- 886 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
ŞAKA ŞAKA
Bardaktan boşanırcasına bir yağmur yağıyordu. Belediye otobüsünden iner inmez kendimi kahveye zor attım. Daha kapıdan adımımı atar atmaz ortalığa yayılan pis kokulardan sanki bayılacak gibi oldum. Dışarı çıksam ıslanacağım; içeri girsem bayılacağım. Bir ara tereddüt ettikten sonra, belki kokuya burnum alışır diye boş bulduğum bir sandalyeye iliştim. On, on beş metre yürümeden yağmur ceketimin içine kadar geçmişti. Masalarda çeşitli oyunlar oynanıyor bağrış, çığrıştı. Sanki sağır varmış gibi televizyon son ses açıktı. Kenarda oturduğum masada bir ihtiyar vardı. Kasketini masanın üzerine koymuş birinci paketini atmış ortaya. Yüzüme dik dik baktı.
-Yabancısın her halde.
-Evet yabancıyım.
-Zaten bu şehirde hiç yerli yok canım. Özellikle bizim mahalle hep oradan buradan derlenmiş.
Sigarasından bir nefes daha çekti. Havaya doğru üfledi. Elli, elli beş yaşlarında saçlarının yarısı dökülmüş hiç siyahı kalmamış bir ihtiyardı. Sakalları ağarmış, yanakları içine çökmüştü. Dişlerinin bir kısmı dökülmüş. Ormanlarımız gibi seyrek kalmıştı. Bir deri bir kemikti. Öyle zayıftı ki orta şiddette bir fırtına sürükleyip götürebilirdi. Yüzüne bakıp onu süzerken adam birden bağırdı.
-Mustafa, bak misafire bir şeyler ver.
Kahveci cevap verdi,
-Tamam. Hasan dayı geliyorum.
Bana dönerek;
-Buyur evlat bir şey iç.
-Çay olsun.
Kahveciden tarafa döndü,
-Bir çay yap.
Masadaki paketi bana doğru uzattı.
-Buyur yak.
-Ben fazla içmiyorum sağ ol.
Acele cebimden paketi çıkardım;
-Buyurun siz buradan yakın.
-Sağ ol öksürtür, ben değiştirmeyeyim.
Az sonra kahveci çayı getirdi. Ben çayı karıştırırken, Hasan Amca;
-Hayrola hizmet nedir?
-Öğretmenim, tatil olduğu için teyzemi ziyarete geldim.
-İyi iyi maşallah okumuşsun, kendini kurtarmışsın.
Yüzüme bakıp tahmin etmeye çalışıyormuş da sanki bilememiş gibi bana sordu.
-Memleket nere?
-Çal-Bekilli’denim
Soru sormak sırası bana gelmişti.
-Siz nerelisiniz?
-Size komşu kazanın köylerindenim.
-Burada ne iş yapıyorsunuz?
-Ne işi bulursak onu yapıyoruz. Ben buraya geleli otuz yılı geçti. Çoluk çocuk fabrikada çalışıyor, biz de boş geziyoruz. İhtiyarladık bize işveren de olmuyor artık.
-Bir yerden emekli filan oldun mu?
-Ne gezer evlat, sağda solda çalışan adam hiç emekli olur mu?
Bir süre birbirimizle bakıştık. Kahveci boşu götürürken elini cebine attı, çay parasını verdi. Üstündeki elbise en az yedi ya da sekiz yıllıktı. Rengi solmuştu, ceplerin kenarları söküktü. Paranın üstünü özenle cebine yerleştirdi.
Şehirde adama ölsen su vermezler. Buralarda yaşama zamanı geçmiş. Ah! Köylerde olacaktın şimdi misafirperverliği görecektin dedi. Dayanamadım bu garip ihtiyarın bir derdi vardı, ama anlatamıyordu biriyle dertleşmek ihtiyacı duyuyordu. Bunu her hareketinden belli ediyordu. Yapacağım başka bir işte yoktu, yağmur yağıp dururken. İhtiyara doğru dönüp,
-Buyurun bir de benden bir şeyler içelim.
-Tabi evlat çay içelim.
Kahveciye çayları söyledikten sonra cebimden sigara paketini çıkarıp ortaya attım. Çakmağı bulup üstüne koydum. -Buyurun yakın dedim. Önce yakmak istemedi, buyurun bir sigara adama bir şey yapmaz, yakın dedim. Paketten sigarayı çıkardı, çakmağı çaktım sigarasını yaktım. Sigaradan bir nefes çektikten sonra bana sordu.
-İsmin nedir evlat?
-Mehmet
-Benimki de Hasan, köyde beni Şah Hasan olarak bilirler.
-Hasan amca köyü çok seviyorsun herhalde. Dedim. Bir ah! Çektikten sonra; -Sevmez miyim evlat, dedi. –Ben de köylüyüm, köyleri ben de severim. Fakirlik, ekmek parası için gurbet illerde görev yapıyoruz. Sen neden göçtün şehre? Dedim. Onun yüzü biraz daha asıldı. Efkârlandı, sigarasından bir nefes daha çekti.
-Söylesem inanmazsın.
-Neden inanmayayım Hasan Amca?
-Bir şaka yüzünden şehre göçmek zorunda kaldım.
-Hiç şaka yüzünden olur mu?
-Oldu bile evlat, oldu bile.
O sırada kahveci çaylarımızı getirdi. Masanın üstüne bıraktı gitti. Çaylarımızı karıştırmaya başladık. Bir sigara da ben yaktım. Pencereden dışarıya baktım. Fırtınadan ağaçların dalları yerlere değecekti. Rüzgâr, yağmur damlalarını cama öyle hızlı vuruyordu ki cama vuran damla dağılıp gidiyordu. Çaylarımızı ağır ağır yudumladık. Bir ara bana, -Bu işin böyle olacağı belliydi zaten romatizmalarım bana haber vermişti, dedi. Bir eliyle çayını içerken öbür eliyle dizlerini ovuşturuyordu. Ayaklarına baktım çorap yoktu, ayağında lastik bir ayakkabı vardı. Çayları bitirip masanın üstüne koyduk. Sigaralarımızdan birer nefes daha çektik. Hasan Amcaya sordum.
-Hasan Amca ne şakaymış ki bu seni buralara düşürdü?
Nazlanmadı. Zaten benim gibi de dinleyici bulmuşken içini boşaltmak istiyordu. Bir iki öksürdükten sonra konuşmaya başladı.
Bilirsin köylerde o yıllarda elektrik melektrik yoktu. Televizyon hiç arama. Köyde radyosu olan ev bile azdır. Kendimize göre eğlencemiz olurdu. Yapacak fazla bir işte yoktu. Gurbete pamuk çapasına giderdik, harmanı da kaldırdık mı iş tamamdı. Uzun kış geceleri çeşitli oyunlar oynardık. Bizim o köyde Âşık Hasan diye biri vardı. Bu Hasan korkak mı korkaktı. Hatta bir bahar günü hayvan otlatmaya gitmiştik de, ayrı ayrı yerlere beygirleri çaktık. Başına yataklarımızı açıp yattık. Yüksek bir kaya vardı. O, o kayanın kenarına yattı. Ben de daha yukarıda bir yere. Büyüklerden hep duyardık filan yerde şeytan var, feşman yerde şeytan var diye. Ben yok yahu olur mu diyordum. Gençtik hiç korku aklımıza gelmezdi. Gece birden hava bozdu. Yağmur yağmaya başladı. Ben bulduğum kuru otları yaktım. Hasanın yanına gidip kayanın siperine gireyim dedim. Tepede beni elimde ateşle görünce işte şeytan deyip öyle bir korktu ki sormayın. Ben de peşinden koştum. Dur benim kaçma diyeceğim. Ben koştukça şeytan yaklaşıyor diye can havliyle köye doğru yöneldi. Arkasından kurşun atsan yetişmez. Ben geri döndüm. Sabah köye geldiğimde bu Hasan’ı ağzı dili söylemez vaziyette yatar buldum. Ona ateşle gelen bendim diyemedim.
Kasabadan Kır sakal Ahmet Hoca’yı getirdiler. Bizde başındayız. Hoca okudu üfledi ama nafile.
-Buna şeytan karışmış her gün okumalıyım, dedi.
Hasan’ın babası ellerini ovuşturarak,
-Ne gerekliyse yapın Hoca Efendi dedi.
Hoca sakalını sıvazlayarak,
-Ben her gün okur üflerim ama bu pahalıya mal olur, dedi.
Âşık Hasan’ın babası;
-Olsun Hocam, ceremesini çekeriz, dedi.
Tam bir hafta Hasan öylece yattı. Sonra aklı başına gelip ayıldı. Köyün içi çalkalanıyordu. Çatal Kaya’da şeytan varmış. Kocaman ağzı varmış, elinde bir meşale yanıyormuş. Kadınlar bile birbirine çeşme başında bu şeytandan bahsederlermiş. Hatta onu gördük diyenlerin hanımları öğünürmüş.
-Bizimki geçen gün şeytanı görmüş. Bir okumuş, bir okumuş ki şeytan kaybolup gitmiş.
Bu olay köyde epeyce yaygara oldu. Zamanla unutuldu gitti. Âşık Hasan iyileşti. Fakat en küçük bir şeyden korkardı. Beraber dolaşırdık. Benden ayrılmazdı. Karanlık sokaklara katiyen girmezdi.
Bu Hasan köyde Zum zum’un Fatma’yı severdi.
Fatma;
-Ben o korkağa, şeytanlıya mı varacağım, dermiş.
Tarlası, takkası çok kızım rahat edersin deseler de o aldırmazmış. Köyün büyükleri hep gitmişler Zum zum’un ayağına.
-Gel bu kızı ver, demişler. Zumzum da, -Nal demiş mıh dememiş.
Bir gün Gubarık Ali’nin Ramazan’la geziyoruz. –Len, Ramazan, var mısın bu aşığa bir şaka yapalım? Dedim. Ramazan kafasını kaşıdı;
-Nasıl olacak bu iş, dedi.
Ben anlatmaya başladım. -Fatma çamaşır yıkadığı zaman fistanını, yazmasını çalalım. O’nun elbisesini ben giyerim. O aşığa şaka yapalım, dedi. Sen aşığa yardım et, Fatma’nın yerine beni kaçırın. Epey güleriz, dedi.
Ramazan kafasını eğdi epeyce, düşündü.
-Olur mu? Dedi.
-Neden olmasın len, vallaha da billaha da olur, dedim.
Hemen Âşık Hasan’ı bulmaya gittik. Köy odasının yanında taşın üstünde oturmuş. Beleşci’nin Cafer’le konuşuyordu. Bizi görünce ayağa kalktı.
-Neredeydiniz len, beni niye beklemediniz? Dedi. -Çok bekledik oğlum, gelmedin, dedim.
Ben ne zamandır buradayım yalan söylemen, dedi.
Ben usulca yanına sokuldum. -Hasan nereden geliyom biliyon mu len? Hem de kimle gonuştuk bi bilsen, dedim.
-Ne bilen len ben müneccim miyim dedi. Birden ateş aldı. Kimle konuştunuz len, dedi.
-Bu yolun sonunda kimin evi var? Dedim. -Zumzum’un, dedi. Kimi görebiliriz, dedim. -Yoğsa Fatma’yı mı gördünüz len, dedi. –Evet, dedim. Hemen bize sokuldu. -Anlatın ne oldu? dedi.
Ben biraz nazlansam da anlatmaya başladım. Ramazan’la geziyorduk. Fatma bahçede köpeğe ekmek veriyormuş. Bana seslendi. Hasan, beri gel bir şey diyeceğim, dedi. Ben de yanına gittim. – Ben Hasan’ı seviyom da babam vermiyor. Beni gaçırsın, dedi. Yalnız ne gün olacağını ben ona haber ederim, dedi.
Hasan’ın gözleri parladı. Birden sıçramaya başladı. -Biliyordum, biliyordum beni sevdiğini, dedi. -Oğlum aslan gibisin senden iyisini mi bulacak, dedim. Cebinden çıkardığı çerezleri bize verdi. Biz gülmemek için kendimizi zor tutuyorduk. -Sağ olun, arkadaş dediğiniz böyle olur, dedi. -Hasan gardaş önemli değil, arkadaş arkadaşa böyle gün için lazım olur, dedim. Oradan ayrıldık. Köyün harman yerine doğru yöneldik. Başladık gülmeye. Ramazan -Valla inandı salak, dedi. -Tabi oğlum sen beni ne sanıyorsun, ben adamı böyle inandırırım, dedim.
Âşık bizi gördüğü yerde ne zaman ne zaman der dururdu. Bende daha haber gelmedi, acele etme oğlum, yüzdün yüzdün burnuna getirdin, biraz sabret gari diyorum. O günden sonra bizim Âşık her gün saçlarını tarar, güzel giyinir, tıraş olurdu.
Bir gün Ramazan’la geziyoruz. -Bak dedim. -Neye bakacağım? Dedi. Fatma çamaşır yumuş, harımlara seriyor, karanlığa kadar kurumadı mı oradan çalalım, dedim. O zamanlar çamaşır ipi mi vardı? Millet nereye bulursa bağ çubuğu, diken yığını üstüne serer geçerdi. İkindi olmak üzereydi. Bağlara doğru indik. Bostanların sonları kalmıştı. Bulabildiğimizi kopardık, yedik, içtik. Köye dönerken akşam ezanı okunuyordu. Biraz daha bekledik karanlık çöktü.
- Gel gari Ramazan gidelim dedim. Zumzum’un evinin yandan geçerken çevreye baktık kimse yoktu. Bağ çubuklarının üstündeki fistanı, yazmayı kaptığım gibi kaçtım. Bizim evin samanlığına sakladım.
Ertesi günü Aşığı gördük. -Oğlum bu gün Fatma seni bekleyecek. Gece yarısı o helaya gelecek, o zaman kaçır kızı, dedim. Bana baktı. -Sen yardım etmecen mi? dedi. -Benim işim var. Sana Ramazan yardım etcek, dedim. Ramazan’a döndü, -Etcen mi Ramazan gardaş? Dedi. Ramazan, -Arkadaş dediğin kara gün dostu olmalı tabi ederin len Âşık, dedi.
Ben de, -Bak oğlum kadın kısmına belli olmaz köyden uzaklaştın mı işi bitir ha sonra cayar, dedim. Aşığın ağzı kulaklarına varıyordu. – Evvel Allah o kolay, dedi. Siz bana yardım edin çocuğumun adını inanın sizin adınızı goycem dedi. Gülmemek için dişlerimi dudaklarıma geçirdim.
Akşam yemeği yedikten sonra dışarıya çıktım. Ortalık zindan gibi karanlıktı. Göz gözü görmüyordu. Köpek havlamalarından başka bir ses duyulmuyordu. Bizim hanım bağırdı. -Hasan nere gidiyon? Hanım kısmı her işe garışmaz, otur evinde, dedim. Ahıra indim mallara baktım. Sakladığım elbiseyi giyip kenarlardan köyün dışına çıktım.
Zumzum’un eve doğru yaklaşınca yanımda sakladığım ekmeği köpeğe attım. Köpek ekmeği görünce hemen kuyruk sallamaya başladı.
Hasan Amca birden sustu ben onun sigara yakacağını hemen anladım, sigarayı uzattım. -Buyur Hasan Amca yak, dedim. Sigarayı yaktı. Kahveciye bağırdım. -Bize iki çay daha verir misin? Az sonra çaylarımız geldi. Karıştırmaya başladık. Bana birden bir soru sordu.
-Hocam haberleri izledin mi?
-Yoldaydım izleyemedim.
-Bir sürü rüşvet almışlar yine.
-Ne yapalım alanlar da var, verenler de.
-Bak hocam, dedi. İnsanlar rüşvet yiyor da hayvanlar yemiyor mu? Zumzum’un köpeği ekmeği görünce bana öyle bir guyruk salladı ki sorma gitsin. Demek ki rüşvet alanlarda o Zumzum’un köpeği gibi rüşvet verenlere guyruk sallıyordur, bir dediklerini iki etmiyorlardır. Dedi.
Ben konuyu kapatmak istedim. -Çaylar tazeymiş, dedim. -Bu çocuk güzel çay yapar, dedi. Bir elinde sigara diğer elinde çayı vardı. Sigaralı elinin parmak arası sanki boyalı gibi sapsarıydı. Herhalde çok sigara içiyor diye düşündüm.
-Kaç paket içiyorsun günde?
-Valla üç yetmiyor.
-Rahatsız olmuyor musun?
-Ne etcen, can sıkıntısından içiyoruz. Dokunuyor ama bırakamıyorum, dedi.
Benim aklım, fikrim anlattığı olayda idi. -Hasan Amca sonra ne oldu? Dedim. -Acele etme be Hocam, dedi. Ağız tadıyla bir çay içiyoruz, içelim anlatırız, dedi. Anlattıkça gözleri parlıyor, o günleri tekrar yaşıyordu. Kamburu, doğruluyor, çökmüş yanakları kalkıp iniyordu. Biraz daha bekledim. Hem çayını içiyor hem dizlerini ovuşturuyordu. Çay bitince anlatmaya devam etti.
Zumzum’un köpeği ekmeği yiyince gitti yattı. Hırlamalar, havlamalar kesildi. Bende helânın arkasına saklandım. Ortalık öyle karanlıktı ki göz gözü görmüyor. Biraz sonra ayak sesleri duyuldu. Gelenler Âşık Hasan’la, Ramazan’dı. Onlarda helânın öbür duvarına geçtiler. Ben oradan yavaşça yürüdüm, sanki tuvalete yeni geliyormuşum gibi sesler çıkararak yürüdüm. Beni duyan Ramazan, -Aha geliyor, dedi. İkisi bir bana doğru geldi. Âşık Hasan’ın sesi biraz titriyordu. Birazda kekeleyerek;
-Hadi gidelim Fatma’m, dedi.
Hiç sesimi çıkarmadım, uzattığı eline yapıştım, oradan uzaklaştık. Âşık başladı konuşmaya.
-Gozel Fatma’m bi tek Fatma’m. Seni ne gadar sevdiğimi biliyon mu gız? Beni bunca yıl beklettin.
Hiç sesimi çıkarmıyordum. İkide bir bana “öyle değil mi gız,“ diyordu. Gülmemek için kendimi zor tutuyordum. Konuşsam iş anlaşılacak, bereket Ramazan araya girdi. -Len! Âşık ikide bir geline soru sorup durma oğlum, gelin kısmı konuşmaz, nazlanır yüz görümlülüğü ister oğlum, dedi.
Köyden iyice uzaklaşmıştık. Dağlara doğru gidiyorduk. Bu işin sonu ne olacak diye düşündüm. Elimi beline doğru atınca belinde tabanca olduğunun farkına vardım. Ülen bu deyyus bizi vurmasın dedim kendi kendime. Bir fırsatını bulup da Ramazan’a durumu ileteyim diye uğraşıyordum. Fatma’nın fistanının içinde terledim. Adım attıkça fistan etekleri ayaklarıma dolaşıyordu. Biraz korkudan, biraz heyecandan tabi en çoğu da korkudan terliyordum.
Bir ara Ramazan’la göz göze geldik. O’na belindeki tabancayı işaret ettim. Hallederiz der gibi bana işaret etti. Köpek sesleri iyice duyulmaz oldu. Köyden epeyce uzaklaştığımız belliydi. Ramazan hızla Aşığın önüne geçti.
-Hasan siz önden gidin ben gelen olur diye nöbet beklerim. Sen şu tabancayı bana ver. Dedi.
-Seninki nerde kaldı? Sen neden getirmedin kendininkini?
-Aceleyle unutmuşum.
Âşık Hasan güldü, -Oğlum deli misin hem gız gaçırıyoruz hem de silahını getirmemişsin, dedi. Ramazan hiç oralı bile olmadı. -Ver oğlum, ver şunu, dedi. Hasan silahı eline aldı. Doludur ha! Dikkat et, dedi. Ramazan silahı eline alınca bir of çektim. Korkum biraz azaldı. Ramazan;
-Ben burada kalıyorum, nöbetteyim sende az ötede işini bitir dedi.
Âşık Hasan -Ben işimi bilirim oğlum sen beni ne zannediyorsun, dedi.
Biz elli metre daha yürüdük. Birden zınk diye durdu, bizim Âşık. Sağına soluna baktı. -Burası iyi, dedi. Hadi Fatma’m şu işi bitirelim gari kız, dedi. Ben birkaç adım kaçtım. Hemen yanıma doğru yaklaştı. -Zaten yorulduk, birde sen yorma Kaymak Fatma’m“ dedi. Gülmemek için kendimi zor tutuyordum. -Herhalde yoruldun biraz dinlen sonra işi bitirelim dedi.
Bir ıslık sesi duyduk. Ramazan bağırdı,
-Hadi len işin bitmedi mi?
Bizim Âşık Hasan’ın sesi titriyordu. Ne diyeceğini de bilmiyordu.
-Dur ya, gancık cilve yapıyo, dedi.
-Yeni gelin yapacak tabi oğlum sen ne zannediyon. Hadi çabık ol, habarları olduysa Zumzum peşimize düşmüştür herhalde.
Âşık biraz daha korkuyla, -De gız, hadi soyun, dedi. O bana doğru yaklaştıkça ben bir adım daha kaçıyordum.
Aşığın birden beyninde şimşekler çaktı. -Tamam; şimdi buldum dedi. Yahu yeni gelin yüz görümlüğü istermiş, arkadaşlar hep anlatırdı, heyecandan akıl mı goydun adamda gız, Valla Fatma sana altın, maltın alamadım, kese de kaç param varsa sana helal olsun, dedi. Keseyi önüme fırlattı.
Eğilip keseyi aldım. Kesede, şıkırtılardan bozuk paraların olduğu belliydi. Üzerime yürüdü. –Gız, gancık parayı duyunca yumuşadın demi? Dedi.
Ramazan; -Hadi oğlum işin daha bitmedi mi yahu sabah olacak? Dedi. Âşık hızla üzerime doğru yürüdü. Kaçamadım dokunur dokunmaz kendimi yere attım. -Parayı aldın ya nazın mazın galmadı, seni gidi gancık, dedi. Gülmemek için dudağımı ısırıyordum. O hızla donunu çözdü, üzerime yüklendi. Donumu aşağı indirmek istedi, kemerim eline geldi. Hayret etti. -Gız ne Fatma’sın sen, sırf bana eziyet olsun diye donunu kayışla sıkmışsın, dedi. Kayışı çözmek için epeyce uğraştı. Biraz heyecan biraz da korkudan eliyle terini sildi. -Sabaha kadar da namaz kılsan bu iş olacak, heç uğraşma, dedi. Hızla apış arama el attı. Birden donup kaldı. -Sen sen erkekmişsin ya Fatma, dedi. Ben kendimi tutamadım. Öyle bir kahkaha attım ki yer gök inledi. Toparlanıp kaçmaya başladım.
Az ilerde Ramazan kayanın üstünde oturmuş gülüyordu. Hemen sırtımdaki fistanı çıkardım, başımdaki yazmayı çekip aldım. -Kalk gari Ramazan gidelim, dedim. Ramazan yerinden doğrulamıyordu gülmekten. Gülerken gözlerinden yaş geliyor. -Kalk oğlum! Şimdi deli peşimize düşer toparlanmadan kaçalım, dedim.
Âşık Hasan’ın şaşkınlığı geçmişti. Bizim gülüşmelerimizi de duyunca bağırıyordu, -Ulan anasını, avratını si…lerim. Sizi bir yakalarsam sorarım size, diyordu. Benim gururumla oynamak ne demekmiş size soracam! Bu köyü size dar etmezsem bana da Hasan demesinler, diye bağırarak peşimizden koşturuyordu.
Köye geldiğimizde şafak sökmüştü. Koltuğumun altındaki fistanı Zumzum’un evin önüne fırlattım. Yorgunluktan ölüyordum.
Bizim kan ter içinde geldiğimizi gören, gübreliğe tuvaletini etmekte olan, Şapırdak üseyin acele donunu toplayıp doğruldu. -Nerden geliyonuz len, dedi. -Heç, dedik evlerimize doğru yürüdük.
Hasan köye gelince kuduz köpek gibi sağa sola saldırıyor, “Valla öldürcen o Şah Hasan’ı da Iramazanı da, adamın gururuyla oynamak neymiş soracam, diyordu. Artık köyde sokağa çıkamaz olduk. Yaptığımız şaka yüzünden o köyde kalamazdık. Kalktık Ramazanla birlikte şehre göçtük. Geliş o geliş. Aradan ne kadar yıl geçse de bizim Âşık daha haber yollar “gelmesinler valla vururum“, dermiş.
Hasan amca hala köy özlemiyle yanıp tutuşsa da çare yok çekmek zorundaymış. Araya adam soktuk “Afet bizi“ dedik ama olmadı. Adam “cık“ dermiş de başka bir şey demezmiş.
Yağmur hala devam ediyordu fakat hızını kaybetmişti. Saatler ilerlemişti. Yan masalara baktım kimsecikler yoktu. Akşam karanlığı çökmek üzereydi. -Kalkalım mı Hasan amca? Dedim. -Kalkalım evlat epey geç olmuş, dedi.
Hasan Amca ile vedalaşıp ayrıldık.
Eve geldiğimde teyzemler haberleri dinliyorlardı. Sunucu, Rüşvet alanların polis tarafından yakalandığını anlatıyordu. Hemen aklıma Hasan amcanın anlattığı olay geldi. Demek ki memlekette Zumzum’un köpeği gibi rüşvet yiyiciler çok diye geçirdim içimden.
Şehre her geldiğimde Hasan amcayı mutlaka görüp sohbet ederdim. Gittikçe biraz daha çöküyordu. Bir Pazar günü onu görmek için mahalle kahvesine gittim. Hasan Amca ile karşılaşıp birbirimize sarıldık. Kenardaki bir masaya oturduk. Sigaralarımızı tüttürdük. Çaylarımızı yudumlarken, --Hasan amca sana bir şey sormak istiyorum, dedim. Yüzüme baktı, -Sor, dedi. -Hasan amca, Zumzum bu olayı duyunca ne yapmış bir bilgin var mı? Dedim. Gülümsedi. -Biz şehre göçünce olay ortalıkta iyice çalkalanmış. Fatma’nın fistanını çalmak için köpeğe rüşvet verdiğim duyulunca Zumzum’un kaşları çatılmış. Epeyce sessiz durmuş. Bir gün köpeği bağlayıp köy meydanına getirmiş. Oradaki dut ağacına bağlamış. Köylülere bağırmış, -Komşular koşun! Gelin. Köylüler koşup gelmişler. -Hayrola Zumzum bu köpek ne? Demişler. Zumzum tüfeğini omzuna asmış, diğer elinde de bir urgan varmış. Köpeğin boynuna kartona yazdığı “rüşvet almaktan suçludur”, yazısını asmış. -Biz köylü milleti rüşvetçileri hiç affetmeyiz değil mi arkadaşlar? Demiş. Onlarda hep birlikte, -Affetmeyiz, demişler. Zumzum, köpeğin boynuna ilmik ettiği urganı geçirmiş. Diğer ucunu dut ağacının yukarıdaki dalından geçirip ipi çekmiş. Köpek çan çekişirken köylüler kurtarmaya çalışmışlar. Ama Zumzum tüfeği eline alıp köylülere bağırmış! –Yerinden kalkanı vururum, çok kötü yemin ettim sakın gelmeyin, demiş.
Köpek asıldığı yerde iki gün kalmış. Gelip gittikçe Zumzum köpeğin üstüne tükürüp;
-Hak ettiğin cezayı çek bakalım Goşma guyruk, demiş.
Daha sonrada muhtar kokmasın diye köpeğin leşini dağa attırmış.
Son çaylarımızı da içip vedalaştık. Hasan Amca ile bu son görüşmemiz oldu. Birkaç defa gittiysem de o hoş sohbet ihtiyarla bir daha görüşemedim.
Mehmet ASLAN Denizli-1979
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.