atatürk de bir sözünde diyordu ki: “Ben çocukken fakirdim. İki kuruş elime geçse bunun bir kuruşunu kitaba verirdim. Eğer böyle olmasaydı bu yaptıklarımın hiç birini yapamazdım.” Önüme aydınlık ufuklar açmıştı bu sözler benim.
Artık uyku da bile zihnim kitaplarla ve okumakla meşguldü. Vapurda, otobüste, trende gece, gündüz her zaman her yerde okuyordum. Ders aralarındaki boşluklarda arkadaşlarım Çemberlitaş ve Beyazıt’daki sinemaları tercih ederken, ben rotamı kütüphanelere çeviriyordum.
Tarih öğrencisi olmam dolayısıyla, Topkapı Sarayına kimliğimi gösterip ücretsiz girebiliyordum. Sık sık saraya gidip ziyaretlerimi yaptıktan sonra, boğazın büyüleyici manzarasını dakikalarca seyrederek okuyordum kitaplarımı. Üniversiteden mezuniyet tezimi de İstanbul kütüphanelerinde ve ağırlıklı olarak da Topkapı Sarayı içindeki III. Ahmet kütüphanesinde hazırlamıştım. Topkapı Sarayı, hayatımın ayrılmaz bir parçası olmuş ve adeta mesken edinmiştim bu canlı tarih hazinesini. Saray, sonraları benim tahsil hayatımda olduğu kadar , diğer alanlarda da o kadar derin izler bırakacaktı ki, bir daha ömrüm boyunca unutamayacaktım o hatıraları. Çünkü birkaç yıl sonra eşim olacak bayanı da, Güzel Sanatlar Fakültesi’nin tezhip ve ebru öğrencisi olarak, yine o sarayda bulacaktım. Ve bundan sonra artık gönlümde esen fırtına ile, içim içime sığmayacak ve saraya daha canlı ve heyecanlı gidecektim. Zira sarayın çekici cazibesi kat be kat artmıştı artık benim nezdimde. Ayaklarım beni oraya, yürüyerek değil koşarak götürüyordu sanki. Dört yıl, göz açıp kapayıncaya kadar geçmiş ve 1981’de mezun olmuştum bu tarihi üniversiteden.
Tahsil hayatımın üç tarihi şehir olan ve üçü de Osmanlıya başkentlik yapan, Bilecik, Bursa ve İstanbul’da geçmesi benim için tarifi imkânsız bir bahtiyarlıktı. Sonraları bu keyfiyeti bilenler tarafından : “Tahsil hayatınız üç tarihi şehirde geçtiği için mi Tarihçi oldunuz?” Sorusuna muhatap olacaktım sık sık. Bu arada bir kıtada okuyup, diğer kıtada oturmak, Boğazın o muazzam güzelliğini doya doya temaşa ederek bir kıtadan diğerine gidip gelmek, dünyada kaç kişiye nasip olurdu acaba? İşte ben de o şanslı insanlardan biri addediyordum kendimi. Ama kader bizi Üniversite tahsilinden sonra, önce vatani görev için Lefkoşa’ya, ardından da öğretmenlik için Türkiye’nin öbür ucu olan Artvin’e savurmuştu.
Türkiye’nin diğer ucunda genç ve idealist bir öğretmendim artık. Derslere her akşam saatlerce kaynaklardan enine boyuna hazırlanıyor, elde ettiğim birikimi eskileriyle sentezleştirerek ertesi gün öğrencilerimle paylaşıyordum. Sarfettiğim enerjiyle tatlı bir yorgunluğun neticesinde, geceleri başıma yastığa koyduğumda, vazifesini bihakkın yapabilme çabasının verdiği huzurla, mutlu dalıyordum uykularıma. Çok seviyordum yarınlarımız demek olan bu yaramaz minyatürleri. Derse girme vaktini iple çekiyordum adeta ve ders bitsin istemiyordum. Genellikle öğretmenler, kendilerine takılan isimden pek memnun olmazlar. Ancak oradan ayrılırken, çalıştığım okulda öğrencilerimin bana taktıkları ismi öğrendiğimde, hepsinin gözlerinden öpesim gelmişti. Aralarında bize “Ayaklı Kütüphane” diye hitap ederlermiş. Bu durum, yukarıda anlatılan kısa öyküyü tamamlar mahiyette olması açısından önemlidir sanırım.
Artık okuduğum kitaplar binlerle ifade edilecek boyuttaydı. Kitap okuma gayretim, öğretmenliğimde de devam ediyordu. Bir yandan da Milli Eğitim, Türk Edebiyatı, Seviye, Kümbet, Diyanet, Ana Kültür Sanat, Erciyes, Ozan gibi dergiler ile bazı gazetelerde yazıyordum. O sıralarda, bir gazete ya da dergide yazı ve şiirimizin çıkması, bizi ziyadesiyle mutlu etmeye yeterdi. O gün nereden bilebilirdim ki, bir gün gelecek seçkin bir grup arkadaşla “Irmak Kültür Sanat Dergisi”’ adında bir dergi çıkarıp yazı işlerini deruhte edeceğimi. Ve yine nereden bilebilirdim ki, kısa adı İLESAM olan Türkiye İlim ve Edebiyat Eserleri Meslek Birliği ve Türkiye Yazarlar Birliği gibi seçkin kuruluşların bir üyesi olacağımı, Türkiye genelinde yapılan yarışmalarda dereceler elde edeceğimi ve “Yılın Edebiyat Sanatcısı” ödülü gibi onurlu bir ödüle sahibi olacağımı.
Ve artık 1990’lı yıllarda ilk kitabım “Temel Sorunların Analizi” adıyla çıkmış, böylece çocukluğumdan beri kurduğum hayallerim gerçekleşmişti. Şairler ve yazarlar derneği genel Başkanı merhum Göktürk Mehmet UYTUN örnek kitabı Ankara’dan kalkıp görev yaptığım Bolu’ya getirmiş ve mutluluğu bizimle paylaşmıştı.
Adeta ilk çocuğun doğuşu gibi, tarifi imkânsız bir duyguydu bu.
Çok arzu ettiği oyuncağına kavuşan çocukların sevincindeki halet-i ruhiye içinde, bağrıma basmıştım ilk kitabımı. Evirip çevirip ona Alaaddin’in sihirli lambası gibi bakıyordum. İlk kitabımı cilveli bir edayla ve büyük bir mutlulukla, bana verdiği katkı ve desteğe de teşekkür ederek imzalamıştım eşime.
Sonra da çantama 20 kadar kitap koyup İstanbul’un yolunu tutmuş ve Cağaloğlu’ ndaki kitapçılardan başlamıştım dolaşmaya. “Ben de bir kitap yazdım vitrininize koyar mısınız?” diyordum lakin, uğradığım hiçbir kitapçı benimle ilgilenmiyordu. Beyazıt’a çıktığımda aynı manzara yine devam ediyordu. Beyaz Saray’a geçtiğimde de durum değişmemişti. O gün uğradığım bütün kitapçılardan eli boş dönmüş ve kitaplarım çantamda kalmıştı. Dönüşte Eminönü’nde bindiğim Kadıköy vapurunun bir köşesinde üzgün otururken, dokunsanız ağlayacak haldeydim. İşte o dakikalarda kendi kendime :”Daha çok çalışmam gerek” demiş ve devam etmiştim: “Öyle bir gün gelecek ki siz benim kitaplarımı vitrinlerinize koyacaksınız. Ben de onları seyretmeye geleceğim.” Artık o hedefe ulaşma azmiyle hiç durmadan çalışıyor, çalışıyordum.
Sonraki yıllarda Şafak Sökerken, Cihan Hakimiyetine Giden Yol, Serzeniş, Tarih Boyunca Babaların Çocuklarına Öğütleri, Güldüren ve Düşündüren Tarih, Destanlaşan Çanakkale, Tarih Anekdotları, Başarıya Uzanan Köprü, Evinizdeki Okul, Sultan II. Abdül Hamit Han ve Yavuz Padişah Sultan Selim Şah gibi kitaplarım bir birini kovaladı ve kitapçı vitrinlerinde yer almaya başladı. Meşhur yayınevlerinden çıkan kitaplarımdan, baskıları yüz binleri aşanlar oldu. Sadece yurt içinde değil, kitaplarım yurt dışında da okunan kitaplar arasına girdi.
Artık yıllar önce küçük bir çocukken kurduğum düşler gerçek olmuştu. O dağ başındaki ücra köyden de, çobanlıktan da kitaplar sayesinde kurtulmuştum. Ama yıllar var ki, hiç unutamadım o çocuksu düşlerimi. Şimdi ne zaman Bursa’nın Tophane’sinden, İstanbul’un Çamlıca’sından, Sakarya’nın Beşköprü’sünden akşam üstleri şehrin ışıklarına baksam, hep o çocukluk günlerimi ve kurduğum düşleri hatırlıyorum.
Bu gün hâlâ aynı duyguları taptaze yaşıyorum hafızamda. İşte hayalini kurduğum medeniyet… Artık çok uzaklarda değil burada, yanı başımda… Şimdi ise hamd ve şükretme makamındayım. Rahmetli babam:”Evlat! Azmin elinden hiçbir şey kurtulmaz” demişti ve ben kulağıma küpe olan bu sözün doğruluğunu yaşamıştım adım adım.
Evet, beni çobanlıktan yazarlığa getiren faktör, çok kitap okuma fiilim olmuştu. Zaten Yazar Fahri Tuna da öyle diyordu: “Okuyan kurtulur, okuyan kurtarır.”
Hedeflerimi gerçekleştirme yolunda, mademki kitaplar bana bu derece hayati bir katkıda bulunduysa, ben de başkalarına, kitap okumanın önemini ve gereğini anlatmak zorunda hissediyordum kendimi. Evet bu bağlamda, her şeyimi önce Yüce Kudret’e, sonra da kitaplara borçlu olduğumu düşünüyorum. Şimdi, kitap okuma alışkanlığını tüm topluma yaymak amacıyla, gayret sarfetmek durumunda olduğumun bilinciyle, “TÜRKİYE OKUYOR” proğramı çerçevesinde sürekli yurt içinde ve yurt dışında, öğrencilerden öğretmenlere, güvenlik mensuplarından din görevlilerine, geniş halk kitlelerinden idarecilere kadar geniş kesimlere seminer ve konferanslar veriyorum. Çeyrek asırdır verdiğim mücadele, yukarıdaki yaşanmış öyküyü de içine alarak, “Başarıya Uzanan Köprü-Kitapların Sırrı” adıyla bir kitap olarak çıktı ortaya. Bu eserde dünyada başarılı olmuş insanların tamamının kitap okuyarak başardıklarının öyküsünü anlattık. Kitabı niçin ve nasıl okumalıyız? Sorusunun açılımını yaparak, kitapla ilgili özlü sözlerden, şiirlere, kitapla ilgili anekdotlardan istatistiklere kadar geniş bir armoni hazırladık. Konferanslarımızda da bunları anlatıyoruz. Eğer kitaplar, bu kadar olumsuzluklar içinden beni çekip çıkarmış, çobanlıktan yazarlığa ulaştırmış ve hitabet san’atında kanatlandırıp uçurmuşsa, daha nice insanımıza, çocuğumuza ve gencimize de aynı özellik ve güzellikleri kazandırması muhakkaktır diyorum. Yeter ki kitapları vazgeçilmezlerimiz arasına koyalım temennisiyle, sözün özünü de şu şiirimizle taçlandıralım istiyorum:
BU KERVANA KATIL ARKADAŞ
Kütüphaneler ilim alıp, ilim satarken
Kalpler, din, vatan, bayrak sevgisiyle atarken
Kitap okuma zevki, canlara can katarken,
Diril ve kalk ayağa, bu meydana atıl arkadaş,
Durma hadi sen de, bu kervana katıl arkadaş.
Mustafa Turan
Web Sitesi: mustafaturan11.com
YORUMLAR
Değerli kalemşor, belli ki duygusal bir çocukmuşsunuz ama hiç kuşkusuz sanatçı olabilmek önce duyarlı olmayı gerektirir. Bunu için de yoksun çocukluk gerekmez. İlle de yoksundur insanlar bir şeylerden ve aslolan toplumcu yaklaşarak okuttuklarımıza katkı sağlayabilmektir çok daha ilerilere götürebilmek adına. Sizi kutluyorum kuşkusuz ve fakat günümüz Türkçesine de özen göstermenizi diliyorum yabancı sözcüklerden arınmış olarak...Bu ülkenin dil kültürünün MEHMETÇİKleri yazarlardır. Yazmak bir yana sanatçı olabilme sevdasıyla yolunuz açık olsun dilerim.