- 1867 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Dersimden Yükselen Çığlık
KİTABIMIN GİRİŞ BÖLÜMÜ
Hayır ve şerrin sesi birbirine karıştığından, hiçbir ses kulağa hoş gelmiyor, her ses ayrı bir ürküntü veriyordu. Hele çocukların sesi…
Dersimliyi altüst eden ses oydu aslında. Geleceğin teminatı anlamına gelen çocuklar, şimdi endişenin kaynağı haline gelmişti. Kimi ana kucağında, kimi çelik-çomak oynayacak yaşta, kimi de gelin, damat olacak çağlardaydı. Bir hoyrat el uzanıp, yaşamdan koparıp alacaktı belki de onları. Büyüklerin kendilerini düşündükleri yoktu. Onlar yaşadıkları kadar yaşamış, çektikleri kadar çekmişlerdi çilelerini. Söz konusu olan çocuklardı, gençlerdi, henüz bara durmamış fidanlardı.
Şimdiden onların akıbeti için kara kara düşünür olmuşlardı. Keşke çocuklar hiç olmasaydı. Eğer Yavuz zamanındaki kırım gibi olursa, bu sabi-sübyan yeniden telef olacak diye yürekler kan ağlıyordu. İnsanlar bağırlarına taş basıp, şüphelerini iç dünyalarında eriterek geçiştirmeyi tercih ediyorlardı. Bu sebepleydi korkularını sesli ifade edemeyişleri. Dışa vuramadıkları ama içten içe veryansın ettikleri iki nokta vardı aslında; biri aşiret reisleri, diğeri devlet. Daha çok aşiret reislerini sorumlu tutuyorlardı ama düşüncelerini bir türlü sese dönüştüremiyorlardı. Çünkü ağaların zulmü ölçüsüzdü. Zaten ağaları geçip, devlete ulaşma şansları ise hiç yoktu.
Küflü düşünceler, gerici zihinlerde güncelleyecekti kendini. Eski dosyalar üflenerek yeniden indiriliyordu tozlu raflardan. Zulmün kapısı aralandı mı, zalimler dayanamayacaktı, menhus doğum sancılarına.
Tabiat yine ölü doğuracaktı sabah güneşle birlikte. Belki vampirler bayram edecekti kızıla kesen çayırlarda. Ama bir tek Allah kulu timsah gözyaşı dahi dökmeyecekti, dö-kemeyecekti olanlara, olacaklara...
Olanlar, oldukları gibi kalacaktı kızıllıklarda. Mezar görmeden çürüyen bedenler, zulmün bekçilerine ibret olacaktı.
Kini, nefreti soğutan, acıları dindiren, yaralara merhem olduğu bilinen zaman gidecek de, yerine gözyaşını, kanı, ölümü, zulmü sunan zaman mı gelecekti?
Niteliğini değiştirecek olan sadece zaman olmayacaktı belki de! Bahar bile yazı görememe, bayrağı yaza teslim edememe vesvesesi içine girecekti. Bu mevsimsel çalkantının, zaman arenasında boy vermesi, hayra alamet olamazdı. Çekişmeyi; ya gözyaşı kazanacaktı, ya da ölüm, kaybeden insanlık olacaktı.
Husumet ivme kazandıkça, kör talih dayanacaktı, umarsızların kapısına. Oysa biçareler çoktan kâbusa çevirmişti uykularını. Alkarısı basıyordu düşlerini, ter kan içindeydi duygular.
Yüreklere düşen kor, cesaretin imanını gevretiyordu. Umutsuzluk çoktan uçurmuştu geleceğin çatısını. Gözyaşı göle, yürekler çöle dönerken, husumetin hışmı hane direklerini bir bir yıkmıştı zaten.
Asıl umut ışığını gölgeleyen, gece değil, gündüzdü.
Merho Deresi kana bulanırken, Laç Deresinde düğün bayram mı olacaktı?
Yine belayı çekiyordu üstüne, üstüne, kömür karası talih.
Aşiret reisleri kına yaksınlar, ağa olmanın hevesine.
Muktedirler tarih yazarken kara sayfalara, kendi öz evlatlarına kör bakacaktı cellâtlar.
Ya çocuklar!
Belli ki onlar günahın değil, yine günahsızlığın bedelini ödeyeceklerdi.
Dağ taş kekikti. Şimdiye kadar kekik kokusu hâkimken ortama, yeniden zulmün pis kokusu, kekik kokusunu bastıracaktı.
Korku sarmalına giren beyinler; cesaret yerine, korku ve vesvese üretiyordu. Öyle ki; yaşamlarını derinden etkileyecek, belki onları yaşamdan bile koparacak konuların bile sesli olarak ifade edilmesi şöyle dursun, olasılıkları düşünmek dahi hafakanlar basmasına yetiyordu.
Kör düğüm olmuşlardı kendi ilmiklerinde.
Gözlerini yaşama açmadan süngülenecek çocukları düşünen anaların feryadı, gözyaşları gibi içe aktıkça, insanlık can çekişecekti ama doğası gereği bundan etkilenmeyen hayvan âlemi, yaşamlarına eskisi gibi devam edecekti.
Dere kenarında, çimenlerin üstüne uzanıp, su sesini dinleyerek uyumak, ne kadar huzur verirdi insana. Şimdi ise bir o kadar huzursuzluk veriyordu. Eskiden kulaklara huzuru fısıldayan o ses, şimdi kulakları zorlayan felaketin sesine dönüşmüştü. Zaten örselenmiş sinirleri, iyiden iyiye törpülüyor, yaklaşan felaketin habercisi, tellalı gibi çağlayarak akıyordu sanki.
. Muktedirler henüz planlarını açık etmeseler de, ordu birliklerindeki olağandışı hareketlenmeler yöre halkının yüreğine endişe tohumları ekiyordu.
Geçmişte uğradıkları katliamlar toplumsal hafızalarda derin izler bırakmıştı. Emeviler döneminden başlayan, Bizans’la hat safhaya ulaşan katliamlar, hız kesmeden Yavuz dönemine ulaşmıştı. O günlerin korkuları, anlatımlarla nesilden nesle aktarılarak bu güne kadar ulaşmıştı, bütün sıcaklığıyla…
Süregelen çirkin söylemler ne zaman bir takım dayatmalara dönüşecek olsa, yöre halkının geçmişte yaşadığı korkular yeniden alevleniyor, kabuk bağlamaya yüz tutmuş yaraları yeniden kanamaya başlıyordu. Oysa yürekleri yangın yerine çeviren katliamların üstünden asırlar geçmişti!
İşte küflü düşüncelerin, kendini yeniden güncellemesi buydu! Düşünceler fabrika ayarına geri dönüyordu. Ta o günle, bugün arasında oluşan kazanımlar, hiç şüphe yok ki, sıfırlanmış oluyordu. Yani bilmem kaç asır geri gidiliyordu. İyice gerileşen kafalar, bu günün teknolojisini kullanarak; geri kafa-ileri teknoloji ile ölüm kusacaklardı. Bu da daha çok kan akacağı anlamına gelmekteydi.
Yeniden sahneye konulmak istenen ve sonucunun nereye varacağı belli olmayan, içi iftiralarla dolu bu yeni harekât planı kendini; hasım davranışlarla gösteriyordu. Bu uğursuz belirtiler beyinlerde, yüreklerde şimdiden depremler yaratmaya başlamıştı bile.
Meçhul sağanak, son damlayı da düşürecekti gözbebeklerine, bu kaçınılmazdı…
Kalpleri mühürlenmiş, gözleri görmeyen, kulakları işitmeyen, yani duyu organlarını kullanamayan nesil yetiştirmenin sonucuydu bu. Allah rızasını kazanmak için; merhamet duyguları beslemek, feragat sahibi olmak, belagatle işleri yoluna koymak gibi yeteneğin, düşüncenin tohumları atılmamıştı ki, beyinler güzel düşünceler üretsin ve insanlar atacaksa güzel şeylerin altına imzalarını atsınlar. Tarlaya ekilen biçilecekti sonuçta!
Nasılsa yakında; yine ciğerler dağlanacak, yürekler paralanacaktı. Aşiret reisleri bir bir çağrılmaya başlanmıştı, karakollara. Ne yazık ki, tahminler doğruydu galiba. Karakoldan dönen aşiret reisleri, derin bir suskunluğa bürünüyordu nedense…
Yöre halkı dışında, durumu merak eden veya gören var mıydı, daha doğarken, güneşin kızıllığını. Kendini dağa taşa vurarak parçalayan güneşin yakıcı ışınları, nereleri yakacak, hangi yürekleri kavuracaktı? Samyeli değil, samyeli zaten kaderiydi bölgenin. Güneşin ta kendisiydi asıl kavuran…
Gün ışığında bile yıkılan umutlar; merhamet, şefkat ve acıma duyguları, göz çukurlarından fışkıran gözyaşları, sahipsiz ipekböcekleri gibi kozalarında kuruyacaktı.
Güneş gözlerini her açtığında tepelerden; yıkılan özlemlere, kaybolan aşklara, yitip giden umutlara, Merho Deresi’ne akan gözyaşlarına, tanık oluyordu aslında. O zaman yakıcı ışınları kavrulan yüreklere salmalar neyin ne-siydi?
Dört bir yanı dağlarla çevrili tabiatın bağrına sığınan masum halka; dağlar, taşlar sahip çıkarken, güneş neden sıyırıyordu gecenin karanlığını üstünden, neden açıkta bırakıyordu canları? Projeksiyonunu zulme çevirmişte, feryadı figanla mı eğlendiriyordu kendini? Kara kara bulutlar, şimşekler, yıldırımlar; buharlaşan gözyaşlarının, geri dönüşüydü aslında. Bunca yalvarmalar, yakarmalar, kurbanlar, dualar hiç mi kabul görmemişti yücelerden?
Belki de bu yıldızların işiydi bilinmez. Milyonlarca, milyarlarca gözle bakılıyordu çok uzaklardan. Hiç mi biri tanık olmayacaktı bu haksızlıklara, akacak onca kana? Bön bön bakan insanlar gibi mi bakacaklardı acaba?
Yöre halkının antlarına, yeminlerine dayanak olan, tabiat ana, neden analığını göstermemiş, yavrularını bağrına basmamıştı? Kaldı ki, yılanlara, çıyanlara bile bağrında yer veriyor ve onları kem gözlerden ırak tutuyordu. Av hayvanlarının, kuşların bile en özgür yaşadığı bu coğrafyada, tabiat ananın bu insanlarda bulamadığı, onları açıkta bırakmasına neden olan asıl sebep neydi?
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.